|
|
Nejat EREN |
Barla’da hayatı, imânî değerlerle okuyup yaşamak! |
|
Nöbet bize geldi. Biz davete icabet ettik. Dostlar şevk ve teşvike geldi. Birlikte müzakere ve muhasebeler icra ettik.
Geçen yıl çok hikmetli—zahirî—bir maddî musibet, hastalık sebebiyle Barla’ya gelememiştim. Barla, bir çok nur hadimleri gibi benim de bir “gönül sevdamdı.”
İnşaasından açılışına kadar tam beş yıl her safhasında emeğim olan Yeni Asya Barla Sosyal Tesislerinde bu yıl doya doya bir on beş gün geçirdim. Çok farklı, renkli, çeşitli kesim ve gruplardan değerli dostlarla birlikte olduk.
“Seyda’nın sevdasına” katılanlarla, takılanlarla birlik ve beraberlikti bu.
Burada mânevî ummanlara daldık. Okuduk, okuttuk, dinledik, konuştuk, konuşturduk, müzakere ettik, müzakere edilenlerle ruh, nefis ve his dünyamızdaki “kara delikleri” kapamaya çalıştık.
“Başkalarına değil kendimize” yönelmeye gayret ettik. Nefsin desiselerinden kurtulmanın çarelerini bulmaya çalıştık.
En büyük eksikliğimiz olan, “hakikatlerin nefiste tatbikatına” eğilmeye, meyletmeye çalıştık.
İhlâs risâlesinin “lâakal on beş günde bir defa okunması gerektiği” ihtarının önemini ve onsuz kaybolan yılların nefisle-rimizde ve mabeynimizde açtığı tahribatı idrak etmeye gayret ettik.
Hakikatleri çok okuma ve ezberlemek kadar “tatbikatında” olan eksikliğimizi bulup, çözüm aramaya gayret gösterdik.
Yolumuz “On Üçüncü Şuâ”dan geçti bir hafta boyunca. Okuduk. Tekrar okuduk. Dakikalarca, saatlerce “yol haritası ve nur pusulası” olan bu harika “lâhikalardan” dersler çıkarmaya çalıştık. “Medrese-i Yusufiye” devrinin beşeriyete bakan korkunç yönüne rağmen, kaderin sevkiyle oralarda görevlendirilen başta asrın büyük müceddidi, imamı, mânevî tabibi, müftüsü ve fetvacısı, zamanın muhterem ve muhteşem “garibinin” peygamber yolu olan hakiki ihlâs, sabır, sadakat, metanet, itidal, muhabbet, istikamet ve tahammül gibi sıfat ve hususiyetlerini bu açılardan müşahede etmeye çalıştık.
Barla, bir başka bahar, bir başka sevda olmuş gönüllerde. Yurt içinden, yurt dışından çok farklı ve mizaçlı gönül erlerini misafir ediyor şimdilerde. Maneviyât sahasının meyveli bahçelerinin gül çiçekleri, Cennet saraylarının dünya misâlleri olarak duruyor ve o sıfatla ağırlıyor misafirlerini.
Ulvî kelâm, kâinat kitabının mu’cizevî yansımalarının arz sathına şule şule yayılan parıltılarıyla cazibe merkezi olmuş onu seven ve takdir eden gönüllerde. Hasbî dostlar, can kardeşler, muhabbet fedaileri, nurun sebatkâr, istikametli müdavimleri, saff-ı evvelleri takip eden genç nesl-i cedid burada Üstadına ve dâvâsına “sadakte” deyip gelecek asır ve nesillere hizmet götürme telâşındalar.
Tohumların meyveye dönmesi için, toprak ananın çilehanesi karanlık çukurlara gerek olduğu gibi; Barla, “Nur Hizmetlerine” bir çekirdek ve “çilehâne” olmuş. Nur Risâlelerinin beş bin sayfaya yakın kısmı bu mekânda, bu menzillerde ihtar edilmiş, ilham edilmiş.
Eskişehir zindanlarında başlayıp, Kastamonu tarassudâtı, Denizli ve Afyon zindanlarından Emirdağ sürgününe uzayan uzun, meşakkatli, kasavetli ve zor bir serüven ve maceranın başlangıç noktası Barla’dır! Ama şimdilerde Barla, geçmişiyle, bağrında barındırdığı müstesna misafirine ittibâ edenlerle iftihar ediyor. Ve şimdi bu mutluluğu taşıyla, torağıyla, dağıyla, ovasıyla, gölüyle, pınarlarıyla, her kesimden misafirleriyle ve bahtiyar sakinleriyle doya doya birlikte yaşıyor.
“Çileyi” kendine rehber eden peygamber varisi, mazlum, mağdur ve merhum sâkini, meleklerin alkışlayarak uğurladığı meçhul mezarında işte haşrin sabahını böyle bir mutlulukla bekliyor!
Hapishaneleri medrese, evleri dershane, binekleri Rahmanın düldülü, mekânları mescid, dağları fikirhâne, ovaları şükürhane, kürsüleri hakkın tebliğ platformu, gönülleri dostluğa yönlendiren ve eğiten büyük Üstadım, mahir usta, müdakkik sanatkâr! Bu millet, bu ümmet, bu beşeriyet, bu kâinat sana minnettardır!
Gerek maddî, gerekse de manevî havasıyla ruh ve gönüllere rahatlık ve huzur veren bu mübarek mekânda, vazgeçemeyeceğiniz, vefalı dostlarınızla, aile efradınızla, ahbap ve arkadaşlarınızla birlikte olmak için her türlü vesileyi kullanmanızı bir defa daha hatırlatmayı bir hizmet ve vefa borcu biliyorum.
“Kendinizle barışmaya” yardımcı olmak, 1926’ların karanlıklı ve kasavetli havasından bu günlere gelmenin derin ve takat üstü o muhteşem serüvenini dağlarla, tepelerle, ağaçlarla, binalarla, mezar taşlarıyla yeniden yaşamak ve kabrinde yatıp cennet sabahlarını bekleyen o müstesna “Isparta Kahramanlarının” inanılmaz kudsî hizmet aşk ve sadakatini görmek ve bu aziz hatıraları hayalen yaşamak için seçilecek bir başka beldedir Barla!
Kendi eksiklerimizi görüp daha mükemmele gitmek kadar, kendimize ait olan bu güzel tesislerimizin de daha mükemmel olması ve siz değerli dostlarıyla daha güzele gidebilmesi için, sizin eseriniz olan mülkünüzde her zaman güzellikleri, güzel insanlarla yaşamak ve paylaşmak için size ve bu aciz kardeşiniz olan hizmetkâra bir vazife tevdî edildi. O da, bu güzel tesisi daha mükemmele götürecek çalışmaları yapmak ve daha çok hizmete açık tutmak. Kış, bahar, yaz demeden her türlü müştak gönüllere açık ve hazır halde hizmette devamlılığını sağlamak. Bunu hep birlikte sağlayabilir ve başarabiliriz. Hizmet, “himmet” ve kesintisiz ziyaretlerinizi bekli-yoruz. Daha iyi günler ve hizmetler için. Hem geçmiş ecdadımıza vefa borcumuz, hem kendi hayatımıza katkı, hem de gelecek neslimize borcumuz olduğu için bu manevî seferberliği birlikte yürütmeliyiz.
Barla’da okuma ve tefekkür dolu günlerde birlikte olmak, okumak, gezmek, tefekkür etmek ve mânevî saadetleri birlikte paylaşmak ümit ve tesellisiyle.
22.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
“İçgüdü” mü, sevk-i İlâhî mi? |
|
AZ çok herkeste bulunan önsezi özelliği yalnız insana mahsus değildir. Hayvan, hatta bitkilerde de (duyarlı antenlerle) “İlâhî sevk” şeklinde önseziler vardır. Ne yazık ki, 19 ve 20’nci asrı etkisi altına alıp çalkalayan seküler, lâdinî, ateist felsefe ‘sevk-i İlahî’yi, “kendi kendine oluyor veya tabiatın icâbı” diyerek “içgüdü” kılıfıyla örttü.
Akıl/ilim, araştırmalar göstermiştir ki, atomdan yıldızlara, milyonlarca hayvan türleri ve bitki çeşitlerine dek her varlığın, hem kendi içinde hem de diğer tüm unsurlarla öyle harika/girift bağlantıları var ki, içeriden değil, mutlaka dıştan sonsuz bir akıl, ilim, irade ve güç sahibi tarafından idare ve sevk edilmesi gerekir.
Hayvan ve bitkilerin de “ilhamla/İlâhî bir sevkle” yönlendirildiklerine delil, onların yaptığı harika işleri yüz milyonlarca akıllı, şuurlu ve bilgili insanın bir araya geldikleri halde yapamamaları, âciz kalmalarıdır.
Meselâ kedi gibi bazı hayvanların gözü kör olduğunda, kaderin sevkiyle gidip gözüne ilaç olan otu bulup sürmesi, kartal gibi (etobur) kuşların fersah fersah uzaklardaki hayvan ölüsünü fark etmesi, bir günlük arı yavrusunun, havada bir günlük mesafede izini kaybetmeyerek ve yuvasını karıştırmayarak dönüp dolaşıp gelmesi; bülbülün yuvasını çorap gibi örmesi, anestezi yapan sivrisinek, binlerce kilometre uzaklara göç eden kuş ve balıkların yerlerini bulması vs... nasıl içgüdü olabilir?
Demek, onlara İlâhî sevkle ve ilhamen bildirilir. İlâhî Kudret ve izinle bütün hayvanların melâikeden bir çobanı var ki onları yönlendiriyor…1
Bir arının, bir çay kaşığı balı yapabilmek için günde 18 bin çiçeğe konduğu, bilimin tespitleri arasındadır. (Sanki her bir çiçek, 18 bin âlemden birisini temsil ediyor). Bu kadar karmaşık yollardan sonra tekrar kovanını bulması, içgüdüyle izah edilip geçiştirilebilir mi?
Kezâ tavuk, inek, kurt, kedi, köpek gibi hayvanların depremin yaklaştığını hissetmeleri de ilim ve tecrübeyle sâbittir. Ki, kimi garip sesler çıkarıyor, kimisinin vücut hareketleri değişiyor, kimisi deprem bölgesini terk ediyor...
Ya patates, soğan, pancar gibi sebzeler, toprak altındaki karanlıkta nasıl büyüyüp gelişiyorlar? İpek gibi yumuşak kökler nasıl taşı toprağı deliyor, ihtiyaçları olan kimyevî elementleri (gıdayı) hassas ölçüyle şaşırmadan ayırt edip alıyorlar?
Atomdan galaksilere kadar her şey, nasıl yörüngesinden sapmadan, nizam ve intizam içinde yoluna devam ediyor?
Bunlar apaçık, sevk-i İlâhî şeklindeki önsezinin varlığını göstermiyor mu?
Dipnot:
1- Emirdağ Lâhikası, s. 81.
22.08.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Halil USLU |
Rusya ve nükleer güç harekâtı |
|
148 MİLYON nüfuslu Rusya Federasyonunun, Güney Osetya’nın Federasyona iltihakı ve Gürcistan’ın karşı çıkıp müdahale hakkını kullanması neticesinde bir deprem şiddetinde o havaliyi sarsması, bini aşkın kişinin ölümü, sivil yerleşim alanlarının tarümar edilmesi ve akabinde, başta BM ve emsâli kuruluşların ve ABD’nin geri çekilme talepleri karşısında geri çekilirken bölgeye yerleştirdiği “SS-21 taktik füze rampası”1 ile bölgeyi kontrol altına alması ve Gürcistan’ın başşehri Tiflis’in atış menziline girmesi düşündürücüdür.
Bunlar olmadan önce 2008 yılının başlarında dünya basınının önde gelen gazetelerinin başlıkları şöyle idi: Rusya 2008’de balistik füze üretimine başlayacak. Birleşmiş Milletler binasında nükleer panik yaşanıyor. Putin’den NATO’ya göz dağı. Putin: “Nükleer savaşa hazırlanın”. Rusya, İngiltere’ye nasıl sızacaktı? Tehlikeli yol. Casus krizinin nedeni aslında enerji kavgası. Putin: “Benzersiz füze geliştiriyoruz”. Rusya’dan soğuk savaş füze denemesi. Rus savaş gemisi nükleer saatli bomba vs. vs.
Nükleer güce sahip ülkelerden Rusya da stratejik nükleer gücünü geliştirmek için çok çalışıyor, bu çerçevede yeni, modern füzeler üretiyor, bunları deneyip duruyor. Geçen yılın sonlarında denediği Topol-M, bu modern stratejik füzelerin en sonuncusu idi. Topol-M’ler bir batarya halinde, 6.000 kilometre menzile, bir megaton imha gücüne sahip bataryalar ki, bir megaton 1945’te Hiroşima’ya atılan atom bombasından 75 kat daha güçlü.
Bu sahada Rusya, İngiltere ve ABD başta olmak üzere Hindistan, Pakistan, Çin, Kuzey Kore, İran, Fransa ve İsrail gelmektedir. Bunlara dünyanın müştereken dur demesi lâzımdır. Geçmiş dönemlerde Brüksel Savunma Planlama Komitesi ve Nükleer Planlama Grubu Bakanlar Toplantısı yapıldı ve her yıl devam etmektedir ve edecektir. Burada alınan kararlara göre, özellikle mezkûr ülkelerde acilen nükleer sınırlandırılmaya gidilecektir ve gidilmektedir.
2008 yılı başında START II Antlaşması ve nükleer denemelerin yasaklanmasına dair kapsamlı Antlaşma’nın Rusya tarafından benimsenmesi, daha fazla indirim sağlamaya ve nihayetinde nükleer silahların küresel çapta ortadan kalkmasına uzanacak önemli adımlardır. Dünya START II’nin uygulanmasını heyecanla bekliyor ve Rusya Federasyonu ile Amerika Birleşik Devletlerinin START III Antlaşması çerçevesinde yapacakları görüşmelere dünyanın kısm-ı azamı destek veriyor. START antlaşmalarına göre, stratejik nükleer savaş başlıkları stoklarını % 80 oranında azaltacaktır. Bu iki gücün daha büyük oranlardaki nükleer silahlarının daha fazla indirime gideceği hakkında hayırlı gelişmeler vardır.
Rusya’daki 1251 üniversitenin ilim adamlarının en mühim işleri bu ateşi durdurmaktır. 7 milyarlık dünya ailesinin 2 milyarı okuyor. Bunların hedefi ne olmalıdır? Bu genç neslin hedefi mutlaka maddî-manevî tekâmül ve barış olmalıdır. Eşref-i mahlukât olan insan dünyada her şeyi yapabilir, çağı ve çağları yakalayabilir, kainâtın bir çok sırrına vakıf olabilir, maddî her sahada kalkınabilir. Fakat barış olmadığı müddetçe hiçbir şey yapamaz, eriyen buz dağlarına döner. Böyle bir dünya barışa, huzura çok muhtaç.
1987’de gerçek veçhesiyle dünyaya açılan ve 70 yıllık istibdadı izale etmeye çalışan Rusya Federasyonu, büyük Avrasya ve Türkistan coğrafyasında büyük dünya ailesinin ve özellikle Türkiye’nin her cihetle çok çalışması lâzım. Çünkü devletler arasındaki terörizmi, savaşları ve insan katliâmlarını durduracak ancak dindir. “Dinsiz bir millet yaşayamaz”2 tespiti gerçeğin ta kendisidir. Karadeniz havzası iş birliği ve ittifakı ayrı bir sahifedir.
Dipnotlar:
1- Dünya basını, 18 Ağustos 2008
2- Münâzarât, B.S.Nursî.
22.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Allah’ı bilmek üzerine |
|
Leyla Ertokuş: “Yüce Rabbimizin 99 ismini bilmenin ve ezbere okumanın faydaları nedir?”
Biz “mümkün” varlıklarız. Allah ise “vacib” varlıktır. Yani bizim varlığımız bütünüyle Allah’ın iradesine ve kudretine bağlıdır. Allah’ın varlığı ise kendinden ve zorunludur. Allah Teâlâ’nın dışında zorunlu varlık yoktur. Bu hakikati bir ölçüde “Lâ ilâhe illallah” sözüyle ifade etmiş oluyoruz. Zorunlu Varlık olan Allah’ın zatını ise, mümkün varlıkların kavramalarına imkân yoktur. O’nu ancak yüksek nitelikleri ile, güzel isimleri ile, kemal sıfatları ile ve kâmil fiilleri ile bir nebze kavrayabiliriz. O’nu sahip bulunduğu yüksek nitelikleri ve sıfatları ile kavramak için ise, güzel isimlerini öğrenmemiz, bilmemiz ve kavramamız gerekir.
Kur’ân, Allah’ın isimlerini bize “Esmâ-i Hüsnâ” tabiri ile tanıtır.1 Esmâ-i Hüsnâ, en güzel isimler demek olup; Allah’ın sahip bulunduğu sıfatların ism-i fâil cinsinden, yani özne cinsinden adlarıdır. Her isim bir İlâhî sıfatı, vasfı ve niteliği adlandırır. Yüce Allah, kendisini Kur’ân’da ve Sevgili Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâmın dilinde bine yakın isimlerle anmıştır. O Kendisini hangi isimlerle isimlendirdi ise O’nu bu isimlerle tanırız. Kendisine vermediği bir isimle kendisini zikretmeyiz. Çünkü şanına ve yüceliğine yakışan en güzel isimleri, O Kendisi için zikretmiştir; biz O’na uyarak O’nu Kendisi için zikrettiği isimlerle tanırız ve anarız. Meselâ, Allah’a “tanrı” demeyiz. Çünkü Allah kendisine “tanrı” dememiştir.
Babasını hiç görmemiş ve vasıflarını hiç bilmeyen bir çocuğun merakını takdir edersiniz. Babasına kavuşmayı ne kadar arzu eder. Ona bir gün kavuştuğunda ağzından düşürmediği tek isimle, “babacığım” ismiyle çağırışı görülmeye değer. Bu ismi de bilmediğini düşünürseniz, babasını nasıl çağıracak ve babasının o engin şefkatini kendisine nasıl celb edecektir?
İnsanoğlu Allah’ı isimleri ile bilmeye ne kadar muhtaçtır? Çünkü kul olarak ne kadar aciz, ne kadar fakir, ne kadar güçsüz, ne kadar çaresizdir! Başı her derde girdiğinde çağıracak, gönlü her sıkıntıya uğradığında duâ edecek, kalbi her darlığa düştüğünde niyazda bulunacak, ruhu her musibete girdiğinde kapısını çalacak büyük ve merhametli bir Sâhib’e ne kadar muhtaç!
Peygamber Efendimiz (asm) hiç olmazsa Allah’ın doksan dokuz isminin bilinmesini, bu isimlerin zikredilmesini, tefekkür ile her an hissedilmesini istemiş ve Allah’ın isimlerini anlayarak bilenleri Cennet’le müjdelemiştir.2 Kendi mübarek diliyle yaptığı duâ ve niyazlarda Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) hep Esmâ’ül-Hüsnâ ile Allah’a sığınmıştır. Kendisine (asm) Cibril-i Emin vasıtasıyla vahyolunan Cevşenü’l-Kebir, Esmâü’l-Hüsna ile yapılmış bir duâ ve niyaz hazinesidir.
Bedîüzzaman Saîd Nursî hazretlerinin altı bin sayfayı aşkın Risâle-i Nur eserleri de, iman esaslarını ve İslâmiyet’in hak din oluşunu Allah’ın isimleri ile izah ve ispat etmiştir.
Bizler Allah’ın kullarıyız. Sevincimizde, üzüntümüzde, derdimizde, sıhhatimizde, iyi günümüzde, kötü günümüzde hep O’na yakın olmak isteriz ve buna muhtacız. İyi günümüzde şükretmek için O’nun adına muhtacız. Kötü günümüzde sabretmek için O’nun adına muhtacız. O’nun merhametini istediğimizde Rahman ve Rahîm isimleri ile O’na yaklaşırız. Günahlarımızdan pişman olduğumuzda O’nun Ğaffâr (Çok Bağışlayan), Ğafûr (Çok mağfiret eden), Tevvâb (Tövbeleri çok kabul eden), Kâbil (Dilek ve ricaları çok kabul eden), Mücîb (Her duâya cevap veren), Settâr (Hataları çok örten), Afüvv (Kullarını çok affeden) isimleri ile O’na sığınırız. Hastalandığımızda Şâfî (Çok şifa veren) ve Muâfî (Afiyet ve sıhhat veren) isimleri ile niyazda bulunur, Allah’tan şifa ve âfiyet talep ederiz. Düşmanlarımıza güç yetiremediğimizde Allah’ın Kahhar (Kahreden, mahveden), Cebbar (Dilediğini yaptıran), Celil (Celâl sahibi olan) isimlerine havale ederiz. Mal-mülk sahibi olduğumuzda Allah’ın Malik (Gerçek mülk sahibi olan), Vâris (Her şey gerçekten kendisinin olan), Ğanî (Sonsuz zengin olan), Muğnî (Kullarına zenginlik veren) olduğunu düşünür, elimizdeki malın emanet bulunduğunu idrak eder ve haddimizi aşmayız.
Sözün kısası, her halimizde ve her işimizde kul olarak Allah’ın isimlerini bilmeye ve O’na sığınmaya mecbur ve muhtacız. Allah’ın isimleriyle Allah’a böylesine yakın olmayı Kur’ân da istemekte, O’na O’nun isimleriyle sığınmayı emretmekte ve Allah’ın isimleri konusunda yanlışlığa düşmekten bizi sakındırmaktadır.3 Şu âyetler, Kur’ân’ın bu husustaki hassasiyetini anlatır:
* “De ki: İster Allah diye duâ edin, ister Rahman diye duâ edin, hangisiyle duâ ederseniz edin; Çünkü Esmâü’l-Hüsnâ (en güzel isimler) O’na mahsustur.”4
* “Allah, kendisinden başka ilâh olmayandır; Esmâü’l-Hüsnâ (en güzel isimler) O’na mahsustur.”5
Dipnotlar:
1- A’râf Sûresi, 7/180 ; Haşir Sûresi, 59/24
2- Buhârî, 8/1165;Tirmizî, Daavât, 86
3- A’râf Sûresi, 7/180
4- İsrâ Sûresi, 17/110
5- Tâhâ Sûresi, 20/8
22.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şükrü BULUT |
Neocon ve neoliberallerin Kafkasya atağı... |
|
Gürcistan-Rusya çatışmasının görünen tarafı ile perde arkasındaki farkı bilmeden, hadiseyi tahlil elbette mümkün değil. Neoliberallerin tecrübesiz tetikçisi Saakaşvili’nin yanlışlarını yalnızca Amerikan yönetimiyle sınırlandırmak da hadisenin doğruca bilinmesini engelliyor. Veya silâhlı devrimci neocon ile sivil devrimci neoliberalleri birbirine hasım iki hizip sûretinde değerlendirmek de akılların üzerlerini örtebilir. Afganistan ve Irak savaşlarını idare eden Troçkici neoconlara paralel olarak, Kırgızistan, Beyrut, Ukrayna ve Gürcistan’daki sivil devrimlerin de aynı plan çerçevesinde yapıldıklarına dikkat etmeyenler, Soros’un Açık Toplum Enstitüleri’nin Bush’a Bratislava ve Tiflis’te verdiği meşhur brifingleri de kaçırabilirler. Her zamanın bir hükmü olsa bile, tarih tekerrür ediyor. Zamanın uğradığı yeni mevsim, birkaç değişik renk, isim ve sloganla geçmişi hem tahattur ettiriyor, hem de yaşatıyor. Putin’in Tiflis atağına sebebin, neoconların Orta Asya ve Kafkasya’yı zabt u rabt altına almaya yönelik girişiminin karşılığı olduğunu herkes biliyor. Hem bu hikâye yeni de değil. En azından iki yüz senelik bir mazisi var. Troçki öncesinden gelen bir tarihçesi... Ermeni Taşnak Komitesi’ni terbiye ve techiz eden Rothschild grubunun tarihçesi kadar eski. Osmanlı’nın böğrüne saplanan Van Ermeni Devleti’ne sancağın Boston’dan gönderildiğini de hatırladığımızda, Hazar ve Orta Asya bölgelerine Avrupalı ve Amerikalı sömürgecilerin ilgi sebebini daha net anlarız. Devletler ve milletler savaşının, yerini sınıf ve küresel menfaat grupları savaşına terk ettiğini duymak istemeyenler, yine hadiseyi Amerika ve Rusya eksenine taşıdılar. Takipsizlik, zihnî tembellik ve galip cereyana yaranma duygusuyla yapılan bu yanlışı zaten zaman tekzip ediyor.
Gel gör ki, dinsizliğin ahirzaman cereyanları statik kalmıyor. Dengelerle birlikte coğrafyalar, renkler, sloganlarla birlikte figüranlar da değişiyor. Soros’un başında bulunduğu ekibin Rusya’ya saldırısını, turuncu devrimleri, Aliyev’in Amerika macerasını, Kırgızistan’ın düşüşünü ve Rusya’nın ön cephesindeki Ukrayna’da sahnelenen oyunları aynı tablo içinde değerlendirdiğimiz zaman; 1910’larda Antranik’i ve 1917’de Troçki’yi silâhlandırıp imparatorlukları parçalayan asıl kuvvetin mahiyetini de anlarız. İçinde bulunduğumuz zamanı, semavî dinlere taraf ve tüm dinlere, insanî değerlere, ahlâkî prensiplere ve yaratılış kanunlarına düşman diye iki cenah şeklinde ele almadığımızda, bazen kendimizi turuncu devrimcilerin safında, bazen de neoliberallerin kucağında görebiliriz. İsmi üzerinde ahirzaman.... Hadiseler o kadar girift ki... Rusya, bin senelik kültürünü yağmalayan ve kendisini dünyaya maskara eden eski komünist ve yeni muhafazakâr ve liberallerden intikam almak istiyor. Bediüzzaman’ın müjdeleri de bu istikamette. Rusya’nın dinsiz kalamayacağını, dönüp eskisi gibi Hıristiyan da olamayacağını belirten Said Nursî Hazretleri, onların mutlaka İslâmiyetle barışacağını belirtiyor. Rusya’nın Orta Asya, Kafkasya ve diğer bazı politikalarını takip ederken; neocon ve neoliberal unsurların aktüel hallerini nazara almak zorundayız. Bu arada yetkililerin Bolşevik ihtilâlini, son Ermeni devleti ve daha birçok fesat hareketini besleye gelen Rotschild gibi grupların Türkiye’deki banka ve para hareketlerini de takip etmeleri zaruridir. Aksi takdirde hem hükümet yetkilileri ve hem de millet olarak büyük zararlara uğrayabiliriz.
22.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Rifat OKYAY |
Engel olmamak... Mes’ul olmamak... |
|
Unutmamak lâzım geliyor ki, şahıslar fanidir. Yaptıkları işler iyi de olsa, kötü de olsa bakidir. Aynı şekilde zaman denen dönen çizgide fanidir. İyi de geçebilir kötü de…
Ahirzamanda bir hakikat kahramanı olmak veya olmamak, olamamak veya olabileceklere engel olmak…
Şimdi ihbaratın tahakkuku ve yapılan işlerin tavazzuhu ile ortaya çıkmıştır ki; bizler ahirzaman ümmetiyiz ve zaman ahirzamandır.
Sahabe-i Kiram efendilerimizin, Efendimiz (aleyhissalatü vesselamın) haber vermesi ve tatbiki ile her namazın tesbihatının içinde ellerini ters çevirerek Cenab-ı Rahim-i Kerim-i Mutlakın rahmetine; ahirzaman belâsından, fitnesinden, şerli kadınından, yalanından, günahından, mülhitlerinin hücumundan, münafıklarının şerrinden, fasıklarının fitnesinden, Cehennemin ateşinden kaçarak ve bu kadar azimetle ibadete ve taate yönelerek bu ahirzaman afatından sığınmaları elbette ki bin beş yüz sene evvelinden bizlerin ikaz edilmeleri boşuna değilmiş. İşte yaşıyoruz görüyoruz.
Bu arada sahabe-i kiram efendilerimizin sualleri vaki olmuştur. Acaba bu ahirzaman hadisatına yetişecek bir ümmet nasıl bir ümmettir. Efendimizin ümmetinin yıldızları sahabeler gibi değillerdir. Elbette onlara kimse yetişemez. Ama kor ateşi elinde tutmak gibi manevi mertebelere; Efendimizi (asm) bir kere görmek için her şeyini feda edecek kadar arzulara; otuz üç âyetin işarî ve remzî haberlerine; Hz. Ali ve Abdülkadir-i Geylani'nin (ra) beşaret, tahsin ve manevi muhafazakârlıklarına mazhar olacak kıymettarlıklara ve en önemlisi de imanla kabre gireceklerine dair müjdelere mazhariyetleridir.
Artıların daima eksileri oluyor… Yoksa artılar bilinmez anlaşılmaz. Elmaslar kömürlerle yarışacakken, ahirzamanda kömürler elmaslarla yarışıyor.
Ahirzamanın cemaat şeklinde gelen küfr-ü mutlakına karşı Rabbinin ihsanıyla görevli kullarının açtığı yolda, iman, İslâmiyet için çalışan hademeler olmak, hizmetkarlar olmak ve çalışmak lüftuna mazhar olmak ya da olmamak…
En kötüsü de bu hizmetleri bildiği halde, bilmezlik, tarafgirlik hastalığı ile engel olmak. Çalışanlara gayret edenler bigâne kalmak. Ve hatta mani olmak…
Heyhat alkışlanan hakikat kahramanları, nerede müjdelenen nurlu insanlar… Nerede iman vesikasını elde etmiş üstadına müntazır kardeşler…
Ahiret nimetlerini bu dünyada yiyenler, Hz. Bediüzzaman’ın Risâle-i Nur Külliyatı ve sağlığında vaaz ettiği düsturlarla yaptığı hizmeti ve metodlarını beğenmeyerek neşriyatta ve akliyatta bulunanlar ve en kötüsü de bu uğurda malaamat gibi hizmeti engelliyerek seyredenler derin bir vadinin dibindedirler…
Vaadinin dünyaya ve ahirete bakan yüksekliklerinde, iki tarafında hizmet devam etmektedir… Ve edecektir de inşallah… Bu uğurda gayret sarf eden konuşan çalışan ağabeylerimize, kardeşlerimize Allah kuvvet versin, Allah muvaffakiyetler ihsan etsin inşallah… Amin, Amin, Amin…
22.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Atike ÖZER |
Tanımadıklarınıza da gülümseyerek merhaba deyin |
|
Yabancılarla karşılaştığımızda ne yaparız, hiç düşündünüz mü? Çoğumuz şunu yapıyoruz: Ya hiç görmemiş gibi davranırız. Ya da gözlerimizi kaçırır, başımızı başka taraflara saklamaya çalışırız.
Neden? Korkuyor muyuz? Yüreğimizi onlara açmamıza engel olan şey nedir? Gözlerimizi onlardan kaçırmamıza sebep nedir?
Bu meraklı sorulara herkes kendi dünyasında cevaplarını düşünüp bulsun. Ben de kendi bulduğum cevapları anlatayım ve bunlarla karşılaştırma yapalım. Sonra tercih yine size ait, artık dilerseniz hâlâ yabancılardan kaçarak saklambaç oynamaya devam edebilirsiniz, ya da bu günden sonra gördüğünüz ilk yabancıya, "Sobe! Seni gördüm artık", diyebilirsiniz.
Görülmek onların, görmek de sizin hoşunuza gidecek. Tatlı bir huzur hissedeceksiniz ve o yabancı da hissedecek. Böylece huzurlu yüreklerden çıkan olumlu enerjilerle, o ana huzur yayılacak.
Başını yere eğmiş, asık bir suratla, gözlerini herkesten kaçırarak gezen bir insanın huzurlu olduğu düşünülemez. İçin için sorunlarıyla boğuşmayı tercih ettiğinden kimseyi gözü görmemektedir. Hangimizin sorunu yok ki? Huzurlu ve mutlu insanlar da en az diğerleri kadar bir çok sorunlarla yaşıyorlar. Tüm bunlara rağmen ben size, ille de dışa dönük olun, başkalarını güldürmek için, onların gününü ışıldatmak için enerjinizi tüketin demiyorum. Cana yakın, iyimser rolü oynamanızı da öneriyor değilim. Önerim sadece, yabancıların da bizden farklı olmadıklarını kabul ederek, karşılaştığımızda kafamızı çevirip geçip gitmek yerine, saygıyla gözlerine bakarak gülümsemeyi öneriyorum.
Galiba bizdeki sorun şu: Yabancılara selâm veremeyişimizin, gözlerine bakıp gülümseyemeyişimizin ana sebebi, kendimize olan yabancılığımız. Biz, bize o kadar uzak ve yabancıyız ki kendimizle tanışıp kaynaşamamışız. Kendimizle barışamamışız. Kendimizi tanıyıp bildiğimiz de herkes çok tanıdık ve bildik gelecek bize. Tıpa tıp bizim aynımız olmasalar da, bizden çok farklı olmayan insanları artık bir yabancı olarak değil, bize benzeyen insanlar olduğunu düşünüp, kendimizi emniyette hissedeceğiz… Ve bizden birileri olduğu için onlara da tebessümle selâm verebileceğiz. Yabancıların arasındayken hepimiz rahatsız ve endişe içinde olabiliriz. Bu normaldir. Ama herkesin bizden biri olduğunu düşününce aramızda yabancı yokmuş deyip daha huzurlu olabiliriz. Kendimizi güvende hissedebiliriz.
Biz de birileri için yabancıyız. Birileri de bizden korkup çekiniyor olabilir. Onlara yabancı olmadığımızı, dost olduğumuzu göstermenin en etkili yolu gözlerine bakarak gülümsemektir. Bize güvenecekler ve yabanileşmekten artık vazgeçeceklerdir. Yabanî bir ortamda kim yaşamak ister? Bu herkesin huzurunu kaçırır.. Bunu yaptıkça kendimizde daha güzel değişiklikler fark edeceğiz.
Çoğu insanın da aynı bizim gibi aileleri var. Sevdikleri, özledikleri insanlar var. Sorunları, kaygıları, benimsedikleri ve benimsemedikleri şeyler ve korkuları var. Arayışları ve belkentileri var. Yeryüzündeki tüm insanlar için bunları söylemek mümkün. Yine fark etmemiz gereken şey de, ilk adımı biz attığımız zaman karşımızdaki insanın ne kadar iyi ve huzurlu olabileceğidir. Hepimizin biri birimize ne kadar benzediğini görünce, cani bile olsa insanların içindeki masumiyeti de görmeye başlarız. Masumluklarına masumca yakınlaşırız. Ve karşılıklı elimizden geleni yapmaya başlarız. Aslında en kötü insanın bile derinlerinde bir yerlerlerinde iyilikler olduğunu kabul etmek, içimize saf bir huzur verir.
Aramızda tamamen kötü niyetliler varsa bile, bu onların sorunu, siz hiç üzülmeyin. Keskin sirke küpüne zarar verir. Size bir şey yapmış olsalar bile, en büyük kötülüğü kendilerine yapmaktalar. Hatırlayın, geçmişte en iyilere ve güzellere ne kötülükler yapıldı… Onlar, kendilerine yapılanlara rağmen iyi ve güzel kalmayı başardıklarından hep huzur içinde yaşadılar…
Son zamanlarda hepimizde bir ciddiyet var. İnsanlar hemen her şeye kızıp sinirleniyorlar. Gerginleşiyorlar. Güler yüzlü olmayı başarmış olanlar bile sanki bu haldeler…
Beklediğimiz kimsenin birkaç dakika geç gelmesi, trafikte sıkışıp kalmak, birinin bize ters bakması, ters bir söz etmesi, faturaları ödemek için sırada beklemek. Bunun gibi daha bir çok şey için gülümsemenin gizemli etkisini görmezden gelir, surat asmaya başlarız…
Surat asmamızın altında; olayların istediğimizden farklı bir şekilde gelişiyor olması yatar… Bu olumsuzluğu kabul edemeyişimizden gülümseyemeyiz.
Açıkcası biz herşeyin yolunda gitmesini istiyoruz. Ama öyle olmuyor işte. Hayat bildiğini okuyor ve yapacağını yapıyor….
“Bizim sınırlı bakış açımız, ümitlerimiz ve korkularımız hayatımızın ölçüsü olmuştur; içinde bulunduğumuz şartlar düşüncelerimize uymadığı zaman bunlar bizim zorluklarımız olur.” -Benjamin Franklin-
Hayatımızı hep isteklerimize göre yaşamak isteriz. Böyle olmadığında da acı çeker, kavga eder, surat asarız. Gülümsemeyi bırakırız. Birden ciddileşiveririz….
Gereksiz ciddiyetten kurtulabilmenin ilk adımı şu olabilir: Önce böyle bir sorunumuzun olduğunu itiraf etmeliyiz.
Sonra değişip daha ılımlı olmayı dilemeliyiz… Gerginliğimizin hayatımızın üzerinde nasıl yıkıcı etkiler yaptığını fark etmeye çalışmalıyız. Sıkıntılarımızın büyük bir kısmını kendimiz oluşturuyoruz. Bunu görmek zorundayız.
İkinci adım ise şudur: Beklentilerimize ulaşmadığımızda hayal kırıklığına uğrarız. Oysa hayâl kırıklığına uğramak yerine hayatı olduğu gibi kabul edebilseydik, özgür olurduk. Bir şeye sıkıca sarılıp tutunmak ciddi ölçüde gergin olmamıza sebep olur. Oysa sıkıca tuttuklarımızın ucunu bırakmak yüzümüz gülümsemesini sağlar….
Bunları hayatımızda uygulayabilmek için şu pratiği yapmaya çalışalım. Güne başlarken başkaları tarafından bir beklentiye girmeyelim. Yani falancadan şunu istemeliyim, filancadan şunu almalıyım gibi beklentilerimiz olmasın. Kimsenin bize dostça yaklaşacağını da ummayalım. Dostça davranmadıkları zaman şaşırıp üzülmeyiz. Eğer dostça davranırlarsa da sevinip şükretmeliyiz…
Günümüzün sorunsuz geçeceğini beklemeyelim. Bunun yerine sorunlar çıktığın da, “işte aşmam gereken bir engel daha” diyerek kabul edelim.
Güne bu zihniyetle başladığımızda hayatın daha ılımlı geçtiğini göreceğiz. Ve böylece hayatla boğuşmak yerine hayatla kucaklaşmaya başlamış oluruz.
Artık bunu yaptığımızda çok geçmeden tüm yaşantımızı şenlendirmiş oluruz. Yüzümüz hep gülmeye başlar. Gülümsedikçe huzurumuz artar….
22.08.2008
E-Posta:
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Neden darbe yapamıyorlar? |
|
Derler ki: Hacı hacıyı Kabe’de, meyci meyciyi meyhanede bulurmuş. Bu bağlamda, sınanmamış olsa da yeni bir tekerleme daha var: Darbeci darbeciyi Türkiye’de bulur...
Henüz Müşerref’in istifasından sonraki sürgün yeri belli olmadığından dolayı bu yeni tekerleme hâlâ sınanma sürecinde. Şayet Netekim Paşa’ya komşu olarak gelirse bilin ki yeni tekerleme sınanma sürecinden başarıyla çıkmıştır. Müşerref dönemi Pakistan’ın hem bir 12 Eylül’ü hem de bir 28 Şubat süreciydi. Müşerref’in gitmesiyle birlikte Pakistan 12 Eylül ve 28 Şubat atmosferinden veya türbülansından çıkmıştır. Tabiî ki; Müşerref’in gitmesi otomatik olarak Pakistan’ın istikrara kavuşması anlamına gelmiyor. Hatta birçok analizcinin ifade ettiği gibi Pakistan sorunlar yumağıyla dolu, zorlu bir süreçle karşı karşıyadır. Bu zorlukların başında koalisyon ortaklarının uyumu ve demokratik deneyimin tahkim edilmesi de var. Zira bizde Mesut Yılmaz ile Tansu Çiller’in birbirini yıpratmaları gibi geçmişte de Nevaz Şerif ile Benazir Butto, Pakistan’a zarar verme pahasına kıyasıya rakabet halindeydiler. Ayrıca Pakistan demokrasisi yolsuzluklarla maluldur. Müşerref’ten sonra bu bir daha ele geçmez eşsiz fırsatı ve olumlu havayı değerlendiremeyecek olurlarsa, bu Şerif ve Butto ailelerinin siyasî sonu olur. Pakistan’ın durumu 9 yıl öncesinden daha kritik. Bununla birlikte evvelemirde Müşerref’in çekilmesi Pakistan tarihinde yeni bir dönüm noktasıdır. ABD uyduluğundan kurtulup İslâm dünyasına dönüşünün ilk basamağını teşkil etmektedir. Müşerref Türkiye’yi seviyor, ama ABD’ye hizmet ediyordu. Bundan sonraki dönemde ise Pakistan ile Türkiye ilişkilerinin daha olumlu ve yapıcı bir zeminde seyredeceğini söyleyebiliriz. İki ülkenin modern tarihi aynı zamanda iki ülke ilişkilerinin örnek tarihidir de.
***
Müşerref dönemiyle bizdeki 28 Şubat süreci birbirine çok benziyordu. İslâmî hayatı silmek üzere kurgulanmış iki dönemdi. Müşerref daha çok Türkiye’nin bu yönünü beğenmiş olmalı. Zira millî güvenlik kurulu gibi ihdas ettiği kurumlar Türkiye modelinin izlerini taşıyordu. Pakistan tarihinde İslâmî kesimlerin en fazla hırpalandıkları dönem Müşerref dönemi oldu. Aynen Türkiye’deki dindarların üzerinden 28 Şubat silindirinin geçmesi gibi. Dindarların sindirilmesine paralel olarak bu dönem de ordunun, iki ülke tarihinde de en fazla siyasete müdahale ettiği dönem oldu. Türkiye bu bağlamda 1993 ile 2003 yılları arasını adeta kaybetmişti. Bu yıllar ordunun müdahalesine açık, kayıp yıllardı. Pakistan’da da 1999 ile 2008 yılları arası yıllar, hem maddî, hem de manevî olarak Yusuf’u olmayan kurak ve kuru yıllardı. Ordu ve Müşerref ülkenin idaresindeki bütün detaylara karışıyordu. Yaklaşık 3 bin kadar subay, sivil kurumların başına veya denetleyici pozisyonlara getirilmişti. Eşfak Perviz Kayani genelkurmay başkanlığına atandığında ilk işi bu muvazzaf subayları yeniden ordu bünyesine geri çağırmak oldu. Askerler sivil idare üzerinden ellerini ayaklarını çektiler. Böylece ordu gerçek pozisyonuna çekilmiş oldu. Bundan sonra da Müşerref orduyu manipüle edemez hale geldi. Sonunda da Müşerref “ya azil ya da istifa” süreciyle karşı karşıya kaldı. Üçüncü bir seçeneği olsaydı mutlaka onu denerdi.
***
Ordunun siyasete bulaştırılması sonucu Pakistan’da Müşerref döneminde Türkiye’de de 28 Şubat sürecinde ordu inanılmaz derecede yıpratılmıştır. En fazla güvene haiz olan kurum bazı sivil veya asker kökenli istismarcı tarafından alanı dışında yıpratılmıştır. Ordu, kışlanın dışına çıkarılmış ve maceradan maceraya koşturulmuştu. Ve ABD’nin bilvekale savaşında durumdan vazife çıkartarak siyasî ömrünü uzatmaya çalışan Müşerref, Veziristan ve Kabile bölgesinde derin bir yara açtı. İlk defa Pakistan halkıyla ordusunu çatışır hale getirdi. Bunun sonucunda Pakistan ordusu 10 yıl geçmeden en az 2 bin asker kaybetti. Daha önce Peygamber ocağı olarak görülen ordu mensuplarına karşı kabile mensuplarını gözlerini kırpmadan silâh çeker hâle getirdiler.
8 veya 10 yıl içinde 2 bin kişilik asker kaybı neresinden bakılırsa İsrail ordusunun Lübnan’ın güneyini işgal altında tuttuğu 1982-2000 arasında kaybettiği bin askerin iki katı. Bunlar düşmanı iç konsepte taşımanın bedeli. Ordu ABD’nin kışkırtmaları sonucunda kendi halkına düşmanca muamele ediyor ve onu gelişigüzel bombalıyordu. Bununla da kalmıyor Amerikalıların bombalamalarına da göz yumuyordu. Bu kayıplar ve yıpranma payı sonrasında Pakistan ordusu ilk defa kendisini mecalsiz hissetmeye başladı. İşte Pakistan’da ordunun Müşerref’i kurtarmak için müdahalede zorlanmasının temel nedeni bu. Türkiye’de de Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin emekli bazı Ergenekon üyesi paşaların gözaltına alınmasını engellememesi veya eski mensuplarına kol kanat gerememesinin sebebi de aynı.
Bu da gösteriyor ki ordu asli vazifesine sadık kaldıkça ve kışlasında oldukça güçleniyor. Bunu aştıkça ve taştıkça çaptan düşüyor ve gücünü kaybediyor. Yıpranmamak için ordu kendisini kullandırtmaktan kaçınmalıdır. Amerikan ordusunun geldiği içler acısı durum da yine Bush’un orduyu maceradan maceraya sürüklemesi ve onu kullanmasıyla ilgilidir. Bush ve Müşerref ordularını paralı asker gibi kullanmıştır.
22.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Çaylar demli mi olsun? |
|
Doğu Karadeniz’de yüzbinlerce aile ‘çay’ üreticisi olarak geçimini temin ediyor. Geçmiş yıllarda iyi bir geçim kaynağı olan ve bölge ekonomisini ayakta tutan çay üretimi, son yıllarda bu özelliğini kaybetmiş durumda. Hemen her üreticinin kendilerine göre dertleri olmakla birlikte, çay üreticisinin derdi daha da fazladır.
Özelleştirme ve özel sektör her sahada başarılı örnekler ortaya koyarken, iş çay üretimine geldiğinde başarısızlıklara sebep oldu. Özel sektörün başarısızlığı, devlet kurumu olan ÇAYKUR’a da bahane oluşturuyor. Ayrıntıları başka bir vakte bırakıp, çay sektöründe yaşanan yüzde yüz yanlışların bir kısmını sıralamaya çalışalım:
En başta özel sektör uygulaması üreticiyi mağdur ediyor. KİT olan Çaykur’un üreticilere ‘kota’ uygulaması, vatandaşı özel sektöre ürün satmaya mecbur bırakıyor. Bu mecburiyet, özel sektörün tamamen keyfi hareket etmesine sebep oluyor.
Geçen yıllarda da hatırlattığımız üzere, onlarca özel sektör çay üretim fabrikası/atölyesi çay üreticilerinin çaylarını alıp ‘iflas’ etti ve üreticiye para ödemedi. Bu keyfî davranışları yapanlara hesap soran olmadı. Bu durum, özelleştirmenin çay üretiminde başarısızlığını ortaya koydu.
Özel sektör fabrikaları o kadar keyfi davranıyor ki, şaşmamak elde değil. Mesela, üreticiden yaş çayı satın alıyor, ama aldığı çayın ücretini ne zaman ödeyeceğini açıklamıyor. Senet vermiyor, çek vermiyor... Ne zaman para ödeyeceği belirsiz. Tamamen keyfi bir uygulama...
Üreticiye para ödemek yerine, ‘kuru çay’ teklif ediliyor. Para alma imkanı olmadığını gören üreteci, mecburen bu teklifi kabul ediyor ve para yerine kuru çay alıyor. Bir anlamda yaş çay ile kuru çay değiştirilmiş oluyor. Bu defa üretici elindeki kuru çayı satmak için müşteri arıyor. Fiyat da otomatik olarak düşüyor... Özel çay fabrikaları bu uygulama ile iki türlü kâr ediyor. Hem elindeki kuru çayı satmış oluyor; hem de parekende fiyatıyla toptan satış yapmış oluyor.
Yetmiyor, devletin ilan ettiği tavan fiyattan daha düşük fiyatla yaş çay satın alıyor. Keyfilik, diz boyunu çoktan aşmış... Bazı firmalar peşin fiyatla yaş çay satın alıyor. Ama bunu yaparken de yine insafsızlığı elden bırakmıyorlar. Ortalama 750 YTL olan kuruş olan yaş çay ton fiyatı yerine peşin olarak 550 YTL teklif ediliyor. Bu fiyatla peşin çay satın alan firma, aynı üreticiden geçen yıl satın aldığı yaş çayın ücretini ödememiş ve ne zaman ödeyeceğini bile açıklamıyor! Tekrar edelim: Düşük fiyatla peşin yaş çay satın alan özel sektör firması, aynı üreticileden geçen yıl aldığı yaş çayın ücretini hâlâ ödememiş ve ne zaman ödeyeceğin dahi ilan etmiyor. Keyfiliği başka nasıl izah edebilirsiniz?
Özel sektörün bu kadar keyfi davranmasının kabahati kimde? Çay üreticisinin bu kadar sahipsiz olmasın normal midir? Çay üreticilerinin temsilcisi olan Rize Milletvekilleri bu durumu bilmez mi? Rizeli olan Başbakan bu yanlışları duymaz mı? Bilir, duyar ve hâlâ bu yanlışlara bir son vermezse ne denir?
Özel sektör bunları yaparken devletin KİT’i Çaykur tamaman masum mu? O da özel sektörün eline düşmüş üreticilere ‘beni mumla ararsınız’ tavrı takınıyor. Mesela, geçen yıl bu günlerde çoktan ödenen çay paraları bugün hala ödenebilmiş değil. Bilhassa sahilten uzak kesimler bu konuda mağdur. Çünkü onlar, 1. sürgün yaş çay yapraklarını ancak Mayıs değil, Haziran ayının ilk günlerinde toplayıp Çaykur’a satabildi. Çaykur ise hâlâ Mayıs ayı çay paralarını ödemekle meşgul. Kesin olan şu: Çaykur, geçen yıla göre ödemelerini aksatmış durumda... Resmi zevat, Çaykur’un durumunun iyi olduğunu her fırsatta ifade ediyor, ama sıra üreticiye para ödemeye gelince işler çatallaşıyor.
Son bir not: Bazı köylerde 2. sürgün çaylar toplanmadan Çaykur çay satın almayı durdurdu. Bu şekilde bazı üreticiler mağdur oldu. (İtiraz edenler için; Çayeli ilçesi, Başköy köyü buna bir örnek olarak verilebilir.)
Hükümetin şunu bilmesinde fayda var: Çay üreticisi çok kızgın, çok öfkeli ve çok sahipsiz...
22.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Darbecinin sonu |
|
Dokuz senedir Pakistan’ı demir yumrukla yöneten ve özellikle 11 Eylül sonrasında tamamen “ABD’nin lejyoneri” gibi çalışan darbeci general Perviz Müşerref, geçen yıl Ekim ayında “derimin parçası gibi” dediği üniformasını çıkarıp kendisini dönemin parlamentosuna “sivil cumhurbaşkanı” seçtirdiğinde, beş yıl süreyle orada oturacağını düşünüyordu.
Daha doğrusu, ona darbe yaptırıp 1999’dan bu yana Pakistan’ı Müşerref’le yönetenlerin hesabı buydu. Hattâ diktatörün sürgüne gönderdiği parti liderleri Benazir Butto ile Nevaz Şerif’e geri dönüş izni verilirken, onlardan “Müşerref’le birlikte çalışma” sözü alındığı da söyleniyordu.
Ama Butto’nun, döndükten kısa bir süre sonra Aralık ayının son günlerinde suikaste kurban gitmesi, bu planı bozdu. Ve beş yıl için seçilen Müşerref’i, bir seneyi dahi tamamlayamadan çekilmek zorunda bırakan süreç o zaman başladı.
Müşerref’in, elinde olsa hiç yaptırmayacağı, ama önceden ilân edilen genel seçimler, Butto suikastı sebebiyle biraz gecikmeli olarak yapıldı.
Sandıktan, diktatörün, liderlerini yıllarca sürgünde tuttuğu iki büyük partinin koalisyon iktidarı çıktı. Ve oluşan yeni tablo, Meclis ekseriyeti ve ona dayanan hükümetle devlet başkanı arasında ciddî bir uyumsuzluğu beraberinde getirdi.
Bu uyumsuzluk da Müşerref’i “ya istifa, ya azil” ikilemiyle karşı karşıya bıraktı. Diktatör, en az beş yıl daha oturmaya kendisini hazırladığı koltuğu bırakmamak için epeyce direndi, ama “azil” ihtimalinin giderek güçlenmesi, son kertede ona istifadan başka bir alternatif bırakmadı.
Böylece, Pakistan’ın son darbecisi, birçok cihetten ibretlerle dolu bir finalle çekilmek mecburiyetinde kaldı. Bu ibretlerden biri, bu çekilmenin, dokuz yıl önce onun halk tarafından seçilmiş—ve kendisini Genelkurmay Başkanlığına getiren—Başbakana yaptığı gibi yeni bir darbeyle değil, demokratik yolla gerçekleşmiş olması.
Bu durum, Pakistan demokrasisi açısından sevindirici ve ümit verici bir gelişmenin işareti.
Müşerref, kurmaylık eğitimini Ankara’daki Harp Akademisinde yapmış, bizdeki askerî kültürden etkilenip bu etkiyi ülkesine taşımaya çalışmış, Atatürk’e hayranlığını her vesileyle dile getiren bir generaldi. İktidarını “sivil” görüntüyle sürdürme hesabını da, özellikle Atatürk’ün ve de yakın tarihte 12 Eylül’ün başı Evren’in benzer uygulamalarını örnek alarak yapmış olmalı.
Ne var ki, gerek dış konjonktürdeki hızlı değişim ve darbecilerin artık uluslararası destek bulamaz hale gelmesi, gerek Pakistan iç kamuoyundaki demokrasi talebinin iyiden iyiye güçlenmesi, bu hesabı kısa zamanda boşa çıkardı.
Öyle ki, bizde yaşanan örneklerden de çok iyi bildiğimiz gibi, bu çeşit darbelerin arkasındaki en önemli dış dinamik olan ABD bile, darbe yaptırıp yıllarca iktidarda tutarak kendi amaçları için kullandığı bir diktatöre daha fazla sahip çıkamaz hale geldi ve “Hizmetleriniz için teşekkür ederiz” deyip kapıyı göstermek zorunda kaldı.
Bu bağlamda, iki kardeş ülke olarak Türkiye ile Pakistan’ın siyasî kaderlerindeki kesişme ve benzerlikleri de gözden kaçırmamak gerekiyor.
Bizde de askerî darbelerin ardı arkası gelmedi, orada da. Bizde de seçilmiş bir başbakan asıldı, orada da. Bizde 28 Şubat sürecinin ağırlığının giderek daha fazla hissedildiği bir ortamda Pakistan da Müşerref darbesinin kıskacına girdi.
Gelinen noktada ise, Pakistan darbeciyi püskürtmeyi dokuz yıl sonra nihayet başardı, ama biz 28 Şubat tünelinden hâlâ çıkabilmiş değiliz.
Bizi mahcup eden bir başka fark, Müşerref’in ciddî bir “hesaba çekilme” durumuyla karşı karşıya olmasına ve buna meydan vermemek için sürgünü göze almasına karşılık, bizdeki darbecilerin hâlâ “muteber kişi” muamelesi görmesi.
Görünen o ki, Pakistan halkı darbeciye karşı ortak tavır ve inisiyatif geliştirme noktasında bizim önümüze geçmiş durumda. Biz ne zaman 28 Şubat’a noktayı koyup 12 Eylül'le hesaplaşacağız?
22.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Gündem dışı |
|
Meclis’in tatile girmesinin ardından siyaset Anadolu’ya kaydı. Ankara’da ise parti merkezleri gelecek yıl Mart ayında yapılacak mahallî seçimlerde göstereceği adayları belirlemeye çalışıyor. Özellikle büyükşehirlerdeki adaylar partiler için büyük önem taşıyor.
Partiler bir taraftan adaylarını belirlemeye çalışırken şimdi Ankara’da anayasa değişikliği ile ilgili tartışmalar başladı.
60. Hükümet programını TBMM’de okuyan Başbakan Tayyip Erdoğan “Cumhuriyetimizin 100. yılına yaklaşırken, ülkemiz sivil bir uzlaşma anayasasını hak etmektedir” derken, yeni anayasanın bireylerin haklarını en etkili şekilde koruması, temel hak ve özgürlükleri İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin getirdiği ilke ve standartlarda güvence altına alması gerektiğini vurgulamıştı.
Hükümet bu konuşmanın ardından Prof. Dr Ergun Özbudun başkanlığındaki bilim kuruluna yeni anayasa taslağı hazırlattırmıştı. Sonrasında ise, partide kurulan çalışma gruplarında bu taslağa son şeklini vermek için toplantılar yapmış ve bu yılın başında son aşamasına gelindiği duyurulmuştu.
Ancak ne olduysa oldu, AKP değişikliği rafa kaldırdı ve iki maddelik üniversitelerde başörtüsü yasağı kaldırdığı söylenen anayasa değişikliğini gündeme getirdi. Sonrasını biliyorsunuz, bu girişim AKP’nin kapatma dâvâsına kadar uzandı.
* * *
Göreve geldiğinde “en büyük hedefi” olarak belirlediği yeni ve sivil bir anayasa hazırlığında olan hükümetin bu vaadinden vazgeçtiği anlaşılıyor. Partinin ikinci ismi Dengir Mir Mehmet Fırat, “Anayasa’yı tümden değiştirme imkânı kalmamıştır” diyerek büyük(!) hedeflerinden vazgeçtiklerini açıklamış oldu.
Ancak hükümette ikinci adam konumunda bulanan Cemil Çiçek ve Grup Başkanvekili Bekir Bozdağ ise parlamentonun anayasayı değiştirebileceğini söylüyor. Çiçek, mevcut anayasanın kifayet etmediğini herkesin söylediğini, bunu söyleyenlerinde yeni anayasa için hazırlık yapıp katkı vermesini istiyor. Bozdağ ise, Parlamentonun istediğinde yeni anayasayı hazırlayabileceğini dile getiriyor.
Görünen o ki, AKP sivil anayasa yapma fikrinden iyice uzaklaşmış görülüyor. Türkiye’nin ihtilâl anayasasından kurtulması için bir fırsat yakalanmıştı. Ancak sürecin iyi yönetilememesi nedeniyle pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da geri adım atıldı.
Anamuhalefet partisi CHP yine bildiğimiz gibi. CHP, parti programındaki anayasa değişikliği vaadinden de vazgeçti. 14 yıl önce hazırladığı parti programında yer alan “Yeni bir anayasaya gereksinim vardır. Bu, aynı zamanda toplumsal denge ve barışın ön koşuludur” iddiasından vazgeçiyor. Vazgeçmekle de kalmıyor, Grup Başkanvekili Kemal Anadol, “Bu dönem Parlamentosu anayasa değişikliği yapamaz” diyerek adeta Meclisin iradesini hafife alan bir yaklaşım sergiliyor.
* * *
Bu arada, AKP şimdi sivil anayasadan vazgeçerken, “demokratikleşmede önemli adımlar atacağını” söylüyor. Ancak unutmamak gerekirse demokratikleşmenin en büyük adımı 12 Eylül anayasanın demokratikleştirilmesi ve sivilleştirilmesi olacaktır.
Zaten üçte biri değişen, adeta yamalı bohça haline gelen mevcut anayasanın neresini değiştirseniz değiştirin 12 Eylül’ün izlerini taşıyacaktır. İsmi “12 Eylül anayasası” olmaktan kurtulamayacaktır. Bu yüzden sıfırdan yeni bir anayasa hazırlanması elzemdir.
Yeni hazırlanacak anayasanın da “AKP anayasası” görüntüsünden kurtarmak için de Meclis içi ve dışı siyasî partiler, sivil toplum kuruluşları ile görüşerek geniş uzlaşmayla hazırlanan bir anayasa hazırlanmalıdır. Zaten bu mânâda sivil toplum örgütlerinin hazırlıkları da var. Malatya, Samsun, Bursa meydanlarında onbinlerce kişi “sivil anayasa yapılsın” diye çağrıda bulundu. Yani, millet de sivil anayasa istiyor. Erdoğan çok önem verdiği ”toplumsal mutabakat” mevcut…
Yeni anayasa yapmak için kararlılık gerekli. Bu kararlığın gösterilmesi gerekir. Çünkü demokrasi ve özgürlükler kararlı olunduğu zaman genişler. Geri vitesle yeni ve sivil bir anayasa yapılamayacağı da ortadadır.
22.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|