BİLGİ hayatın kaynağını teşkil ediyor.
Bilinenler var, bilinmeyenler var.
“Siz benim bildiklerimi bilseydiniz; az güler, çok ağlardınız” diyor iki cihanın güneşi ve serveri (asm).
Bilgi toplumu olanlar, ilgi bireyleri haline gelmişlerdir. Çevresiyle ilgili ne kadar sorumlulukları var ise onlara karşı ilgisiz kalmamışlardır.
Sosyal hayatımızda bugün en çok muhtaç olduğumuz şeyler ise, bilinmeyen şeylere karşı ilgi duymamızdır.
Arama ve sahip olma istekleri sadece maddî düzeyde kaldığı sürece hak ve hakikatin yolunu bulmamız imkânsızdır.
Karanlıkta ve yaralı olan bir insanı tasavvur ediniz. Böyle bir insana ulaşıp, karanlığına aydınlık, yarasına merhem olsanız, o insan ne kadar mutlu ve mesrur olur siz kıyas edin.
Dünyası böylesine aydınlık insanlar için, hayat yolu karanlık ve kendisi mânen yaralı insanlara ulaşmak kadar değerli bir şey olamaz.
Ama öyle insanlara ulaşmak bazen zordur.
Herşeyi bildiğini zanneden insanlara anlatacak şeyiniz yoktur.
Bilinmeyenler insanın büyük bir kaybıdır aslında.
Cenâb-ı Hak, kudsî bir hadiste “Ben bilinmeyen bir hazine idim. Bilinmek istedim, kâinatı yarattım” diyerek, yarattığı dört yüz bin çeşit nebatât ve hayvanâtı kendisini tanıması, bilmesi ve Kendisine ibadet ile şükretmesi için yarattığını bildirmektedir.
Bilgi her zaman insanı mütevazi yapmıştır. Bilmeyenler ve az bilenler ise, her zaman kibirli ve böbürlü olmuşlardır.
Bu anlamda herşey talebe bağlanmıştır.
Büyük âlim Sa’d-ı Taftazânî imanı tarif ederken:
“Cenâb-ı Hakkın, istediği kulunun kalbine, cüz-i ihtiyarının sarfından sonra ilka ettiği bir nurdur” diyerek, bunu nazara vermektedir.
Yani, talep ve istek asıldır. İrade dediğimiz şeyi Cenâb-ı Hak insanlara bunun için vermiştir.
Bilinmeyenler bilinse idi, sosyal hayatımız böyle olur muydu?
Tarihini, hayatını, güzelliklerini, sorumluluklarını nereden geldiğini, dünyadaki vazifesinin neler olduğunu, ahiretteki durumunu düşünen insan için bu bilinmezleri bilmek, toplum hayatını huzurlu ve mutlu yapacaktır.
Ama bildiğimiz zaman.
28.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|