|
|
Abdil YILDIRIM |
ÖLÜMÜNE EMPATİ |
|
“Ölmeden önce ölünüz” (Hadis-i Şerif)
Gelin bugün yanalım, yarın yanmamak için
Ölelim ölmez iken, yarın ölmemek için.
Yunus Emre
Empati, Batı kökenli bir kelime olup, “kendisini başkasının yerine koyarak, onun duygu ve düşüncelerini anlamaya çalışmak” şeklinde ifade edilebilir.
Başkalarının duygu ve düşüncelerini anlamak ve kişileri ona göre değerlendirmek gerçekten çok önemlidir. “Onun yerinde ben olsam acaba ne yapardım?” diye düşünebilmek, insanın kendisini de anlamasını kolaylaştırır. Davranışlarına çeki düzen vermesini sağlar.
Bizim gibi düşünmeyen bir insanın yerine kendimizi koyabiliriz. Bir çocuğun, bir hastanın, hatta bir delinin yerine de kendimizi koyabiliriz. Ama bir ölünün yerine hiç kendimizi koyduk mu acaba? İnsan sekerât ânında iken, ölüm esnasında, ölümden sonra neler hissediyor, neler yaşıyor, nasıl bir süreçten geçiyor?
Bunları daha iyi anlamak ve ölmeden önce ölüme hazırlanmak için birçok insan ölmeden önce ölümü tatmaya çalışmıştır. Zira bir hadis-i şerifte de Peygamber Efendimiz (asm) “Ölmeden önce ölünüz” buyurmuşlardır. Dünyaya meyletmek ve gaflete düşmekten korkan İslâm büyükleri de, hayatta iken ölümü tatmak için bu hadis-i şerife uygun olarak davranmışlar, çeşitli şekillerde dünya ile ilişkilerini kesmeye çalışmışlardır. Yıllarca çilehanelerden çıkmayarak bir nev’î ölüm halinde yaşayanlar olduğu gibi, kendilerine mezar kazarak içine girip birebir ölümü tatmak isteyenler de olmuştur. En büyük mutasavvıflardan olan Hoca Ahmet Yesevî, 63 yaşına geldiği zaman Peygamber Efendimizin de (asm) bu yaşta vefat ettiğini düşünerek kendisine bir kabir kazdırır ve ölünceye kadar orada bir ölü gibi yaşar.
Gelin biz de bugün bir ölünün yerine kendimizi koyalım ve ölümün nasıl bir şey olduğunu anlamaya çalışalım. Zira “Bütün gelecekler yakındır” (Hadis-i Şerif). Yakın bir zamanda ecel bizim de kapımızı çalacak ve “vakit tamam” diyecektir. Gelecekte muhakkak başıma gelecek olan ölüm halini, şimdi gelmiş gibi düşünerek, kendi ölümümü ve sonrasını tasavvur etmeye çalıştım.
İşte bir camide sâla okunuyor. Sonunda benim ismim söylenerek “Hakkın rahmetine kavuşmuştur, cenazesi öğle namazını müteâkip defnedilecektir. Dost ve akrabalarına duyrulur.”
Morgda beni almaya gelecek olan yakınlarımı beklerken, etrafımda benim gibi cansız yatan insanları görüyorum. Şu morg denen yer de ne kadar soğuk ve sessiz bir mekân. Tıpkı çelikten bir mezar gibi. Bir an evvel buradan alınarak toprağın kucağına yatmak istiyorum. Derken dışardan ayak sesleri geliyor. Biraz sonra içinde yattığım çelik kasa çekiliyor ve cansız bedenimi buradan alıp bir tabuta yerleştiriyorlar. Namazım kılınmak üzere camiye doğru yol alıyorum.
İşte camiye geldim. Tabutumu cami avlusundaki musallaya koydular. Dostlarım öğle namazını kılmak üzere camiye girerken, ben dışarıda kalmıştım. Tabutumun tahta kapağını kaldırıp ben de camiye girmek, bir vakit daha namaz kılmak istiyordum. Biliyordum ki, sağlığımda kılmadığım ve kazaya bıraktığım çok namazlarım vardı. Biraz sonra gireceğim kabrimde ise, münker nekir melekleri bana namaza dair sorular soracaklardı. Ah keşke biraz daha zamanım olsa da kazaya kalmış olan namazlarını edâ edebilseydim. Ama artık ne kıyamda durmaya hâlim vardı, ne kıraat etmeye dilim dönüyordu.
Biraz sonra cemaat dışarı çıktı ve karşımda saf tutarak benim için cenaze namazı kılmaya başladı. Namazdan sonra “Bu mevtayı nasıl bilirsiniz?” sorusuna cemaatten kimisi içinden gelerek, kimisi de yarım ağız “İyi biliriz” derken, bazılarının hiçbir şey demediklerini görüyorum. “Demek ki kendimi çevreme bu kadar bildirebilmişim” diyorum.
Cenaze arabası ile kısa bir yolculuk yaptıktan sonra mezarımın başına varıyorum. Soğumuş bedenimi soğuk toprağa indiriyorlar. Ben de sağlığımda bazı cenazeleri mezara indirmiş, bir çoğunun da üzerine toprak atmıştım. İşte şimdi sıra bana gelmişti. Telâşlı bir çalışma sonucu defin işlemimi tamamladılar, Hoca efendi aşir okudu ve cemaat mezarlıktan ayrılmaya başladı. Amellerim ve Rabb-i Rahîmim ile baş başa kalmıştım. Meğer dünya hayatı bir uykudan ibaretmiş, kabirde uyandım. Dar, karanlık ve soğuk bir çukurda, cesedimi yemeğe gelecek olan haşerâtı beklerken, Üstadımın münâcaatı ile yalvarmak ve feryat etmek istedim:
“El-aman, el-aman! Ya Rahmân! Yâ Hannân! Yâ Mennân! Yâ Deyyân! Beni çirkin günahlarımın arkadaşlıklarından kurtar! Yerimi genişlettir! İlâhî, Senin rahmetin melceimdir ve Rahmeten li’l-Âlemîn olan Habibin, Senin rahmetine yetişmek için vesilemdir. Senden şekvâ değil, belki nefsimi ve hâlimi Sana şekvâ ediyorum.”
Ertesi gün gazetede ölüm ilânım yayınlanmıştı. Birkaç gün daha arkamdan taziye ilânları çıkmaya devam etti. Sağlığımda benden önce vefat eden bir çok kişinin arkasından yazılar yazmıştım. Acaba benim hakkımda da bir şeyler yazacak birileri olacak mıydı?
20.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Sami CEBECİ |
Hakkın arkasında dik durmak |
|
“HAKKIN hatırı âlîdir, hiçbir hatıra fedâ edilmemek gerektir” diyen Üstad Bediüzzaman Hazretleri, ne kadar önemli bir meseleyi dile getirmiştir.
Tarih boyunca hak ve doğru bildikleri meselelerin arkasında dik durmasını bilen ve hakkı hiçbir hatıra fedâ etmeyen nice kahramanlar gelip geçmiştir.
Başta, Kâinatın Efendisi Hazret-i Muhammed (asm) olmak üzere bütün peygamberler ve onların yolundan gidenler bu hakikatin sembolü olmuşlardır. “Seni, Mekke’ye reis yapalım, hazinelerimizin anahtarlarını teslim edelim, en güzel kızlarımızı verelim. Yeter ki, şu peygamberlik dâvâsından vazgeç!” teklifleri yapıldığı zaman “Sağ elime güneşi, sol elime ayı koysanız, ben bu dâvâdan vazgeçmem” diyen Sevgili Peygamberimizin (asm) şu sebatı ne kadar anlamlıdır...
Bağdat hâkimliğini kabul etmeme gerekçeleri yüzünden yetmiş yaşında kırbaçlanarak şehit edilen İmam-ı Âzam’ın ve “Kur’ân mahlûk mu, değil mi?” meselesinde, “Mahlûk değil, Kelâm-ı Ezelî’nin tecellîsidir” diyerek zindanda çile çekmeyi tercih eden Ahmet İbn-i Hanbel’in hak için dik duruşu ne kadar ibret vericidir...
Çeşitli illere sürgüne gönderilen, on dokuz defa zehir verilen, çıkarıldığı mahkemelerde haksız isnat ve iftiralarda bulunularak mahkûm edilip, inandığı hak dâvâsından döndürülmeye çalışılan Bediüzzaman’ın “Yüzer milyon kahraman başların fedâ olduğu kudsî bir hakikate, başımız dahi fedâ olsun... Eğer, başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa, her gün biri kesilse, hakikat-ı Kur’âniyeye fedâ olan bu başı zındıkaya eğmem ve bu hizmet-i imaniye ve Kur’ân’iyeden vazgeçmem ve geçemem” ifadeleriyle ortaya koyduğu hak namına dik duruşu, çağımızda ender rastlanılan bir kahramanlık sembolüdür.
İnandığı ve yaşadığı hakikatler adına bir adım atıp, zoru gördüğü zaman mehter takımı gibi iki adım geri atan ve tâviz üstüne tâviz vererek dünyevî makamlarını korumaya çalışanların, bahsi geçen dik duruşlardan alacakları çok dersler vardır. “Ne yapalım, elimizden ancak bu kadar geliyor” diyerek yapılan savunmalar, kaybedilen hak ve hürriyetleri maalesef geri getirmiyor.
İman ve inkâr mücadelesi sadece bu zamanın meselesi değildir. Hazret-i Âdem’den (as) beri sürüp gelen ve kıyamete kadar çeşitli sûretlere bürünerek devam edip gidecek bir hakikattir. Hakkın tarafında olanlar ve hak namına mücadele edenler, hukuk çerçevesinde kalarak hakkını savunmaya bakmalıdırlar. Dik duruşunu kaybederek ehl-i dünyaya şirin görünmeye çalışanlar, zaten baştan bu mücadeleyi kaybetmiş demektir. Ehl-i dünya olanlar, kendilerine muhalif kabul ettiklerini gayet iyi biliyorlar. Her türlü fitne, tezgâh ve tuzaklarla muhaliflerini ezmeye çalışıyorlar. En iyi çâre, olduğu gibi görünmek ve göründüğü gibi olmaktır. Ve zalimlere asla meyletmemektir.
Hak namına hareket ve İslâmiyete hizmet eden cemaatlerin de imtihanları ağırdır. Derin mahfiller onları da boş bırakmaz ve sürekli tahrip etmeye çalışır. Resmî ideolojinin kontrolüne girmeyen ve kendi prensiplerinden tâviz vermeyenleri, çeşitli entrika ve plânlarla etkisiz hâle getirmeye çalışır. Tesanüdü bozarak, aralarına soğukluk vererek, hattâ nefret tohumları ekerek parçalamak ister. Eğer, A plânı tutmazsa B plânı, o da olmazsa başka plânları devreye sokar. Korkutmak, yıldırmak, makam ve şöhret duygularını tahrik etmek, tamâ ve mal toplama hırsını kamçılamak ve daha nice tezgâhlar... Üstadın dediği gibi, ehl-i dalâletin hücum yolları uzun çeker.
Oyun içinde oyun, tuzak içinde tuzakların kurulduğu böyle zamanlarda yapılacak iş, gözümüzü dört açmak, tuzaklara âlet olmamak, hak ve doğru bildiğimiz hizmet tarzımızın arkasında kahramancasına dik duruşumuzu korumak ve saflarımızı sıklaştırarak tesanüdümüzü muhafaza edip, ihlâs dairesinde şevkle kudsî hizmette gayret göstermektir.
20.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Robert MİRANDA |
İslâmı seçtiğim için mutlu muyum? |
|
Geçtiğimiz bir kaç ay içinde, İslâmiyet’i seçmem ile ilgili sorular içeren bir çok mail aldım. Bunlardan bazıları bu kararımdan dolayı hiç pişman olup olmadığımı sorarken, bir kısmı da şu anki halet-i ruhiyemi merak ediyordu.
Şunu açık yüreklilik ile söylemek isterim ki, İslâmiyeti seçmem ile ilgili zerre kadar bir pişmanlık duygusuna kapılmadım. Bilâkis, önceki hâlimden kat kat fazla huzurlu ve kendimle barışık olduğumu söylemeliyim. Hayatın bütün dert ve kederleri yakamı bıraktı demiyorum ama, şimdi kendimi daha iyi tanıdığımı biliyorum ve böylece bir insan olarak ve bir Müslüman olarak kendimi geliştirmeye ve daha iyi noktalarda olmaya çalışıyorum.
Tabiî ki Amerika’da yaşıyor olmak beni hâlâ zihnen yoruyor ve zorluyor. Tüketim ve kapitalizmin en temel ilke olduğu Amerikan toplumunda yaşamaya çalışmak, zaten bir çok zorluklar içeren Allah rızası doğrultusunda yaşamak mücadelesini bir nebze daha zorlaştırıyor.
Her şeye rağmen itikadım ile İslâm’a ve Kur’ân’a inancım konusunda azim ve kararlılığım oldukça güçlü. Her gün Allah’a beni bu yola yönelttiği için ve Amerika’daki Müslümanlar ile ilişkilerimi güçlendirip nasıl iyi bir Müslüman olabileceğimi öğrettiği için şükrediyorum. “Asra yemin olsun ki, İnsan mutlaka ziyandadır. Ancak iman edenler, salih amel (iyi işler) işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır.” (Kur’ân, Asr Sûresi)
İslâmiyeti öyle bir zamanda buldum ki; Amerika’da ırkçılık gittikçe artış gösteriyordu ve insanların derilerinin rengiyle yahut inançlarıyla değil de karakterleriyle değerlendirildiği ve yargılandığı bir topluluk bilincine ulaşmak noktasında daha Amerikan toplumunun kat etmesi gereken uzun bir yol vardı.
Ne yazık ki durum böyleydi çünkü ne zaman gayri müslimlerin olduğu bir ortamda İslâmiyeti seçtiğimi söylesem, şaşkın bakışlarla ve hayret içeren ifadelerle karşılaştım. Birisi, daha bir kaç hafta önce Müslüman olduğumu öğrenince hemen Müslüman kadınların gördüğü baskılar hakkında ne düşündüğümü sormaya kalkıştı. Zaten bu konu Amerika’da İslâm konusunda en fazla yanlış bilinen meseledir. İslâm ne yazık ki; kadın düşmanı bir din gibi algılanmakta. Ben bir çok gayri Müslime Kur’ân-ı Kerim’in kadın ve erkekler arasında bir denge ve eşitliği emrettiğini anlatmak zorunda kaldım. Bediüzzaman Hazretleri de; İslâm’a, materyalistler, ateistler ve diğer bir takım gruplar tarafından emsalsiz saldırıların yapıldığı bu zamanda en acil ve önemli ihtiyacın imanı güçlendirmek olduğunu belirtmiştir.
Bu noktada Risâle-i Nur’un önemi göz ardı edilemez diye düşünüyorum. Bediüzzaman Said Nursî özellikle Türkiye’de İslâm inancının muhafazası ve canlandırılması konusunda büyük bir rol oynamıştır. Risâle-i Nur adeta çağdaş insanın zihniyet ve bilincine hitap edecek şekilde yazılmıştır. Bu öyle bir bilinçtir ki; materyalist felsefenin derin etkisi tarafından kuşatılmıştır.
Risâle-i Nur ise bu dünyada ve öte dünyada gerçek mutluluğun ancak ve ancak iman ve Allah’ı bilmek ile yakalanabileceğini belirtir. Ve ayrıca inançsız bir insanın ruhu ve vicdanında en onulmaz yaraların ve bedbahtlığın yer alacağını göstermiştir.
Diyebilirim ki; İslâmiyet’i seçmemin hikâyesinin temelinde Kur’ân-ı Kerim’e olan inancım yatıyorsa, bu hikâyenin ana kahramanı ve imanımı kuvvetlendiren temel öge ise Risâle-i Nur ve dolayısıyla Bediüzzaman’ın sözleri ve misalleridir.
TERCÜME: UMUT YAVUZ
20.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Mesajları alabiliyor muyuz? |
|
Papazın biri, bu hikmet dünyası ile kudret dünyasını karıştırırmış. Bir gün bulunduğu kilisenin avlusunu su basmış. Kayıkçının biri ona gelmiş:
“Haydi Peder, bin kayığa, kurtarayım seni!”
“Ben Allah’a inanıyorum, o beni kurtarır!”
Sonra ikincisi ve üçüncüsü gelir. Üçünü de, aynı mantık ile reddeder. Tam boğulacağı sırada:
“Ey Allah’ım, ben Sana imân ediyor, yalnız Sana güveniyorum; beni niye kurtarmıyorsun?”
Hatiften/gayptan bir ses işitir:
“Sana üç sefer kurtarıcı gönderildi, hepsini reddettin!”
Kimi fedâkâr mübelliğ insanlar, bize bazı gerçekleri anlatırlar. Bizi, ilme, tefekküre, araştırmaya dâvet ederler. İçinde bulunduğumuz çirkeften, bataklıktan, sel felâketinden kurtarmaya çalışırlar. Onları reddetmek, acaba papazın durumuna düşmekle eş değil mi?
***
İki de bir telefonumuzun mesaj bölümüne bakıyoruz: “Kimden ne mesaj geldi?” diye…
Ya, şu kâinatın unsurlarından gelen mesajları alabiliyor muyuz?
Kur’ân, hakikatlerini “âyet/işaret/delil” olarak sunar.
Kâinat kitabındaki her unsuru bir “kevnî/oluşsal” âyet olarak nazara verdiğini de dikkate almalıyız. Herbir bitki, yaprak, çiçek, meyve İlâhî bir mektup olduğuna göre; her olay, her fiil, her hareket, her renk, her desen, her ses bir mesaj taşımaktadır.
Kur’ân’ın akıl, gözlem ve tecrübelere dayalı olarak sunduğu diğer belgelerden bazıları şöyle:
“Şüphesiz göklerde ve yerde inananlar için birçok âyet vardır. Sizin yaratılışınızda ve (Allah’ın) yeryüzünde yaydığı canlılarda, kesin olarak inanan bir toplum için ibret verici işaretler vardır. Gecenin ve gündüzün değişmesinde, Allah’ın gökten indirmiş olduğu rızıkta ve ölümünden sonra yeri onunla diriltmesinde, rüzgârları değişik yönlerden estirmesinde, aklını kullanan toplum için dersler vardır. İşte, sana gerçek olarak okuduğumuz bu âyetler Allah’ın âyetleridir. Artık Allah’tan ve O’nun âyetlerinden sonra hangi söze inanacaklar? O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından bir lütfu olmak üzere size boyun eğdirmiştir. Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır...”1
Yine bu çerçevede çiçek, sinek, ağaç, balık, kuş, arı, bitki, dağ-taş, hava-su, ay, güneş, yıldızların harika yapılarıyla Allah’ın ilim, hikmet, kudret, azamet, hallâkıyet gibi sonsuz isim ve sıfatları anlatılır: “Allah size âyetlerini gösteriyor. Allah’ın âyetlerinden hangisini inkâr edersiniz!”2
Önemli olan onlardan ibret, ders, bir mesaj alabilmektir. Hastalıklar, musibetler, sıkıntılar, felâketler (deprem, sel, fırtına vs.) de birer ikaz, birer ihtardır. Onlardaki mesajın alınması gerekir.
Ey kendini insan bilen insan! Kendini ve çevrendeki olay ve nesneleri oku! Zira, kâinattaki her şey tesbih ediyor, okuyor!
Ağaçların, bitkilerin dili dönüyor! “Benim dilim dönmüyor!” demek ayıp kaçmaz mı?
Dipnotlar:
1- Kur’ân, Gaşiye, 3-6, 13.; 2- Age., Mü’min, 81.
20.08.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
|
Cevher İLHAN |
“Gençliği Koruma Kanunu” ve AKP (2) |
|
AKP İstanbul Milletvekili Edibe Sözen’in, gençlerin “ahlakî açıdan korunması”nı amaçlayan “Gençleri Koruma Yasa Teklifi Taslağı”nı geri çekmesi, Ankara’da özellikle Anayasa Mahkemesi’nin “ihtarlı” ve “ciddî uyarı”lı kapatmama kararıyla “AKP’nin dönüştürülmesi” sürecinin hızlandığı belirtiliyor. Bundandır ki kulislerde “neo AKP”den söz ediliyor.
İktidar partisinin Merkez Yürütme Kurulu üyesi ve Genel Başkan Yardımcısı Edibe Sözen’in, gençliğin içine sürüklendiği uyuşturucu illeti, sanal kumar, müstehcenlik ve kötü madde bağımlılığına karşı bazı tedbirleri ihtiva eden yasa teklifinin Başbakan’ın “fırçası”ndan sonra partinin kurumsal kimliğiyle reddi, bunun açık bir örneği…
Türkiye’de uyuşturucu, içki ve madde bağımlılığı ilköğretim dördüncü sınıfa kadar inmiş. Gençliği zehirleyen esrar, eroin ve diğer uyuşturucu madde satışı, okulların kapılarına dayanmış. Madde bağımlılığında 2004 yılında iki bin olan hasta sayısı, 2007 yılında dokuz bine yükseldiği resmî rakamlarla açıklanmakta...
Sadece son bir yılda 10 bin 588 ayrı operasyonda 23 bin 480 kişi yakalanmış; 31 ton 483 kilo esrar, 13 ton 228 kilo eroin, 169 kilo bazmorfin, 765 kilo afyon, 13 bin 313 liste asetik anhidrit, 7 milyon 609 bin 720 adet captogon, 1 milyon 47 bin 567 ecstasy hapı, 8 milyon 657 bin 287 adete uyuşturucu hapları ele geçirilmiş. Buna yakalanmayanlar eklendiğinde “dehşet tablosu” ortaya çıkıyor...
Ve şu hale bakın; tam bu esnada iktidar partisinin genel başkan yardımcısı, bir “milletvekili” olarak AB ülkelerindeki yasaları örnek alan “bireysel çalışma metni” engelleniyor; bu tehlikeye dikkat çektiği için partisinden “uyarı” alıyor…
KORUMA KANUNU, AKP TÜZÜĞÜNE VE PROGRAMINA AYKIRI İMİŞ…
Aslında ürkütücü “dehşet tablosu”nun vahameti, geçtiğimiz dönem Meclis Uyuşturucu ile Mücadele Komisyonunda da açıkça dile getirimişti. Alkol ve madde bağımlılığının Türkiye’de artık bir “felâket” haline geldiği, uyuşturucu tâcirlerinin Türkiye üzerindeki ticaret hacmi ve parekende satışlarının “imdat!” işâretleri verdiği açıkça ikrar edilmiş; buna karşı devletin mücadeledeki koordinasyonun eksikliği ve yasaların yetersizliği itiraf edilmişti…
46 maddeden oluşan Sözen’in teklifi, tamamen çocukların ve gençlerin ahlâk dışı etkilerden korumaya yönelik.
Çocukların ve gençlerin sağlıklı ruhsal ve fiziksel gelişimleri için, her türlü pornografik yayınlar poşetlenmesini ve bu materyallerin üretilmesi, ithalat ve ihracatını “izne” bağlıyor. Keza sanal kumar ve talih oyunları tuzağına düşmemeleri için 18 yaşından küçükleri internet kafelere girmesini yasaklıyor. Velileri olmadan gençlerin uyuşturucu ve kötü maddeye alıştırıldığı diskolara, müzikhollere, tavernalara ve saz evlerine girmelerini uygun bulmuyor. Ayrıca, gençlerin sağlıklı ve dengeli gelişimi için, tıpkı AB ülkelerindeki uygulamada olduğu gibi her seviyedeki okulda, her dine mensup öğrenciler için ibadethane alanı açılmasını esas alıyor.
Tamamen Anayasanın 41. maddesiyle devletin “toplumun temeli” âilenin, gençliğin ve çocukların korunmasını esas alan bu öneriler, ne yazık ki bir kısım medyadaki gürültünün ardından, öncelikle partisince reddediliyor.
AKP Genel Sekreterliğinin, Başbakan Erdoğan’ın başkanlığında yapılan son Merkez Yürütme Kurulu toplantısının ardından, “taslağın partinin programı, tüzüğü ve teâmülleriyle uyumlu olmadığını belirterek, çalışmaların partinin yetkili organları tarafından da benimsenmediği ve onaylanmadığını” açıklaması, bu açıdan ibret verici…
“YANLIŞLARI TEKRARLAMAMA” YANLIŞI…
Anlaşılan o ki, iktidar partisi, “karar”dan sonra Başbakan’ın örtülü açıklamasıyla “laikliğe bağlılık” ve mâlûm mahfillerce öngörülen “çerçeve”nin dışına çıkmamada kararlı. Dahası carî sistem ve rejimle daha da “entegre” olma hesabına bundan böyle “yanlış” yapmamaya ve “yanlışları tekrarlamama”ya yeminli…
“Yanlış” dedikleri, siyasî iktidarın milletin talep ve beklentilerine göre özellikle inanç, ahlâk ve mânevî değerlere dair düzenlemeler...
Görünen o ki AKP siyasî iktidarı, bundan böyle “gerginlik olmasın” mülâhazasıyla ve “Dolmabahçe görüşmesi” ve “kapatma kararı” öncesinde yapıldığı belirtilen “pazarlıklar” gereği, “uysal” olmaya karar vermiş. Bilhassa inanç ve ibadet hürriyeti ile mânevî değerlere ait temel hak ve özgürlüklerde tâvizkâr, çekingen, teslimiyetçi tutumuna daha ürkek bir biçimde devam edecek…
Tıpkı zinanın suç sayılmasına dair yasanın Başbakan’ın tâlimatıyla apar topar geri çekilmesi; YÖK yasasının ve her yıl binlerce meslek okulu mezunuyla birlikte imam hatip mezunlarını mağdur eden katsayı haksızlığının düzeltilmemesinin direktifle ertelenmesi gibi. Ya da Kur’ân kurslarında hâlen devam eden ve yüzbinlerce öğrencinin dininin temel kitabı Kur’ân öğrenimini engelleyen yaş yasağının bir türlü kaldırılmaması çekingenliği misali…
Porno, uyuşurcu ve sanal kumara karşı “Gençleri Koruma Kanunu” teklifinin resmen “partinin tüzük ve programı ile uyumlu olmadığının, yetkili organlar tarafından benimsenmediği ve onaylanmadığının” ilânı, bunun ilk sinyali…
20.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
TSK'da farklı süreç |
|
Yüksek Askerî Şûrâ toplantısı, orgeneral düzeyindeki bazı üst düzey emekli TSK mensuplarına da uzanan Ergenekon operasyonunun devam ettiği bir ortamda gerçekleşti.
Ergenekon’la ilgili yayınlarda, örgüt bağlantıları bağlamında çok sayıda eski TSK mensubunun adının gündeme gelmesi, haliyle Genelkurmay açısından hayli sıkıntılı bir süreci başlattı.
Ve bu sıkıntı, zaman zaman “Maksatlı bir şekilde TSK’nın yıpratılması hedefleniyor” mesajını içeren kurumsal açıklamalarla açığa vuruldu.
Ama Genelkurmay’ın, şimdiye kadar bu çeşit konularda izleyegeldiği ve “Kol kırılır, yen içinde kalır” mantığını yansıtan çizgiden Ergenekon olayında ayrılarak, operasyonun en azından kamuoyunca bilinen aşamalarında engelleyici bir tutum sergilememiş olması da dikkat çekiciydi.
Gözaltıların emekli orgeneral düzeyine kadar çıkması bile Genelkurmay’ın bu tavrını değiştirmedi. Ve bu durum, “Artık asker de arınma ve temizlenmeden yana” yorumlarına kapı araladı.
Gerçi gelişmeleri “iç hesaplaşma” olarak gören değerlendirmeler de yapılıyor. Ama öyle dahi olsa bir tasfiyenin söz konusu olduğu aşikâr. Bu tasfiyenin köklü ve derin bir tasaffîyi de getirip getirmeyeceği ise zaman içinde ortaya çıkacak.
Son YAŞ’ın en önemli sonuçlarından biri, Genelkurmay Başkanlığı makamında bir değişimin daha kazasız belâsız gerçekleşmiş olması. Yeni Başkan, öngörüldüğü şekilde Org. İlker Başbuğ.
Bilindiği gibi, Başbuğ hakkında da, iki yıl önce Büyükanıt için yapıldığı gibi bir yıpratma ve karalama kampanyası açılmıştı. Ve bunun gerek Ergenekon’la, gerekse AKP hakkındaki kapatma dâvâsıyla olan girift irtibatları, meseleyi daha da kritik hale getiriyordu. Ama sonuç kurallara ve yerleşik teamüllere uygun şekilde gerçekleşti.
Bunun anlamı, Özkök’le başlayıp, söylem düzeyindeki bazı nüanslara rağmen Büyükanıt’la süren çizginin, aynı ekolden Başbuğ’la devam edecek olması. Bu çizginin farkı, Ergenekon’da somutlaşan klâsik darbeci yaklaşımı benimsemeyip, değişen iç ve dış şartlar muvacehesinde daha “sofistike” yöntemlerle tavrını ortaya koyması.
Bu yöntem değişikliğinin özde de bir farklılaşmayı yansıtıp yansıtmadığını söylemek şu aşamada henüz mümkün değil. Büyükanıt’ın AKP hakkındaki AYM kararı için yorum yapmaktan kaçınırken TSK’nın laiklik görüşünün hiçbir zaman değişmediğini yine vurgulaması ise manidar.
Buna mukabil, son YAŞ’ın en çok tartışılan sonuçlarından biri, Şûrânın yıllar sonra ilk kez ihraç kararı almadan neticelenmesi. Bilhassa “irticaî ihraçlar”la anılır hale gelen Şûrâ kararlarında bu defa böyle bir maddenin yer almaması neden?
İşin bilhassa irtica bağlantılı yönü, bu meselenin siyasetteki en takıntılı takipçisi olan CHP ve aynı tandanstaki medyatörler tarafından hemen çok büyük bir sorun edasıyla gündeme getirildi.
Haklı olarak komuta kademesini ciddî şekilde rahatsız eden “pazarlık” iddiaları telâffuz edildi.
Ve bilâhare, tartışma daha fazla büyümeden CHP liderinin partililerine fren koymasıyla ve Büyükanıt’ın veda ziyaretleri programına CHPyi de almasıyla, polemik nisbeten yatışmış gibi oldu.
Ama izleri ve tortuları devam ediyor.
Hatırlanacağı gibi, evvelce de Kuzey Irak operasyonunun dönüş aşamasında asker CHP’nin ve yanı sıra MHP’nin ağır eleştirilerine hedef olmuş, bunun üzerine Genelkurmay “muhalefete muhtıra” olarak algılanan sert bir bildiri yayınlamıştı.
“İhraçsız YAŞ” polemiği bunu da hatırlattı.
Bütün bunlar bir araya getirilerek topluca değerlendirildiğinde ortaya çıkan tablo ise herhalde şöyle bir yorumu yapmaya imkân veriyor gibi:
Tek parti döneminde yıllarca uygulanıp 27 Mayıs ‘tan itibaren açıkça telâffuz edilen “ordu+ CHP=iktidar” formülü nihayet tarihe karışır ve asker siyasetten el çekerken, TSK darbe ve müdahalelerin kendisine de verdiği zarar ve tahribatı görüp tamir ve telâfi çabasına girmeye başlıyor.
Dileriz, bu süreç sağlıklı şekilde gelişerek sürer.
20.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Başkan’ın bütün adamları gidiyor |
|
Bush gitmeden önce bütün adamları teker teker gitmeye başladı. Afganlı rakip müttefikler ‘özde değil sözde’ deseler de Müşerref, Washington’ın İslamabad’daki mutemet adamlarından birisiydi. Daha doğrusu teröre karşı savaştaki ön cephedeki müttefiklerinden birisiydi. Bu nedenle de Müşerref, 11 Eylül rejiminin Pakistan’daki mutemet adamı olarak sivrilmişti. Müşerref’in örneklerinden ve rol modellerinden birisi olan Kenan Evren de 12 Eylül’ü yaptığında darbeyi haber alan Başkan Carter ‘Bizim çocuklar işi bitirdi’ demişti. Dönemin CIA’in Türkiye İstasyon Şefi Paul Henze ‘our boys’ ifadesini inkâr etmeye yeltendiğinde Mehmet Ali Birand’tan ağzının payını almıştı. ‘Halep oradaysa arşın burada’ diyerek konuşmanın tutanaklarının yer aldığı kaseti çıkararak lafı ağzına tıkmıştır. Amerikalılar veya onlar namına NYT veya Washington Post genellikle başyazılarında sık sık ‘Bakü’deki adamımız’, ‘İslamabad’daki adamımız’ ifadelerine başvururlar ama Bush tekauta ayrılmadan müttefiklerinin çoğu birer ikişer iktidardan devrilmeye başladı bile. Önce Olmert pes etti ve ‘Artık başarısızlıklara da yolsuzluk suçlamalarına da muhatap olmak istemiyorum, siyasete veda ediyorum’ diyerek siyasî kariyerine son verme kararı aldı. Olmert’in ve İsraillilerin canla başla destekledikleri Saakaşvili ise bir çuval inciri berbat ederek kendisiyle birlikte Bush’u da madara etti. Böylece ‘Akılsız dost düşman başına’ dedirtti. Müşerref ise altının ve arkasının tamamen boşalmış olduğuna bakmaksızın hiçbir şey olmamış gibi davranmayı yeğledi ve denedi. Göz pınarlarına hakim olamayarak bir türlü sıcak koltuğa veda etmeye yanaşmadı. Horoz ölür, ama gönlü çöplükte kalır misali sürekli olarak iktidarda kalmanın yollarını aradı. ‘Fakat güç oyunu bozar’ kuralını bir türlü anlayamadı. O yıprandıkça, güç; el ve merkez değiştirdi. “Giderken yine de kuyruğu dik tutma’ pahasına “Yaşasın Pakistan, her şey Pakistan’ın âli menfaatlerine kurban olsun” dediyse de kendisinden başka buna inanan çıkmadı. Aslında iktidarda kalmak için son ana kadar çırpındığı hatta tekrar Meclis’i fesh ederek ve halka kanlı kokteyl yaparak iktidarda kalmayı sürdürmek istediyse de Pakistan’da değişen güç dengeleri buna müsaade etmedi.
***
Bir yıldan beri Müşerref’in akibeti belli olmuştu. O sadece uzatmaları oynuyordu. Aslında mesele Beşşar Esad’ın zoraki ve zorlama bir şekilde Emil Lahud’un cumhurbaşkanlığı süresini uzatmasına benziyordu. Bu zorlamanın ölümcül bir geri dönüşümü olacağını fark edemiyordu. O da üst üste büyük hatalar yaptı. İslâmî hareketlere karşı oldukça nobran ve kaba hatta vahşi davrandı. Yüksek Mahkeme Başkanı Çavduri’yi çok çirkin bir biçimde görevden aldı. Bununla da kalmadı; Lal Mescid’e çok kanlı bir baskın düzenletti. Bunun yanında Galteri gibi Latin Amerika generallerinin yaptığı yanlışı yaptı. 11 Eylül suçlamalarıyla alâkalı yüzlerce Pakistanlıyı ve Afganlıyı Guantanamo seferine çıkarılmak üzere Amerikalılara para karşılığında teslim etmişti. Bu kadar denaeti daha önce hiçbir Pakistan lideri gerçekleştirmemişti. Ziya ül Hak kadar iktidarda kalan Müşerref geride hiçbir iyi anı bırakmadı. Tam da Ziya’nın karşı devrimi oldu. Zorlama ile kendisini yeniden cumhurbaşkanı seçtirdi. Ama genelkurmay başkanlığını General İşfak Perviz Kiyani’ye bırakırken gözyaşlarının akmasına mani olamamıştı. Sanki yıldızları kendisiyle birlikte mezara götürmek istiyordu. Ama sonra gözyaşı akıtmakta haklı olduğu ortaya çıktı. Zira sivil hayata adım attığı gün aslında döneminin de sonuna gelinmişti. Her ne kadar Kiyani onun himayegerdesi ve adamı olsa da nihai kertede güç dengelerine göre hareket edeceği kesindi. Müşerref ondan sonuna kadar sadakat bekliyordu. Fakat daha o gün BBC gibi kurumlar tahlillerinde şunu yazmışlardı: Kiyani her ne kadar Müşerref’e bağlıysa da ülkesine bağlı olduğu da ayrı bir gerçekti. İki sadakat çatıştığında hangisini tercih edecekti? Bu, Aristo’nun, üstadı Eflatun’a söylediği söze benzer. Hocam Eflatun ile, hakikat birbirine ters düştü. Her ikisi de dostum, ama hakikat sadakata daha lâyıktır.
Müşerref’in işi gücü koltuğunu muhafaza etmekti. Bunun için yapmayacağı yoktu.
***
İktidar yıllarında düşmanları giderek çoğaldı. Bunun sonucunda eski rakipler Nevaz ile Benazir, Londra’da bir araya geldi ve muhalefet çatısı ve cephesi kurdular. Müşerref bunları birbirinden ayırmak için elinden geleni arkasına koymadı. Benazir Butto ile ABD’nin arabuluculuğuyla iktidarı paylaşma anlaşması yaparak Nevaz’ı devre dışı bıraktı. Bunun sonucunda Benazir ülkesine geri döndü ve seçimlere hazırlanmaya başladı. Bu arada 10 yıllığına sürgünde kalmak için anlaşan Nevaz da yeni dönemle birlikte ülkeye dönmüş ama havaalanında zorla alıkonulduktan sonra gerisin geri geldiği yere postalanmıştı. Nevaz Şerif 8 yıldır Suudi Arabistan’da sürgünde yaşıyordu. Sonra Müşerref olayları kontrol edememesi sonucu Nevaz Şerif ülkeye yeniden dönmüş ama bu sefer de Şubat ayında yapılan seçimlere katılamamıştı. Kendisi ve kardeşini Müşerref cezalandırmıştı. Ancak 27 Aralık tarihinde Benazir Butto şüpheli bir suikasta kurban gitti. Müşerref ve avanesi bundan dolayı İslâmî kesimleri ve Beytullah Mehsud’u suçlarken, PPP gibi partiler orduyu ve Müşerref’i suçluyorlardı. Ertelenen seçimler Şubat’ta yapılmış ve seçimlere hile karıştıracağı ifade edilen Müşerref’in Parlamento’daki ortakları seçimlerden büyük bir hezimetle çıkmışlardı. Pakistan halkının yüzde 80’inden fazlası Müşerref’in derhal iktidarı bırakmasını istiyordu. Oyların büyük kısmını Pakistan Halk Partisi ile Nevaz Şerif’in İslâm Birliği kazanmıştı ve sonrasında iki parti koalisyon ortaklığı kurdu ve Müşerref’i devirmek için düğmeye bastılar. Bu arada suikasta kurban giden Benazir Butto’nun koruma müdürü de şüpheli bir şekilde ortadan kaldırıldı. Bu da komplo ve suikasttaki ordu şüphesini artıran faktörlerden oldu. Müşerref pes etmiyordu, ama artık çevresi tamamen boşalmıştı. Danışmanı Müşahid Hüseyin bile artık çekilmesi gerektiğini telkin ediyordu. Bush, Haziran ayında çekilmemesi yönünde telkinde bulunmuştu. Ama etrafındaki çember daralınca Müşerref’i terk etmişti. Hatta istifa veya azil süreciyle karşı karşıya kaldığının haftası Bush’u iki defa aramış, ama Bush telefonlarına çıkmamıştı.
Artık Amerikalı patronlar Şah gibi angaryaları istemiyorlar. Onlara başarılı iktidarlar ve muktedir liderler lâzım, yoksa angaryalar değil. İşini bilen kaptan hesabı. Müşerref’in son umudu kalmıştı. Ordunun himayesine başvurmak. Ama ordu Revalpindi toplantısında mesajını vermişti: İç politikadan ve siyasi çalkantılardan uzak duracaktı. Müşerref dımdızlak sahipsiz ve ortada kalmıştı. Muhalif koalisyonun kurulmasından itibaren Müşerref dışlanmış ve derhal çembere alınmıştı. O ise son bir hamle ve üçüncü darbe ile Meclis’i feshetmek ve sıkı yönetim ilan etmek ve halkı sindirmek istiyordu. Ordu ise bunun olası ve muhtemel reaksiyonlarından korkuyor ve ülkeyi bir iç savaşa sürüklemek istemiyordu. Müşerref bu şartlar altında çar naçar 18 Ağustos tarihinde istifasını ilan ediyordu. Ve onun döneminde Pakistan, Afganistan’ı kaybettiği gibi Keşmir’i de kurtaramadı. Halbuki Afganistan işgali noktasında ABD ile ittifakını bu şekilde gerekçelendirmişti. ‘Afganistan’ı verdik ama Keşmir’i kurtardık’ diyordu. Eğer Müşerref bir dönem daha kalsaydı belki de Belucistan gibi eyaletler bile ayrılma sırasına girebilirdi. Gidişi olsun da bir daha dönüşü olmasın… Müşerref’le birlikte Bush, bir başka cephede daha kaybetti.
20.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|