"Gerçekten" haber verir 30 Ağustos 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Görüş

Ramazan vurguncuları!

BAŞLIKTA biraz tereddüt ettim. “Ramazan hırsızları! Ramazan kazıkçıları!” mı olsun diye. Ama hangi başlığı da koysaydım mânâ değişmeyecekti. Aslında ben, yıllardır her Ramazan öncesi yaşanan bu vurgun hadisesine tepki gösterip, kızıyorum. Fakat, telâşeden, tembellikten, satıra döküp de anlatamıyorduk. Düşündüklerimizi de yazmamak olmazdı, onun için yazıyorum bu yazıyı.

Her Ramazan ayı yaklaştığında, aziz milletimizde bir koşuşturmadır gider. Bu mübarek ayın feyiz ve bereketini bilen insanımız, onu en güzel şekilde (ibadetlerle olsun, iftar sahur ziyafetleriyle olsun) geçirmenin planlarını yapar. Bundan dolayı da eskiden beri temel gıda maddelerini toptan almaya başlar. (Aslında bugünün Türkiye’sinde böyle toptancılığa lüzum da kalmadı) Bunu bilen esnafın çoğu da, milletin bu zayıf damarından istifade etmek ister. Elbette müstesna esnaf da yok değil. Hatta ben öylelerini bilirim ki, Ramazan ayı gelince bilâkis mallarında indirime gidip, hem millete kolaylık sağlayıp, hem de bundan dolayı sevaba giriyorlar. Ama, maalesef bu çeşit esnaf azınlıkta kalıyor. Aç gözlü ve doymak bilmeyenlerin çoğu, hep bu ayda vurgunculuk yapıyor.

En çok dikkat ettiğim şey de, ekmek fırınları ile, yufka-kadayıfçıların tutumuydu. Fırıncıların en büyük kârları olan Ramazan pideleri bu ayda satıldığından, hemen Ramazan öncesi ekmek ve pide fiyatlarına zam ve gramajı da düşürülerek, en büyük vurgunu orada yapıyorlar. Ayrıca, ekmek de sadece sabahları çıkartılarak, akşam iftar için insanları adeta pide almaya mecbur bırakıyorlar. Halbuki, özellikle çok ekmek tüketen fakir-fukaranın bu yola sevk edilmesi, onların sıkıntıya girmesine sebep oluyor. Yufka ve kadayıf da, bu ayda daha çok revaçta olduğu için, onlar da hemen hemen her Ramazan öncesi zam yapıyorlar. Ne diyelim, Allah insaf versin.

Son senelerde ortaya çıkan yeni Ramazan âdetleri var. Onlardan da ben pek hoşlanmıyorum. Bunlardan biri, “iftar çadırları” adı altında, güya başta fakir-fukaraya sıcak ve güzel bir iftar yemeği yedirmek. Ama bu iş çığırından çıktı. Daha çok, artık belediyelerin bir gövde gösterisine dönüştü gibi. Ayrıca, ihtiyacı olan fakirlerden ziyade, bir nev'î ziyafet mahalli ile oruç tutmayanların da mekânı oldu.

Diğeri de, lokantalardaki “iftar mönüleri”. Bunların da çoğu, insanımızı kazıklamak için bulunmuş tam bir fırsat. Lokantanın normal zamanında 10 YTL’ye yenilebilen bir yemek, maalesef vurgun sayesinde, iftar yemeği adı altında 15-20 YTL’ye, vatandaşa yediriliyor. Tabiî, milletimizin bazı zenginlerinin hayır yapmak için, eş, dost ve akrabalarına tertiplediği bu ziyafetler sayesinde lokantalar haksız kâr sağlıyor. Halbuki, tek olarak yemek yeme durumunda kalanlar, “iftar yemeği”ne itibar etmeyip, sade ismiyle yemek isteseler, (meselâ pide, çorba v.s. gibi) daha az kandırılırlar gibi.

Bir diğeri ise; büyük marketlerin “iftar paketi” adı altındaki sattığı yiyecekler. Tek tek ve kaliteli malları daha ucuza almak mümkünken, paket adı altında hem pahalı, hem de fazla fiyata vatandaşlara satıyorlar. Bu anlattığım vurgunların dışında, iğneden ipliğe kadar, neredeyse her şeyin fiyatı değişiyor. Birkaç gün önce bazı marketleri dolaştım ve devamlı aldığım malların fiyatlarına acaib zamlar yapıldığını görünce, aklıma Hz. Peygamber’in (asm) iki parmağını birleştirerek söylediği “Doğru tüccar Cennette böyle benimle yan yanadır” hadis-i şerifi geldi. Tabiî, öyle ucuz kazanılamayacak olan Cennete gitmeyi arzu eden insaf sahibi esnaf ve tüccarın bu hadise kulak vermesi lâzımdır. Elbette, anlattığımız bu haksız ve yanlış uygulamaları yapmayanlar bu mânâlardan müstesnadır.

Yine de her şeye rağmen, en güzelini aziz vatanımızda idrak ettiğimiz Ramazanların her hâli bir başka oluyor. Ramazanınız mübarek olsun.

OSMAN ZENGİN

30.08.2008


Hoşgeldin Ramazan

SABAH namazından sonra camiden birlikte çıkıp yürürken, “Ramazan yakın mı?” diye soran Şakir Ağa’ya lâtife olsun diye, bizimle birlikte fakat biraz önümüzden giden Ramazan Efendi’yi kastederek; “Bir metre ilerimizde” dedim.

Şaka bir yana, güneş takviminde her yıl on gün kadar daha önce gelerek mevsimleri, ayları ve günleri muntazaman ziyaret eden “Onbir ayın sultanı”nın bu yıl da bizi ziyaretiyle şereflendirmesi çok yakında ve İnşaallah Eylülün ilk gününde olacak. Ramazan ayının yakınlığını bilmek, mahalle komşusu Ramazan Efendinin yakınlığını bilmekten çok daha farklı, mühim ve faydalıdır. Bize çok kıymetli manevî hediyelerle gelecek bu “Sultan”ın bir ay sürecek bu ziyaretini heyecanla beklemeli; ona ve getireceği çok kıymetli manevî hediyelere lâyık bir karşılamada ve ağırlamada bulunmalıyız.

Ramazan-ı Şerifin pek çok hikmetleri vardır. Ramazan-ı Şerifteki oruç, İslâmın beş esasının en önde gelenlerindendir. Hem İslâmın işaretlerinin en büyüklerindendir. Ramazan orucunda, insanı Cenâb-ı Hakkın nimetlerine şükür, ictimâî vazifelerini yapmaya dâvet, dünyada âhireti kazandıracak bir ticarete teşvik, bir nev'î perhize alıştırmak, riyazete çalıştırmak, nefsinin mevhum rubûbiyetini kırmak, ahlâkını güzelleştirmek ve serkeşâne muamelelerden vazgeçirmek, ona emir dinlemeyi öğretmek, sabır ve tahammülü yaşatmak, Allah’a (cc) karşı aczini göstermekle ubudiyetini bildirmek cihetleri vardır.

Her yıl “Onbir ayın sultanı Ramazan”ın bizi bir aylık bu ziyareti; düşünce, his, geçmişte yaşananlar, hatıralar v.d. bakımından, onun kıymetini bilen ve ona hürmeti olanlarda diğer aylardakine nispeten çok farklı, fevkalâde anlar yaşatır. Ramazanın gelişinin bana takdir ve tebrik hislerimle hatırlattıklarından biri de, devlet hastanelerimizden birinde mütehassıs doktor olan bir arkadaşımın yıllık iznini daima Ramazan ayı içinde kullanmasıdır.

Bazı meslektaşları, her sene yazın ortasında yıllık izinlerini geçirdikleri, sahillerdeki turistik yerlerde ilâveten sahte raporlar alarak izinlerini uzatıp, ülkenin çeşitli yerlerinde görev mekânlarındaki hastanelerde vatandaşlar kendilerinden sağlık hizmeti bekleyedursun, onlar yasadışı bir şekilde turizm hekimliği ve “turist kazıkçılığı” yaparken; yaz-kış hangi mevsimde olursa olsun, yıllık iznini daima Ramazan ayında kullanan bu mütehassıs doktorun bu tercihinin sebebi, merak edilmeye ve üzerinde ciddiyetle düşünülmeye değerdir. Herhalde o, Ramazan ayının kıymetini bilip bu kıymetli ayı mümkün olduğu kadar ona lâyık bir şekilde değerlendirebilmek için, diğer bütün dünyevî iş ve meşgalelerinden en fazla uzaklaşabileceği yıllık izin zamanını, ağırlıklı olarak bu zamanda kullanmaya çalışmaktadır.

Ramazan ayının ehemmiyetini araştırıp öğrenenler, bu tercihin izahını da bulurlar. Kur’ân-ı Kerîm’in Ramazan ayının ehemmiyetinden bahseden: “O Ramazan ayı ki, insanlara doğru yolu gösteren apaçık delillerini taşıyan ve hak ile bâtılın arasını ayıran Kur’ân, o ayda indirilmiştir.”(Bakara Sûresi, 185) âyeti ve bu âyetin tefsirleri bize bu mevzuda ışık tutabilir. Kur’ân tefsiri mühim bir ilimdir ve her ilim gibi onun da bir lisanı vardır. Tefsirlerde yer alan bazı cümlelerin bir günlük gazete yazısı kadar kolay anlaşılamayışı, bizi bunları anlamak için gayret göstermekten alıkoymamalıdır. Eline bir define haritası geçiren bir insan, bu haritadaki şifreleri çözebilmek için ne kadar çok gayret gösterir. Halbuki, öyle define haritalarının gerçek bir defineyi göstermemesi ve sahte olması, büyük bir ihtimal dahilindedir. Bir Müslümanın, Kur’ân-ı Kerîm’in Allah (cc) kelâmı olduğuna inanmasına rağmen, ondaki dünya defineleriyle kıyaslanmayacak derecede büyük, hakikî ve daimî, mânevî definelerin yolunu bulabilmek için, onu açıklayan tefsirleri okuyup anlamaya çalışmaması; bu hususta tembellik, tenperverlik ve ihmalkârlık göstermesi, çok büyük bir tezat değil midir? O halde, Ramazan ayının fazileti ve Ramazan orucu ile ilgili, hakikî, manevî, büyük ve ebedî bir definenin haritası gibi olan gelecek cümleleri dikkatle okuyup anlamaya çalışalım:

“Kur’ân-ı Hakîm, madem şehr-i Ramazanda nüzûl etmiş, o Kur’ân’ın zaman-ı nüzûlünü istihzâr ile, o semavî hitâbı hüsn-ü istikbâl etmek için, Ramazan-ı Şerifte nefsin hâcat-ı süfliyesinden ve mâlâyâniyât hâlâttan tecerrüd; ve ekl ve şürbün terkiyle melekiyet vaziyetine benzemek; ve bir sûrette Kur’ân’ı yeni nâzil oluyor gibi okumak ve dinlemek; ve ondaki hitâbât-ı İlâhiyeyi güyâ geldiği ân-ı nüzûlünde dinlemek; ve o hitâbı, Resûl-i Ekrem’den (asm) işitiyor gibi dinlemek, belki Hazret-i Cebrâil’den, belki Mütekellim-i Ezelî’den dinliyor gibi bir kudsî hâlete mahzar olur. Ve kendisi tercümanlık edip, başkasına dinlettirmek ve Kur’ân’ın hikmet-i nüzûlünü bir derece göstermektir.” (Devamı için bakınız: Risâle-i Nur Külliyâtı, Ramazan Risâlesi)

Allah (cc) kelâmı Kur’ân’daki ve onun tefsirlerindeki Ramazan ayının kıymet ve ehemmiyetine dair söylenenler, o doktor arkadaşımın yıllık iznini kullanma şekliyle alâkalı tercihine açıklık getirmiyor mu? Bundan, “Müslüman tüm memurlar yıllık izinlerini Ramazan ayında kullanmalıdır” hükmünü çıkarmıyoruz, zaten pratikte de bunun çeşitli manileri vardır; fakat Ramazan ayının kıymetini bilip onu ihya ile çok kârlı bir âhiret ticareti yapabilmek ve onu azamî şekilde değerlendirebilmek için, herkesin kendi durumuna göre bir plan ve program yapmasının faydasına ve lüzumuna dikkati çekmek istiyoruz.

En büyük camilerimizin minareleri arasına “Hoşgeldin Ramazan” yazılı, ışıklı mahyalar gerilmesi, asırlardır gelenek halinde devam etmektedir. Ramazan “Hoş gelir”; mühim olan bizim onu hoş karşılayabilmemiz; o, bir ay sonra bizi bırakıp giderken elimizin boş kalmayışıdır. Peygamberimiz’in (asm) bir Cuma hutbesi için çıktığı üç basamaklı minberinin her bir basamağında “Âmin” dediği, Cebrâil’in (as) üç duâsından biri de, Ramazan-ı Şerife eriştikleri halde kendilerini affettirmeye çalışmayanlara bedduâdır. Allah bizi bu bedduâya müstahak olanlardan değil; Ramazan ayının kıymetini bilip onu lâyıkı şekilde ihya etmeye çalışanlardan eylesin. Ramazanınız şimdiden mübarek olsun.

Prof. Dr. MUSTAFA NUTKU

30.08.2008


Tuna’dan geçmek

Tuna Nehri’nin tarihimizde ayrı bir yeri vardır. Viyana kapılarına kadar dayanan atalarımız Avrupa içlerine düzenlenen seferlerde orta kol olarak bu nehrin kıyı hattını kullanmış, ulaşım ve nakliye işlemleri Karadeniz’den Tuna’ya indirilen kalyonlarla gerçekleştirilmiştir.

Zaferle sonuçlanan seferlerin çoğu Tuna boylarında kazanılmıştır. Silistre, Ziştovi, Niğbolu, Plevne, Lofça, Deliorman ve Dobruca Kaleleri Tuna’dan bindirilen kuvvetlerle hâkimiyet altına alınmış, Haçlı ordularının bozguna uğratıldığı Kosova Meydan Muharebeleri Tuna kıyılarında yapılmıştır. Macarlar Tuna Nehri kenarında perişan edilmiş, Transilvanya’ya Tuna üzerinden girilmiştir. Tuna’yı geçerek muhasara altına alınmıştır Belgrad Kalesi. Keza Kili Tuna’dan gelen takviye güçleri ile ele geçirilmiştir.

Macaristan, Hırvatistan, Transilvanya ve Dalmaçya topraklarında sefere eşen yiğitlerin Tuna kıyılarındaki menzillerdir uğrak yerleri.

Atlastan cepkenli yiğit akıncılar atlarını Tuna’nın köpüklü sularında sulayıp, abdestlerini Tuna’nın serin sularında aldılar. Tuna’nın üzerinde kurulu Petrovardin Kalesinde eda ettiler namazlarını. Bu yüzden verilmişti Macarların Taşkent (Petro Var) dediği kaleye “Dinin Taşkenti” anlamına gelen (Petrovardin) adı.

Sirem muhitindeki, Drava Nehri kenarındaki kaleler, Nazlı Budin, akabinde Segedin, Peşte, Tata, Şikloş, Estergon Kaleleri Tuna’dan geçilerek zaptedilmişti hep.

Kısacası Viyana kapılarına kadar Tuna boylarında “Mesnevî okuyarak, pirinç pilavı yiyerek gitmişti” ecdad. Tuna’nın suladığı bereketli tarlaların eşsiz lezzetleri yeni fatihlerine hoşamedi ziyafeti sunarken, ruhlarını Mesnevî çeşmesinden doldurarak aşmışlardı uzadıkça bitmeyen, tükenmeyen yalçın dağ yamaçlarını.

Bu yüzden Tuna’dan geçmek Nizam-ı Âlem uğruna anadan yardan geçmek anlamına gelirdi.

Ak Tolgalı Beylerbeyi’nin haykırışıyla sel gibi yağan küffar-ı hakisarın üzerine Allah’a ulaşmak için şimşek gibi atılmak demekti Tuna’dan geçmek. Şimşek gibi atılan bu gül yüzlü yiğit akıncının yerden yedi kat arşa yükselmesi demekti. Bin atlı akınlarda dev gibi orduları yenmekti Tuna’dan geçmek.

Rim-Papa’ya diz çöktürmek için ölümü şölene dönüştürmekti Tuna’dan geçmek.

O günler mazide kaldı.

Devrilen ulu çınardan geriye kalan kütük kadar Anadolu coğrafyasına çekildiğimiz günden beri Tuna ismi çok uzaklardaki bir nehirde yakalanmış tombul bir balıktan başka bir şey ifade etmiyor yeni nesil için.

Bilgi toplumunun kutsal mabetlerinde tedris edilen profan bilgilerle Tuna’yı anlamak, 4 seçenekli cevap anahtarından genel geçer test teknikleriyle bulduğu doğru cevaba bodoslama atlayarak, Pavlov’a rahmet okutan bir sistemin nazik ve sade dil dalgıçları için çözümü olmayan riyaziye sorusundan farksız bir şey artık.

Öte yandan umuda uzanan yolun üzerindeki yaban ellerinden geçen bir akarsudan başka bir anlam yüklemiyor yanından geçip gittiği Tuna, acı vatan Almanya trenindeki Erzurumlu Duran’ın zihnine. Güzel insanların güzel atlarıyla göçüp gittiği bu diyarlarda öz yurdunu aramıyor Ankaralı Burhan’ın ruhunda.

Tuna isyanlardadır bundan dolayı.

Dün İlâ-yı Kelimetullah için, despotların zulmü altında inleyen mazlûmların çığlıklarına istimdat için, kafilelerle buradan geçen cihangir Asya ordularının kahraman evlâtları, bugün bir parça ekmek için avuç açmaya gidiyor elin yabanına.

Üzgün Tuna. Bir o kadar da bıkkın.

Ne büyük bir dönüşüm yaşadık Allah’ım diyor ve hüzünle soruyor.

“Nasıl oldu da Avrupa bir Osmanlı doğurdu, Osmanlı da bir Avrupa”?

Aldırma be Tunam.

Bugün seni anlamsız gözlerle seyreden Kara Osman’ın ahfadı,

İdrakine ulaşır senden geçmenin dolunca miadı.

Titrer, silkinir de uyanır düştüğü aldatıcı masaldan.

Sıyrılır, kurtulur derunundaki yalancı kutsaldan

Yıldırmaz Saidleri, Hamzaları, Ömerleri, Osmanları, Tahirleri, Yusufları uryan kalma korkusu.

Üç kıt'aya hakim olan o gül yüzlü yiğitler de çıplak doğmamış mıydı anadan!

DOÇ. DR. MEHMET İPÇİOĞLU

30.08.2008


Çalışmak sağlıktır, çalışmak mutluluktur

“ÇALIŞMAK, çalışmak ve çalışmak”. Hayatın içinde, mutlu ve sağlıklı kalmanın en kestirme ve en açık formülü bu. Biz, çalışmadan ve emek harcanmadan da para kazanılacağı ve bu kazanılan parayla mutlu olunacağının zihinlere habire pompalandığı bir toplumda büyüdük. Biz derken sanmayın ki, yalnızca kendimi ve kendi kuşağımı kastediyorum. Biz dediğim 70 milyon insan. Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan insanlar olarak bizlere kolaycılık, bedava kazanç, şans oyunları, kumar ve benzeri haksız kazançlar örnek olarak sunulmadı mı, anlı-şanlı gazetelerde, kanalizasyon misâli TV’lerde. Evet, maalesef bu bir gerçek. Milli piyango, kazı kazan, iddaa falan filan şans oyunları revaçta. Hayalci toplumun parayla uyuşturulmuş fertleri, emek harcamadan kazanacağı parayla mutlu olacağını sanıyor. Acıyorum ve hayıflanıyorum böyle düşünenlere. Para dediğin nesne olmadığı zaman değerlidir. Olduğu zaman seni geçici süreyle mutlu eder. Fakat başka mutluluklar ararsın. Bedavadan gelen para çok olunca, seni hayata bağlayan ve didinip çalışmanı gerektiren bir ortam da ortadan kalktığı için, havaî, envaî türdeki eğlenceden de kısa bir hâz alırsın. Bir müddet sonra, kafanı yastığa koyduğunda uyuyamazsın, yediğin yemekten tat alamazsın, yaşadığın hayatta mânâ bulamazsın. Onun için, formül açık, mutluluk ve sağlık formülümüz, “çalışmak, çalışmak ve çalışmaktır.”

Kur’ân-ı Kerim’de nice hikmetler, ince sırlar var. Okuyup da tefekkür edene ve tefekkürden sonra kendisine çeki düzen verene ne mutlu. İnşirah Sûresi 8 âyet. İnsanın içini açan bir sûre. Zaten, Fatiha’dan başlayarak bütün sûre ve âyetler mü’minin içini açar ve genişletir Allah’ın izniyle. Fatiha da açma, genişleme, ferahlama anlamına gelir, İnşirah da öyle. İnşirah Sûresi sekiz âyet. Sekiz rakamını çok severim. Sekizde ferahlama ve açılma olduğunu düşünürüm. Genelde insanların çoğu yedi rakamına bayılır. Ben nedense, hep sekiz rakamını çok yakın ve uygun gördüm kendime. Aynen 19’u değil de 17 rakamını yakın ve uygun gördüğüm gibi. Neyse asıl konumuz bu rakamlardaki hikmetler değil. Asıl konumuz, Kur’ân’dan çalışmanın ve yorulmanın ferahlama getireceğine dair işaretlerdir. İnşirah Sûresi’nde Yüce Rabbimiz, “1. (Ey Muhammed!) Biz, senin göğsünü yarıp-genişletmedik mi? 2. Ve yükünü indirip-atmadık mı? 3. Ki o, senin belini bükmüştü; 4. Senin zikrini (şanını) yüceltmedik mi? 5. Şüphesiz, zorlukla beraber bir kolaylık vardır. 6. Gerçekten güçlükle beraber bir kolaylık vardır. 7. Öyleyse, bir işi bitirince diğerine koyul. 8. Ve yalnızca Rabbine rağbet et.” İşte hayattaki sağlık ve mutluluk formülü bu âyette sıralanmış. Rabbim (cc) ne güzel ayan beyan açıklamış.

Bir işi bitirdiğinde, boş durma, başka işe koyul. Sakın ha boş durma. Boşluk insanı ya cinnete, ya dehşete götürür. Boş adam ya delirir ya da kendisine, çevresine, başkasına belâ olur. Allah saklasın ve korusun. Gazete haberlerinde genelde üçüncü sayfada yer alan cinayet, cinnet, dehşet haberlerini okuduğunuzda yüzde doksan dokuzu boş adamlardan kaynaklandığını anlarsınız.

Bu satırları yazmamın sebebi, iznimi kullanırken Pazarcık’taki evimizde her sabah müşahede ettiğim bir güzel gözlemdir. Babam her sabah daha saat altı yedi iken ve insanlar büyük ekseriyeti uykuda iken, evimizin yan tarafında bulunan küçük tezgâhının başına geçiyor ve ahşaptan küçük ev ihtiyaç malzemeleri üretmek üzere, çekiçle çivisini çakıyor, bıçkıyla tahtasını kesiyordu. Yaşı 70’den fazla olan babamın mesleği marangozluktu. Artık Bağ-Kur’dan emekli olduğu ve kardeşim Hacı dışındaki çocuklarının hepsi de büyüyüp iş-güç sahibi olduklarından parasal anlamda çalışmaya ihtiyacı yoktu. Ancak, buna rağmen her sabah erkenden başlıyordu çalışmaya. Birden kafam dank etti. O çalışma para için değildi. Hayata bağlanmak içindi. Boş durmamak içindi. Çünkü, Kur’ân-ı Kerim’de de beyan edildiği üzere, bir işi bitirince hemen diğerine koyulmalıydı. Her zorluğun içinde mutlaka kolaylık vardı. Evet, bunları düşündüm. Ve babamı takdir ettim. Allah ondan razı olsun. En güzel hayat hikâyesini bizzat hâliyle, yaşantısıyla çevresindekilere hergün anlatıyordu. Tabiî anlayanlara.

Sözün özü, çalışmak mutluluktur, çalışmak sağlıktır. Helâlinden üretmek ve kazanmak, bu kazandıklarıyla çevresindekilere yardımcı olmak dünyadaki en güzel mutluluk, dünyadaki en güzel hususiyettir.

Ahmet SANDAL

30.08.2008


Hizmet beklemez

“Hizmet beklemez” dedi Yusuf. Üsküdar’ın alabildiğine yokuş caddelerinde birini yokuş yukarı arşınlarlarken soluk soluğa söylemişti bu cümleyi. Peşinde aynı onun gibi soluk soluğa yokuşu tırmanmaya çalışan talebeleri yorulduklarını itiraf etmeyi yakıştıramıyorlardı kendilerine. Fakat biri söyleyivermişti işte. “Ağabey bir soluklansaydık…”

“Kardeşler” dedi Yusuf. “Kitapların yetişmesi lâzım, isterseniz siz dinlenin, fakat benim gitmem lâzım, hizmet beklemez.” Yusuf bunları söylerken aklından nice hatıralar geçiyordu. Hafız Ali Abinin Üstadın ye-rine ölmek için duâ etmesinden tutun; ağabeylerin bir buçuk metre yüksekliği bulunan mekânlarda kitap basmaya çalışmalarına kadar bir sürü hatıra akın edi-yordu, durmayı düşündüğü anda aklına. Kardeşlerini de yormak istemezdi; fakat kendi söylemişti: Hizmet beklemezdi. Yapılmalıydı alınan görev…

***

Konferans salonu dolmak üzereydi. Panelin başlamasına az bir vakit kalmıştı. İsmail saatine baktı: 12.00. Kapı tarafına bir kez daha göz attıktan sonra çıkardı telefonunu.

“ Kardeş neredesiniz?”

Yusuf telâşlanmıştı. Standın panelden önce kurulması gerekiyordu ve böyle giderse yetişemeyeceklerdi.

“ Ağabey yoldayız, yetişeceğiz İnşallah.”

Telefonunu cebine koyduktan sonra adımlarını daha bir hızlandırdı. Arkadaki kardeşlerine bir göz attıktan sonra “kardeşler biraz daha acele edelim, İsmail Ağabey aradı neredesiniz diyor. Hadi gayret yetişelim şu panele.” Aksi gibi ne bir minibüs ne bir taksi geçiyordu. Mecburen yürüyeceklerdi konferans salonuna kadar. “Vardır bir hikmeti” dedi Yusuf, bir taksi falan geçer umuduyla yola bakarken.

***

İsmail salonun giriş kapısının önünde gelenleri karşılıyordu. Gelen ağabeylerden bir kaçı kitap standı yok diye bozulmuşlardı bile. İsmail durumu idare etmeye çalışıyordu. Az sonra salonun müdürü yanaştı İsmail’e. Teknik bir sorun sebebiyle panelin açılışı bir saat ileri alınmış ve anonsun da yapılmış olduğunu söyledi. İsmail haberi vermek üzere ağabeylerin yanına gitti.

***

Yusuf ve beraberindekiler konferans salonunun bulunduğu binaya ulaştıklarında saat birdi. Yani panel başlayalı yarım saat olmuş olmalıydı. Bunun verdiği moral bozukluğuyla içeri girdiler. Bir gariplik vardı sanki. Giriş olmaması gerektiği kadar hareketliydi. Üstelik panel verecek olan yazar da köşede ağabeylerden biri ile sohbet ediyordu. Yusuf’un aklına panelin iptal edilmiş olabileceği geldi. Ama yine de mantıksızdı. Öyleyse bu insanlar hâlâ neden bekliyordu? O sorularını cevaplamaya uğraşırken yanına İsmail geldi.

“Çok geç kaldınız kardeş, neyse hemen kuralım standı. Daha fazla beklemeye gelmez.”

Yusuf hâlâ hızla çarpan kalbini ritmine oturtmaya çalıştığı için olsa gerek, anlamamıştı İsmail’i. İsmail tekrarladı:

“ Kardeş haydi... Tut şu koliyi Hasan…”

Kitaplar yerleştirildi. Hemen satışa başladılar. Bu esnada kardeşlerden biri Yusuf’a yanaştı. Muzip bir gülümsemeyle sordu.

“Ağabey, hani hizmet beklemezdi… Bak beklemiş işte…”

Yusuf her zamanki tebessümünün eşliğinde cevapladı, zaten beklediği bu soruyu.

“ Kardeş” dedi Yusuf karşısında yüzündeki tebessümle cevap bekleyen Ahmet’e. ”Hizmet, ancak ve ancak onun uğrunda, ihlâsla, kan ter içinde kalan talebelerini bekler…”

Faruk Saim AKHAN

30.08.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır