Türkiye’deki devlet yapılanmasının seçilmiş siyasetçilere tanıdığı alanın yol, su, elektrik tesisatı işleriyle sınırlı olduğu yönündeki tesbit, zaman zaman başbakanlık konumuna yükselmiş isimlerce de defaatle dile getirildi.
Devletin dayandırıldığı ideolojiyi, bu eksende oluşturulan temel çerçeveyi, kurumların konum ve işleyişiyle ilgili kural ve düzenlemeleri belirleme ve değiştirme yetkisi, başından beri kendisini “kurucu irade”nin sahibi ve temsilcisi olarak gören seçkinci bir zümrenin tekelinde tutuldu.
Mecliste görev yapacak milletvekillerinin dahi tepeden tayin edildiği tek parti döneminde bu sistem problemsiz işledi. Ama ne zaman ki, halkın reyinin devreye girdiği çok partili sisteme geçildi, ondan sonra irade çatışmaları başladı.
Seçilmişlerin, “kurucu irade” ile tayin edilen istikamet ve çerçeveyi zorlar hale gelmesi, devletin silâhlı gücünü kullanarak gerçekleştirilen darbe ve müdahaleleri beraberinde getirdi. Ve her müdahaleden sonra sistem, kendisini onun sahibi olarak görenler tarafından revize edildi.
Bu revize etme işlemi, ya 27 Mayıs ve 12 Eylül’de olduğu gibi anayasayı tamamen yenilemek ya da 12 Mart’tan sonra yapıldığı gibi büyük ölçüde değiştirmek suretiyle gerçekleştirildi.
Seçilmiş sivillerin bu anayasalarda, esasa dokunmayan detaylarla ilgili küçük rötuşlar yapmalarına göz yumuldu, ama tamamen yeni bir anayasa hazırlamalarına şiddetle karşı çıkıldı.
22 Temmuz seçimi sonrasında iktidarın yeni bir anayasa hazırlama girişimi gündeme geldiği zaman sistem ve statüko temsilcilerinin derhal sahneye çıkıp “Anayasaları ancak harp kazanmış veya olağanüstü durumların ardından teşkil edilmiş kurucu meclisler yapabilir” diyerek isyan bayrağı açmaları bunun bir tezahürüydü.
Ve gelinen noktada görünen o ki, bu direniş aşılabilmiş değil. Tam tersine, halktan aldıkları çok büyük oy desteğine rağmen, seçilmişler, yeni anayasa projesini rafa kaldırmış durumdalar.
Çünkü altı yıl önceki ilk seçim başarılarının hemen akabinde sonuçlandırmaları gerekirken sürekli erteledikleri “anayasayı yenileme” projesini gerçekleştiremeyişlerinin kurbanı oldular.
Değiştiremedikleri anayasa altı yıl boyunca hep onların ayak bağı oldu ve son dönemde ise ölüp ölüp dirildikleri bir kâbus sürecini yaşattı.
Sürecin bundan sonraki safahatı da, yine aynı anayasa sebebiyle, demokles’in kılıcını hep tepelerinde sallanıyor hissedecekleri, alabildiğine boğucu, kasvetli ve sıkıntılı bir tablo arz ediyor.
İşin garip taraflarından biri, Mecliste yine büyük çoğunluğu ellerinde bulundurmalarına ve buna ilâveten parlamentodaki muhalefetin en azından bir bölümünün de desteğine rağmen, bu tabloyu değiştirmeye yönelik bir adım atabileceklerine dair bir işaretin ufukta görünmeyişi.
İşte bu, tam bir kilitlenme hali. Ve siyasetin tümünü kapsayan bir kilitlenme. 3 Kasım 2002 seçimiyle başlayıp 22 Temmuz 2007 seçimiyle devam eden yeni dönemin, son seçimden bir sene sonra gelip dayandığı nokta maalesef bu.
Yargı vesayetinde yürüyen bir çeşit ara rejim niteliğindeki bu sıkıntılı tünelden nasıl çıkılır?
AKP bunu, yaklaşık dört yıldır ara verdiği AB sürecini tekrar canlandırıp, ulusal program çerçevesindeki reformları gerçekleştirmeye koyularak denemeye karar vermiş gibi görünüyor.
Ancak bunca olup bitenlerden sonra, özellikle tıkanıklığın birinci derecedeki sebebi ve sorumlusu haline gelen yüksek yargıyı bu durumdan çıkaracak köklü ve yapısal reformları gerçekleştirmek suretiyle siyaset ve demokrasi üzerindeki yargı vesayetini kaldırmak son derece zorlaştı.
Hal böyle olunca, reform adı altında yapılabileceklerin, esasa taallûk etmeyen detaylarla sınırlı kalması sürpriz olmaz ve kimseyi şaşırtmaz.
Ama bu tablo da ilânihaye sürdürülemez. Kaçınılmaz şekilde gündeme gelecek bir seçimin çare olması ise siyasetin reel gerçeklerine dayalı demokratik alternatiflerin ortaya çıkmasına bağlı.
30.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|