Üç buçuk yılı aşkındır AB müzâkere sürecinde uyum ve uygulamaya dair köklü tedbirler almayan ve dış politikada saplandığı ABD ekseninde AB’yi âdeta unutan hükûmet, 400 sayfalık yeni bir “ulusal program” taslağını tartışmaya açıyor.
Bunlar, KDV ve ÖTV’nin tanım ve oranlarından Ticaret Kanununda halka açık şirketlere, sürücü eğitiminin denkliğinden ikinci el motorlu taşıtların ithalinin izne bağlanmasına, atık elektronik eşyanın kontrolünün sağlanmasından atık pillerin toplanma sistemine, gıda ve eşya boyası olarak kullanılan titanyum dioksitin sınırlanmasından karbon emisyon tavanlarının belirlenmesine kadar ticaret, trafik, çevre, tarım ve temizlik için bir dizi düzenlemeyi ihtiva ediyor.
Bütün bunların 2012’ye uzanan süresi içinde yapılması elbette Türkiye için ciddî hayatî önem taşıyor; ve elbette bu mevzuatın eksiksiz çıkarılması ve uygulanması gerekiyor.
Gelinen noktada, siyasî iktidarın, 22 Temmuz’dan sonra büyük bir iddia ile ortaya “yeni anayasa” başta olmak üzere doğrudan demokratikleşme ve özgürlüklere dair uyum yasalarını askıya alıp “ulusal program”a yönelmesine başlangıçta bir “taktik” olarak bakılabilir.
Lâkin beş yıla uzanan uzun vadede yapılacak düzenlemelerde, yine AB demokrasi ve özgürlükler standardından uzak kalması şüphesi, düşündürücü. Bu istifhama evvelemirde siyasî iktidarın özellikle “kapatmama kararı”nda aldığı “uyarı”yla içine saplandığı çekingen ve tutuk tavrı yol açıyor…
TEMEL HAK VE HÜRRİYETLER GERİ PLÂNDA…
Bilindiği gibi Meclis Başkanı Köksal Toptan, iktidar partisini kapatma dâvâsı sürecinde istikrarı gözetmek suretiyle herkesin “oh!” diyebileceği bir kararın çıkmasını beklediğini, ardından da mutlaka “yeni anayasa”nın çıkarılması gerektiğini dile getirmişti. Meclis Başkanı, iktidar partisinin “kapatmama kararı” sonrasında bu görüşünü daha bâriz bir biçimde vurguluyor.
Ne var ki hükümet başka havada. AB mevzuatı ile uyum çerçevesinde demokrasi ve özgürlükler alanındaki temel düzenlemelerden ziyade yasa ve yönetmelikleri kapsayan detayları tercih ediyor.
Meselâ, önce AB Genel Sekreterliğinin 2001’deki, en son 2003 Temmuzunda hazırlanan “Türkiye’nin AB Müktesebatına İlişkin Ulusal Programı”nın başında yer alan ifâde özgürlüğünün AB müktesebatı ve birliğe üye ülkelerin uygulamaları ışığında geliştirilmesine öncelik verilmesi şartının yerine getirilmesinden bahsedilmiyor. Başta düşünceyi açıklama ve yayma, bilim ve san'at ile basın özgürlükleri olmak üzere ceza kanununun, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve temel özgürlüklere göre düzeltilmesi gözden kaçırılıyor.
Bütün vatandaşların, düşünce, vicdan, din ve inanç özgürlüklerinin korunması, eğitim hakkının sağlanması, talep ettikleri din eğitimi ve öğretiminin verilmesinde devletin üzerine düşen görevleri yerine getirmesi hususu bir defa daha ıskalanıyor.
Türkiye’nin hâlen binlerce öğrencinin eğitim hakkının engellendiği bir yasadışı başörtüsü yasağı sorunuyla karşı karışa bulunduğu, imam hatiplere katsayı haksızlığı ve Diyanet’e bağlı Kur’ân kurslarında ve camilerde 28 Şubat “postmodern darbe” döneminden kalan “yaş yasağı”yla çocukların dinlerinin temel kitabı olan Kur’ân-ı Kerimi öğrenmelerinin yasaklandığı yok sayılıyor.
Kısacası, AB müktesebatına uyum çalışmalarının öncelikle insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğü alanlarında gerektiği, göz ardı ediliyor…
DEMOKRATİK REFORMLARIN İÇİ DOLDURULMALI…
Diğer yandan siyasetin demokratikleşmesi yine öteleniyor. Hakim nezaretinde önseçimle partiye kayıtlı üyelerin sıraladığı ve vatandaşların parti listelerinde tercihlerini yapabilecekleri “tercihli sistemi” de içine alan, siyasî partileri genel başkan ve genel merkez sultasından kurtaran siyasî partiler ve seçim kanunun değiştirilmesi yine bir başka bahara bırakılıyor.
Sözü edilen “3. ulusal program”da, birinci ve ikinci “ulusal program”ların başında taahhüt edilen, “bütün vatandaşları herhangi bir ayırım yapılmaksızın dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî görüş, felsefî inanç veya dinine bakılmaksızın bütün insan hakları ve temel özgürlüklerden tam olarak yararlandırılmasını esas alan düşünce, vicdan ve din özgürlüğü”nün ne denli sağlandığı tartılmıyor. Demokratik eğitimin ne kadar AB müktesebatıyla uyumlu olduğu ele alınmıyor.
Bir tek Meclis Başkanı, Türkiye’nin demokratikleşmesine ve çağdaşlaşmasına ivme kazandıracak “yeni anayasa”nın tartışılması gerektiğini belirtiyor. Ne garip ki ona da hükümet sözcüsünden “cevap” geliyor.
Hatırlanacağı üzere Hükümet sözcüsü Cemil Çiçek “daha önce “yeni anayasa”yı askıya aldıklarını resmen açıklamıştı. Son Bakanlar Kurulu toplantısının ardından söz konusu “3. ulusal program”ı açıklayan Başbakan Yardımcısı Çiçek’in, “Anayasa değişikliğini telâffuz edenlerin nasıl bir anayasa istediklerini demeçle değil, projeyle ortaya koymaları lâzım” diye örtülü bir şekilde tarizde bulunması, bu açıdan dikkat çekici.
Çiçek’in, yalnız “3. ulusal program” çerçevesindeki mevzuat değişiklikleri için anayasada bazı değişikliğinin gerekebileceğini söylemesi, AKP siyasî iktidarının “yeni anayasa” ve köklü demokratik reformların içinin doldurulması yerine, yine parçalı mevzuat ve yamalı anayasal değişikliklerle önümüzdeki beş yılı geçirmeyi plânladığını açığa çıkarıyor…
Peki bu çözüm mü; Türkiye’yi ne kadar demokratikleştirir?..
23.08.2008
E-Posta:
[email protected]
|