OKUMAK istemeyen şöyle bahaneler uydurur:
“Risâle-i Nur muhteşem bir tefsirdir, ama, çok ağdalı bir dil kullanıyor, çok ağır, okuyamıyorum!”
Üstelik bunu zaman zaman bazı İlahiyatçılar da seslendirmesin mi?
Evvelâ, Risâle-i Nur ağır değil, hafif olan biziz. Ağdalı bir dil kullanmıyor, iman dilini şiirleştirmiş…
Aslında bu tipler, sadeleşmiş eserleri bile okumazlar. O sadece bir bahane. Yine medreselerde okumuş bir arkadaş şöyle demişti:
“Risâle-i Nur’da çok yabancı kelimeler var!”
Allah insaf versin, yabancı olan Risâle-i Nur kelimeleri mi, yoksa biz mi?
Risâle-i Nur, binbir Esmâ’yı kullanıyor. Onlar mı yabancı! Kur’ânî, Sünnetî, tasavvufî, kelâmî, bütün mânevî ve İslâmî ilimler literatüründeki kelimeleri, mefhumları bize açar, onlar mı yabancı!
Risâle-i Nur, bizi, İslâm harsıyla, yani kültürüyle buluşturur. Zira, ömrümüz kısa, 15-20 sene medreselerde okuyamayız. İkincisi, medreseler fonksiyonunu icra edemez oldu, tekke ve zaviyeler kapatıldı. Bu sahada insanlar eğitilemiyor, terbiye edilemiyor.
Üçüncüsü, sekülarizm havası ile dine ve maneviyâta karşı cephe alındı. Fen ve Felsefe ile nazarlar İslâm ilimlerinden geri çekildi. İşte Risâle-i Nur, 15 senede medreselerde öğrenilen ilmi, 15 haftada veriyor. Bütün İslâm ilimleriyle bizi buluşturuyor.
Tarihe, maziye ait olan her şeye cephe alındı, silinmek istendi. İşte Bediüzzaman, Risâle-i Nur ile, kültür tarihimize, iman tarihimize, Kur’ân tarihimize bir köprü kuruyor.
“Dil sadeleşse okuyacağım!”
Aslında bu da bir bahanedir. Zira, sade eserler var, onları da okumuyorlar!
İki, sadeleştirmeyi istemek, “ifsat komitelerinin tuzağına” düşmektir, oyununa gelmektir.
Sadeleştirme, bir felâkettir; nesiller arası kültür kopukluğudur. Bugün sadeleştirilse, bir nesil sonra, yine sadeleştirmeyi gerektirir. Buyurun: Kitap, dergi, gazete ve benzeri süreli yayınların adı önceleri “matbuât” idi. Sonra sadeleştirildi. Ne mi oldu dersiniz? “Basın-yayın” Burada kaldı mı; hayır. Şimdi oldu “medya!” Sonra ne olacak? Bilemiyoruz… İşte, sadeleştirme, böyle bir maskaralığı gerektirir.
Sadeleştirme, müellife, yazara saygısızlıktır. Fennî ince meselelerin yanında, onlarca sene sonra meydana gelebilecek yüzlerce fennî-sosyal olayları teşhis ettiği halde; Türkçe’nin eski ağdalı uslûbundan uzaklaştığını, gittikçe sadeleştiğini, hattâ, uydurukçaya kaçtığını, Osmanlıca’nın unutulmaya yüz tuttuğunu, tutturulduğunu Bediüzzaman görmemiş midir?
Eğer öngörmüşse neden sade, günlük dili değil de, tarihin derinliklerinde kalmış, 15 asırlık eski ağır mefhûmları / kavramları, tâbirleri, tamlamaları kullanmıştır?
Bunun birçok gerekçeleri sıralanabilir. Bizce iki temel sebebi vardır:
- Birincisi; her kültür, her ilim dalı kendi diline has mefhumları, literatüründe yer alan orijinal tâbirleri, kelimeleriyle anlatılır; anlatılmalıdır.
- İkincisi; Risâle-i Nur, Kur’ân ve Hadîsin günümüze bakan yönlerini yorumlayan; onlardan doğan kelâm, tasavvuf, fıkıh, ahlâk ve benzeri bütün İslâm ilimleriyle fen ve sosyal ilimleri harmanlayarak sunan bir tefsirdir. Böylece, 15 asırlık İslâm tarihindeki ilmî birikimi özelde Müslüman, genelde insanlık dünyasına aktarmayı hedeflemektedir.
Öncelikle dinin iki temel kaynağı Kur’ân ile Hadîsin / Sünnetin, İslâm ilimleri literatüründe yer alan mefhûm ile kelimeleri, yâni, Arapça, Farsçalarını kullanır. Ardından, kimi zaman aynı cümle içinde, kimi zaman aynı paragrafta, kimi zaman ise diğer paragraflarda, dönüşümlü olarak Türkçelerini verir. Her zaman bunu yapmasa da, cümlenin akışından, kurgusundan mânâsını rahatlıkla çıkarabiliyoruz. Adeta, matematikî bir formül, cebirdeki bilinmeyenli denklem gibi çözümü sağlayacak kelimeleri dizer. Öylesine enteresan bir üslûp geliştirir ki, anlayamadığımız kelimelerin üzerini kapatsak bile mevzu yine anlaşılıyor.
Bir de bu gözle okumayı deneyin, sadeleştirmeye ihtiyaç olmadığını göreceksiniz.
Bir de bu gözle okumayı deneyin, göreceksiniz!
23.08.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|