Oldum olası dost meclislerinde oluşturulan sohbet halkasını sevmişimdir. Hele bu sohbetler, karşılıklı fikir teatileriyle farklı düşüncelere kapı araladığı zaman, daha da mutlu olurum. Çünkü bu tarz sohbetler, “müsademe-i efkârdan (fikirlerin çarpışmasından) Barika-i hakikat (Hakikat parıltıları) doğar (Said Nursî)” düşüncesinin somutlaştığı sohbetlerdir. Ben de bu mânâda yaşadığım sohbetleri anlatmaktan ve paylaşmaktan kendimi alamıyorum. Geçenlerde dertli bir arkadaşla sohbet ettim. Adamın birisi söz verdiği hâlde borcunu ödememiş. Üstelik kayıplara da karışması cabası… “Vallahi, Peygamberimizin ve dahi dinimizin en çok önem verdiği emanet ve borç konusunda da gayr-i Müslimlerden geride kaldık ya, yazıklar olsun bize. Baksana kardeşim, üstelik adamın adı Satılmış… Bilerek mi vermişler bu adı, ne?” diye sinirlenen arkadaşımı gayet iyi anlıyordum. Ama “Satılmış” ismine yüklediği anlam dolayısıyla, açıklamam gereken bazı noktaları hissettim.
Evet bu, tamamen değişen kültür ve medeniyetimizin temel dayanaklarından fedakârlık, Allah’a adanmışlık ve hayatı istikamet üzere yürütme düşüncesinden sapmışlığın bariz örneklerinden birisiydi. Dolayısıyla arkadaşıma, “satılmış” isminin “Allah’a bahşedilmiş, sunulmuş ve ruhunu şeytan ele geçirmesin” temennisiyle erkek evlâda verilen bir isim olduğunu söyleyince, “Baksana, bu adamın üzerinde duran bu güzelim isme yazık” demekten kendini alamadı. Evet, doğrusu da buydu. Üzülmek ve ismiyle ters orantılı bir hâl üzere yaşayanlara acımak olmalıydı aslolan.
Bu olay bir yana, “satılmış” isminin yaşadığı trajik imajı düşünmekten kendimi alamadım. Sahi, öylesi saf düşüncelerle Anadolu insanının benimsediği çoğu kavramlar neden başkalaşım geçirerek ucubeleşmişti? Söz gelimi, “Güzel bakmak sevaptır” sözü, “Her şey ne güzel yaratılmıştır. Hak’tan gelen her şey güzeldir” düşüncesinden uzaklaşıp, “Güzele bakmak sevaptır” gibisinden, şehevî bir anlama neden büründürülmüştü? Dahası, neden “Ramazan, Şaban, Mennan, Recep, Gafur” gibi maneviyatımızda önemli anlamlara sahip olan isimler, büyük bir çoğunlukla “salak, aptal, hilekâr, düşüncesiz, zorba, komik” ve benzeri imajlar sergileyen kişiliklere verilir oldu?
Meselâ eski bir Türk filminde tamamen örf ve âdetlere aykırı olarak yaşayan ve hiç de İslâmî olmayan davranışlarıyla boy gösteren bir kabadayının arkasından dolaplar çevrilir, dedikodular ayyuka çıkar. Peki bunu yapan kimler? Tabiî ki ak sakallı ve camiden çıkmayan ihtiyarlar… Ülkemizde buna benzer bol senaryolar üreten senaristlerin ne düşündüğünü bilemem. Ama İslâmî hayat ve düşünceye Tanzimat’tan beri süregelen ve giderek şiddetlenen bir reaksiyonun varlığını bilirim. O yüzden o “sakal, ihtiyar ve cami” kavramlarının büyük bir çoğunlukla kasıtlı olarak kötü imajlarla gösterildiğini de bilirim.
Bu bağlamda bilumum edebî eserlerde ve dahi san'at dallarında oluşturulan bilgi kirliliğinin de hep “her istediğini yapma hürriyetinden” dem vuran modernist (!) rindmeşrep güruhtan kaynaklandığı âşikârdır. “Hacı hoca takımı işte, ne gelirse onlardan gelir” gibi kalıp ifadeler ve söz gelimi, Turgut Özakman’ın Paydos adlı tiyatro oyununda dürüst öğretmenin karşısına cahil ve “düzenbaz muhtar” ile “hilekâr tüccar hacının” çıkarılıp bir çatışma ortamının oluşturulması da hep “halk cahil ve hocalar da hilekâr” düşüncesinin kabarcıklarıdır. Eh, ikisinin birleşiminden ortaya çıkan “yobaz”la eşdeğer tutulan “dindarlık” kavramı şimdi revaçta artık (!)
Arkadaşım bilmiyordu belki; ama el birliğiyle maneviyatımızın kavram haritasına çamur atılmıştı. Çamur düşmüştü belki; ama izi kalmıştı. Oysa, o haritanın imbiğinden sadece gül dökülmüştü. Şimdilerdeyse, timsali yekpare gül olan medeniyetten geriye, Yahya Kemal’in, “Minaresiz ve ezansız semtlerde doğan, Frenk terbiyesiyle yetişen Türk çocukları dönecekleri yeri hatırlayamayacaklar!” tesbitinin ağırlığı altında sayıklayan ve timsali kül olan bir medeniyet geziniyor ortalıkta.
30.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|