|
|
Nereye gidiyoruz?
Evet, nereye gidiyoruz?
Belki karamsar bir tablo çiziyorsun diyeceksiniz, fakat hastalıklar teşhis edilmeden tedavisi mümkün olmadığı gibi, ileri derecedeki hastalıklara da basit tedaviler uygulanmaz. Batıl şeyleri tasvir uygun olmadığı için tasvir etmek istemem. Fakat hedefi belli olmayan serseri mayın gibi dolaşan bir neslin geleceğinin karanlık olduğunu söylemek herhalde kehânet değildir. Bunun içindir ki aynı gemide seyahat ettiğimiz insanlarla paylaşacak çok şeyimiz vardır. Bilhassa bu sefinede hâdim durumunda olanların çok daha hassas olmaları gerekmektedir. Hakâik-i Kur’âniyeyi neşir hizmetinde vazife almış fedakârların her türlü olumsuzluklardan uzak bir şekilde gayret göstermeleri, omuzlarına yüklenen ağır yükün gereğidir.
Bir Çin hikâyesi vardır: Kral bir rüya görür ve gördüğü rüyayı tabir ettirir. Rüyasında uzun zaman yağmurlar yağdığını görmüştür ve bu yağmur sularından içen herkes, aklî muvazenesini kaybeder, yani delirir. Rüyanın tâbiri de aynı yöndedir: Rüya aynen vukua gelecektir.
Tabii bu hususta tedbirler alınması lâzım geldiğine inanır ve sarayının bütün su sarnıçlarını normal su ile doldurur. Bir müddet sonra yağmurlar yağmaya başlayınca felâket ve helâket asrı diyebileceğimiz korkunç bir durum meydana çıkar. Bu yağmur sularından içen herkes delirmeye başlar, yalnız önceki sulardan içen az bir grup akıllı olarak kalır. Fakat ekser insanlar delirdiği için onlar yani delirenler kendilerini akıllı, akıllıları da deli görmeye başlarlar. Bu minval üzere bir müddet devam eder. Fakat sonunda bu hâle tahammül edemeyen gerçek akıllılar deli olarak tımarhaneye gitmemek için yağmur suyundan içmeye karar verirler ve topyekûn delilere karışırlar.
Evet yakın tarihimizde yağan hiç alışık olmadığımız yağmurlar cemiyetimizi, aileyi ve şahısları tedavisi çok güç hastalıklara uğratmıştır. Bu çeşit çeşit bulaşıcı hastalıklar, koca bir nesli perişan etmiştir. Maneviyâttan uzak, örf ve an’anelere kayıtsız, bir çok yönleriyle de dejenerasyona uğramış, bu sebeple de cemiyeti ayakta tutan moral değerlere, tarihine, ecdadına yabancılaşmış bir toplum arz-ı endam etmiştir.
Bu yağmur sularından içmeyenler cemiyet tarafından dışlanır hâle gelir. Bu hâle baştan direnen, fakat daha sonraları tahammül edemeyen birçok kimse de yağan yağmur sularından içmeye başlayınca, içinde bulunduğumuz toplum öyle bir hâle gelmiştir ki, Şairin;
“Cemiyet ah cemiyet yok edilen ruhuyla
Cemiyet ah cemiyet yok eden güruhuyla”
dediği gibi bütün değer ölçülerini tepetaklak etmiştir.
Bu hastalıkların en güzel tedavi yollarını gösteren Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri de, evvelâ, “Bir cinnet-i müstevliye dünyaya dağılmıştır” (Rumuz) diyerek, bugünkü cemiyeti ve deliliğe varan hastalıklarını fevkalâde bir şekilde teşhis etmiştir. Peki muâsırı olduğu birçok düşünür gibi sadece teşhis etmekle mi kalmıştır? Hayır, deliliğe varan bu çeşit çeşit hastalıkların tedavi şekillerini de en güzel bir tarzda Kur’ân’ın nuruyla göstermiştir.
Altı bin küsûr sayfalık Risâle-i Nur Külliyâtı isimli cihanşümûl Kur’ân tefsiriyle milyonların imanını kurtarmaya muvaffak olmuştur.
İşte bu eserlerden, yani Risâle-i Nur Külliyatından istifade eden Nur talebeleri, hikâyede anlatılan ve koca bir cemiyeti perişan eden yağmur sularından içmemişler, içmemekte de direniyorlar (maddî ve mânevî bütün tazyiklere rağmen).
Bir mektubunda, Hürriyet’ten evvel pek çok defa talebelere teselli vermek için “Bu Osmanlı ülkesinde büyük bir parlak Nur çıkacak. Gördüğümüz bütün fenalıklara karşı bu vatana saadet temin edecek” dediğini belirtmekteydi.
İşte Risâle-i Nur, o hakikati, Kur’ân ve maneviyât âleminde yepyeni bir çığır açarak bu vatanımızın, milletimizin, hatta geniş dairede bütün insanlığın saadetinin Kur’ân ve imân hakikatleriyle elde edilebileceğini, “Mariz bir asrın, hasta bir unsurun, alil bir uzvun reçetesi ittiba-ı Kur’ân”dır diyerek en güzel şekilde ifade etmiştir.
Yazımızın başında “Nereye gidiyoruz?” demiştik.
Gideceğimiz yer bellidir! Sakın bu yağmur sularından içmeyelim.
|
Hasan ŞEN
20.08.2008
|
|
Ebedî kazanç için kaçırılmaması gereken fırsatlar
Zaman hızla ilerliyor, vakit daraldı, dünyanın sekerâtı âhirzamanı yaşıyoruz, her şey için geç olmamalı, az bir zaman sonra uhrevî ticaret kapısı da kapanacak, elden gelmeli bir şeyler...
“Gerçek şu ki, kıyamet saati yaklaşarak gelmektedir, onda şüphe yoktur”1 deniliyor. Deniliyorsa, yok mudur bir hikmeti? Öyleyse, neden oturduğumuz yerden sonumuzu izleyelim? Daha da önemlisi, kendi sonumuz olan küçük kıyametimizi...
Önce Receb, sonra Şaban ayı geçti derken, Ramazan denilen Nur’a doğru yaklaşıyoruz. Ebediyet için yapacağımız en kârlı ticaret zamanlarının içinde bulunduğumuz şu günlerde, fırsatlar dünyasını değerlendirmeli. Şöyle bahsediyor Üstad, bu kârlı ticaretten: “Her hasenenin sevabı başka vakitte on ise, Receb-i Şerifte yüzden geçer, Şaban-ı Muazzamda üç yüzden ziyade ve Ramazan-ı Mübarekte bine çıkar ve Cuma gecelerinde binlere ve Leyle-i Kadirde otuz bine çıkar. Bu pek çok uhrevî faydaları kazandıran ticaret-i uhreviyenin bir kudsî pazarı ve ehl-i hakikat ve ibadet için mümtaz bir meşheri ve üç ayda seksen sene bir ömrü ehl-i imana temin eden”2 kıymetli bir fırsat.
Bu fırsatları değerlendirme noktasında, Allah’ın rızasını kazanmak için bütün mü’minler büyük bir yarış içine girdiler. Hepimizi mânevî bir hava kaplamışken; günahların, sefahetin, ahlâksızlığın kirlettiği etrafımızı temizlememiz, zulümlere günahlara karşı ibadet, iyilik, duâ, istiğfar ve en önemlisi de sırf Allah rızası için ihlâsla yapacağımız hizmetlerle mukabele etmemiz gerekir.
Ramazan ayında ise mânevî hayatımız bambaşka âlemlere girer. Bu bereketli günler, huzurun, İlâhî rahmetin ve nurun kalplere dolduğu günlerdir. Bu günlerin bu kadar önem kazanmasının asıl sebebinin ise, Hz. Peygamber’in (asm) bu aylar hakkında verdiği haberler olduğu söylenebilir. Resûlullah (asm) bir hadis-i şerifinde; “Receb Allah’ın ayı, Şaban benim ayım ve Ramazan ümmetimin ayıdır” buyurmuştur. Ayrıca Peygamber Efendimiz (asm), Receb ayı girince, “Allah’ım! Receb ve Şaban’ı bize mübarek kıl! Bizi Ramazana ulaştır” diye duâ ederdi. Bu kadar değer arz eden günler, yapacağımız her bir hasenede yüz binler sevap olması yönüyle kaçırılmaz bir fırsattır. “Evet, her bir harfi otuz bin bâkî meyveler veren Kur’ân-ı Hakîm, öyle bir nurânî şecere-i tuba hükmüne geçiyor ki, milyonlarla o bâkî meyveleri Ramazan-ı Şerif’te müminlere kazandırır. İste, gel, bu kudsî, ebedî, kârlı ticarete bak, seyret ve düşün ki, bu hurufâtın kıymetini takdir etmeyenler ne derece hadsiz bir hasârette olduğunu anla. İşte, Ramazan-ı Şerif adeta bir ahiret ticareti için gayet kârlı bir meşher, bir pazardır. Ve uhrevî hasılat için gayet mümbit bir zemindir.”3
İnsan ebedî hayatı için günahların, nefsin arzularından sıyrılıp Allah’a dönmelidir, çünkü başka kurtuluş yolu yok. Yılda bir defa açılan bu ticaret kapısından istifade edelim. Ramazan içindeki özellikle mübarek gecelerde, işlediğimiz günahlardan tevbe edip bol bol istiğfar edelim; Kur’ân okuyalım, duâlarda buluşalım ve bilhassa dünyaya gönderiliş gayemizi düşünüp tefekkür edelim. Ebedî hayatımıza en büyük hazırlığımızı yapalım, belki seneye bu ticarete ulaşamayız. Bol kazançlar…
Dipnotlar:
1- Hac Sûresi: 7; 2- Şuâlar, s. 424; 3- Mektûbât s. 391
|
Said BEYDOĞAN
20.08.2008
|
|
17 Ağustos Depremi ve sivil toplum
Türkiye’de yaşıyorsanız ve 1999 yılında akıl baliğ iseniz, “17 Ağustos’u yaşamak” gibi bir durumla muhatap olmuşsunuzdur. 17 Ağustos’u bir çok açıdan sarsıldığımız ve kendimize gelmemiz gereken milât olarak değerlendiriyorum. Sarsıldığımız diyorum kelimenin tam anlamı ile depremin merkez üssü olan Gölcük’ten yüzlerce kilometre uzaktaki yerlerin hissettiği durum yaşandı. Bunun en doğru tesbiti; o zamana kadar deprem, merkez üssü ile anılırken, bu deprem bir bölge adı ile anılmıştır.
17 Ağustos 1999 gecesine, saat 03:02’ye dönersek, herkesin küçük bir hikâyesi olduğu gibi bizim de bir hikâyemiz var. Ölümün küçük kardeşi hükmünde olan uykumuzdan, dışarıdan gelen gürültülerle uyandık. O gece üst komşumuzun kardeşine söz kesimi olduğu için, gürültülerin kapı önünde eğlenen gençlerden geldiğini düşünerek tepki vermeden bekledik. Fakat, komşular bizim evin lambalarını hâlâ yakmadığımızı görünce pencereyi tıklayıp, “Uyanın deprem oldu” deyince küçük oğlumu hemen bir şeylere sarıp dışarı çıktık. Sonra öğrendik ki, Marmara Depremi vukû bulmuş ve aşağıda kısaca hatırlatacağım kayıplar / şehitler / hasarlar gerçekleşmiş.
Richter ölçeğinde Mw 7.4 büyüklüğünde gerçekleşen depremde, resmî raporlara göre, 17.480 ölüm, 43.953 yaralı olmuştur. Resmî olmayan bilgilerde bu sayıların 2 katından fazla olduğu, oldukça yaygın bir kanaattir. Ayrıca 133.683 adet çöken bina, yaklaşık 600.000 kişiyi evsiz bırakmıştır. Yaklaşık 16.000.000 insan, depremden değişik düzeylerde etkilenmiştir. Bu sebeple Türkiye yakın tarihini derinden etkileyen en önemli olaylardan biridir. Deprem gerek büyüklük, gerek etkilediği alanın genişliği, gerekse sebep olduğu maddî kayıplar açısından son yüzyılın en büyük depremlerinden biridir.
Bütün bunların üzerinde Gazetemiz imtiyaz sahibi Mehmet Kutlular, depreme Kur’ânî bir yorum getirdiği için bir çok kişinin, mânevî dünyasını yeniden ve daha anlamlı tanımlanmasına vesile olmuştu. Yaptığı yorum ile, depremin nasıl oluştuğu değil, hangi emirler tahtında gerçekleştiği konusunda bakış açısını ortaya koymuştu. Kendisi açısından dâvâ ve hapis söz konusu olsa bile, o günlerde resmî görüş karşısında sivil itaatsizliğin en güzel örneğini vererek, “Sözlerimin arkasındayım” mesajını vermişti. Hapis ve mahkûmiyet kararları, eskilerin tabiri ile “Yanlış hesap Bağdat’tan döner” misâli geri döndü. Tek farkla, şimdi “Brüksel”den döndü. Depremin 9. yılında, neredeyse depremle yaşıt bir dâvânın, dâvâyı açanların hedeflerinden farklı olarak neticelenmesi çok ibretliktir.
Diğer yandan baba gibi güçlü ve organize olduğu zannedilen devlet ve böyle durumlarda yetkili kurum olan Kızılay, depremin yıkıntıları altında kalıyordu. Depremle birlikte görüldü ki, insanlar yardım yapmaya hevesli ve kararlı, ama bunu kimseye emanet etmek istemiyor. Çünkü bu kurumlar yozlaştığı ve sivil toplumun denetiminden koptuğu için, yapacakları yardımın, nihâî ihtiyaç sahiplerine ulaşmayacağını düşünüyorlardı. Bu konuda sivil girişimler başladı. AKUT, İHH İnsanî Yardım, Deniz Feneri, Cansuyu, Kimse Yok mu ve adını sayamadığım bir çok sivil girişim, aktif olarak çalışmaya başladı. Öyle ki, yukarıda adını saydığım bu kuruluşlar, bugün yalnızca yurtiçinde değil, yurtdışında da mağdur ve çaresizlerin imdadına yetişiyor. Bu toprakların insanlarının kavlî ve fiilî duâlarını oraya götürüyor. Bu durum, öyle güzel manzaralara vesile oluyor ki, uzun dönemlerdir sırtımızı döndüğümüz mazimiz ile yüzleşiyoruz.
Yeni oluşan sivil yardım kuruluşlarının aktif çalışmaya başladığını ve sağladıkları başarıları gördükten sonra Kızılay da kendine çekidüzen vermek konusunda ciddî mesafe aldı.
Bir sorun varsa çözüm yine orada olmak zorundadır.
Bunun bir diğer yönü ise, gençlik, çoğunlukla da üniversitede çağında kendini sivil girişimlerde ifade eden, sivil toplum kuruluşları ile bir şekilde topluma hizmet sunmak gayesi edinen gençler için, mezuniyet sonrası artık yavaş yavaş olsa da STK sektöründe çalışmak diye bir durum gelişiyor. 9-10 yıl önce STK’da profesyonel yönetici veya görevli olmak anlamında bir istihdam düşünmek mümkün olmazdı.
17 Ağustos Depremi, sivil toplum alanında sivil toplumun farkına varılmasına vesile olmakla birlikte, depremin ölümlere sebep olan yüzü olan kötü ve kalitesiz yapılaşma konusunda gerekli dersi almış görünmüyoruz. Ülkemiz nüfusunun en fazla yoğunlaştığı bölge olmaya devam eden bölgenin nüfus yoğunluğunun azaltılmasının veya sahaya yayılmasının yolu hâlâ bulunamamıştır. Beklenen büyük İstanbul depremi için yeterli hazırlığımızın olduğunu söylemek ise zordur. Bunun için yine kurumların yanında bu konu ile ilgilenecek müstakil sivil girişimlere ihtiyaç bulunmaktadır.
|
Emin Talha KARAMUSSA
20.08.2008
|
|
Müşerref giderken...
Pervez Müşerref dokuz yılı aşan Pakistan Devlet Başkanlığı görevinden istifa etti. Pakistan tarihinin çok çalkantılı bir döneminde baskıcı rejimiyle, katıksız Amerikan müttefikliğiyle, kuşkulu suikastlarıyla, cami baskınıyla, kan ve baskı üzerine kurduğu darbeci iktidar devri kapanıyor.
Pakistan Halk Partisi ve Pakistan Müslüman Ligi, 7 Ağustos 2008 tarihinde Müşerref’i koltuğundan indirmek ve yargılamak için anlaştıklarını ilân etmişlerdi. Ancak istifa etme teklifine karşı Müşerref, “Beni köşeye sıkıştırmak isteyenleri yeneceğim. Eğer beni atmak için haklarını kullanırlarsa, ben de kendimi savunma hakkımı kullanırım” cevabını vermişti. Sonunda koalisyon Millet Meclisinden ve 4 eyalet meclisinden güvenoyu alması gerektiğini belirten ortak bir bildiri yayınladı.
16 Ağustos’ta ise ‘istifa et, yoksa yargılanırsın’ tehdidinde bulunarak ‘bugün ya da yarın’ istifa et dediler. Bütün bu baskılar karşısında çıkar yolu kalmayan Müşerref 18 Ağustos’ta istifa etti. Bu arada kovuşturmadan muafiyet talebinde bulundu. Bir yandan da “Geleceğimi halkın ellerine bırakıyorum” diyordu.
Aslında Müşerref’in istifasını yalnızca seçilmişlerin baskısına dayandırmak yanlış olacaktır. Çünkü Pakistan gibi üniformalıların seçilmişlerden her zaman güçlü ve üstün olduğu bir ülkede, ordunun desteklediği bir liderin demokratik usulle görevinden alınması pek mümkün değil.
Emekli bir Pakistanlı subay “Pakistan ordusu daima Keşmir’de bir savaş, Hindistan’ın Pakistan’ı işgali ve hükümetin kontrolünü ele geçirme konusunda güncellenen planlara sahiptir” diye ifade ediyor ordunun ülkedeki gücünü ve devam ediyordu: “Doğru dosyayı raftan alırız ve birkaç saat içinde uygulamaya koyarız”.
Pakistan’da ordu Müşerref’i terk etti.
Ya da ABD’nin orduyu ve Müşerref’i bu konuda ikna ettiğini söylemek daha doğru bir tespit olacaktır. Zira ABD, bırakın Taliban ya da El-Kaideyi kendi ülkesindeki militanları bile susturamayan bir kukla liderin, milyarlarca dolar yardım vermeye değmeyeceğine karar verdi. Ülke içinde katlanarak büyüyen şiddet olayları, ordunun yalnızca kendilerinin güvenliği ve huzuru sağlayabilecekleri iddiasını çürütüyor. Son on gün içinde beşyüze yakın masum sivil vefat etti.
Müşerref mutlak güç hırsı ve Washington’un teröre karşı savaş arzularına teslim olup, Pakistan toplumunun en önemli sosyal yapıtaşları ve geleneksel güçleri olan kabilelere ve medreselere karşı savaş açmıştı. Öfkeli bir subaya göre Müşerref “Pakistanlı Müslümanları Washington’un savaşını vermek üzere kendi vatandaşları ve dindaşlarının üzerine gönderiyordu”. Halkın demokrasi ve insan hakları beklentilerine karşılık vermek yerine, muhaliflerinin susturulmasına göz yummayı yeğlemişti. Benazir Butto’ya düzenlenen acımasız suikast hafızalarımızda hâlâ çok taze.
Ayrıca halkın son yıllardaki kimlik değişimini de doğru okuyamadı Müşerref. Halk artık daha çok kendine güvenen ve atak bir millî ve dinî kimliği benimsiyor ve Batı’ya daha mesafeli yaklaşıyor. İşte bu halk, hangi sebeple olursa olsun milliyet ve din bağı ile bağlı bulunduğu gruplara karşı ordunun şiddete başvurmasını hoş görmüyor. Bunlara yargıya müdahale, sıkıyönetim ilânı, geçen Ekim ayındaki seçimlere hile karıştırılması ve medyaya baskının arttırılması eklenince Müşerref’in başarısızlığı kesinleşti.
Ekonomide de karnesi parlak değil. Geçen yıl en yüksek enflasyon yaşandı ülkede. Bu yıl Pakistan parası yüzde yirmibeş değer kaybetti.
Peki şimdi Müşerref’e ne olacak?
Kendisinin Pakistan’da kalmak istediği bildiriliyor. Ama sayısız düşman kazanmış bir eski darbeci liderin ülkesinde kalması pek mümkün görünmüyor. Amerika’ya yerleşeceği haberlerini Amerikalılar yalanladılar. Newsweek üç aylığına Suudi Arabistan’a gideceğini bildiriyor. Talihin garip bir cilvesi de bu aslında. Müşerref’in darbe ile iktidardan indirdiği Nawaz Şerif de Arabistan’a sürgüne gönderilmişti. Hem de şimdi olduğu gibi bir sürü yolsuzluk iddia ve soruşturmalarıyla köşeye sıkıştırıldıktan sonra.
Şurası bir gerçek ki, ona artık her emirlerini anında yerine getirdiği Amerikan yönetiminden yardım gelmeyecek. Çünkü işleri bitti. Eğer hayatını sürdürecekse bunu yine bir Müslüman ülkede yapabilecektir. Tabiî intikam duygularının hep yüksek olduğu geleneksel kabile ve dinî gruplar bu ülkede de izini bulup öldürmezlerse.
Şimdi Pakistan’da yeni bir dönem başladı.
Otuz gün içinde yeni devlet başkanı seçilecek. Yeni başkanı 4 aydır iktidarda bulunan koalisyon hükümeti seçecek.
Ancak demokratik yöntemle seçilse dahi, yeni devlet başkanının da henüz ‘teröre karşı savaş’ını—petrol kaynakları ve nakliye yollarını tamamen güvenceye alamadığı için—tamamlamamış olan ABD’nin bu ülkenin üzerinden elini çekeceğini sanmak hayalcilik olacaktır.
|
Halil İbrahim CAN
20.08.2008
|
|
|
|