Hakan YALMAN |
|
Hep birlikte 'bela' dedik |
Geçen gün eşim ve çocuklarla birlikte seyahat ederken, arabamız küçük bir medreseye dönüştü ve yolculuk boyunca ‘’Kalu Bela’ şeklinde ifade edilen ruhlar aleminde Alemlerin Rabbı ile akitleşmemiz üstünde konuştuk. Konu, kızımın oğluma ard arda sıralanmış sorular dizisinin ardından, ‘Ne zamandan beri Müslümansın?’ sorusunu yöneltmesi ile açıldı. Oğlumun ‘Doğduğumdan beri’’ cevabına kızım itiraz etti. ‘Kalu beladan beri’ şeklinde düzeltti. Ben de bunun ne demek olduğunu sordum. Sonra elest meclisinde ve ruhlar aleminde bütün ruhların Rabbimizin ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ sorusuna ‘bela’ şeklinde karşılık vermiş olduğundan bahsettik. Neden Arapçada evet anlamına gelen ‘neam’ değil de ‘bela’ ile cevap verdiğimizi sordum. Sonra kendim cevapladım. ‘Değil miyim?’ şeklindeki bir soruya ‘neam’ demenin ‘evet değilsin’ anlamına geleceğinden ruhlar aleminde Rabbimiz ile görüşmede bütün insanların Rabbimizin sorusuna ‘bela’ dediğini ifade ettim. Sonra neden sorunun ‘Ben sizin Rabbiniz miyim?’ şeklinde değil de ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ şeklinde sorulmuş olabileceğini, bunun hikmetlerini düşündüm. Muhtemelen, Rabbimizin bu sorusunda daha sonra dünyaya gelecek insanoğlunun başka varlıkları rab edineceği ya da bu akdini unutarak Rabbi’ni tekrar arama süreci içine gireceğini vurgulayan mukaddes bir öngörü vardı. Daha sonra her peşinde koştuğumuz ve Rab edinircesine yüceleştirdiğimiz varlıklarla yüzleştiğimizde iç âlemimizde ve şuur altımızda bu muhteşem soru hep yankılanacaktır. Son zamanlarda, toplumları büyük oranda etkisi altına alan ve beklentilerin çok üstünde kişilerin hayatında etki gösteren futbol olgusu, toplum psikolojisi açısından ele alındığında alt yapısını bazı savunma mekanizmalarının oluşturduğu bir hal olarak karşımıza çıkmaktadır. Yirmi iki kişinin peşinden koşturduğu bir meşin yuvarlağın üç direk arasından geçirilip geçirilemediği konusunun dünyanın en büyük meselelerinden biri haline dönüşmesi gerçekten ilginç ve ekonomik olduğu kadar psikososyal açıdan da ele alınması gereken bir durum olmalıdır. Bu ve diğer pek çok spor dallarının amatörlükten çok bir sektör ve büyük bir pazar haline dönüşmüş olarak icra edilmesi ve bunun dünya toplumlarında makes bulması toplumların kolektif şuurlarında ve şuuraltı derinliklerde bazı psikolojik faktörlerle bağlantılı olmalıdır. Bu durumla ilgili savunma mekanizmalarından biri de “yüceleştirme” olsa gerek. Yüceleştirme, Amerikan Psikiyatri Birliği’nin tanımıyla şöyle: “Birey emosyonel çatışma ya da iç ve dış stres etkenlerine, kuvvetli uyumsuz duygu ve dürtülerini sosyal olarak kabul gören davranışlara yönlendirerek tepki verir (örn., öfke içeren dürtüleri yakın temas sporlarına yönlendirme.)” Varlık alemi içinde temel problemi, varlığı ve kendini tanımlamak olan fert çevresinin ve olayların ruh boyutunda oluşturduğu fırtınalar ve dalgalanmalara karşı ayakta kalabilmek için kuvvelere tutunacaktır. Kendisi için yararlı olan şeyleri benliğine yöneltmeye çalıştığı “şehevi” kuvveleri, zararlı şeyleri benliğinden uzak tutmaya çalıştığı “gadabi” kuvveleri ve faydalı ve zararlı olanları ayırt etmeye yarayan “akli” kuvveleri varlık aleminin kargaşası içinde ferde bir yol çizer. Bu kuvvelerin tezahürleri günümüz psikiyatrisinin terminolojisine “dürtüler” olarak girmiştir. Bunların vasat ve her iki yöndeki aşırılık noktalarından geçen fertler adedince kişilik tipleri varlık alemi içinde ve sosyal hayatta bir yer edinme gayreti içindedir. Arzular, hırslar, ihtiraslar, sevgiler, menfaat çatışmaları, mücadele ve kin, nefret, aşk gibi duygular bu tablonun sosyal hayata yansıması olmalıdır. Bu yapı içinde her fert önemli olmak, saygın konumda olmak, kaale alınmak ister. Bu aslında imtihanının ve insanlık tanımının merkezinde yer alan benlik duygusunun hayata yansımasıdır. Bu tanım, Rabb-ı Rahim’den bağlantısı kopuk ve varlık alemi içinde tek başına bir benlik şeklinde olursa yukarıda sıralananların her biri duygusal çatışmalara ve stres faktörlerine dönüşecektir. Bu kargaşa içinde kendi tanımını netleştiremeyen fert, bir topluluk mensubu olma ve grup oluşturmaktan kaynaklanan bir güç hissetme eğilimi içine girecektir. Bu şekilde bahsettiğimiz stres faktörleriyle baş etmeye çalışır. İç çatışmaları, kompleksleri, umduğunu bulamama ve zaman zaman çaresizliklerle yüzleşir. Bunların doğurduğu taşkınlıklar ve saldırganlıklar çoğunlukla toplumun genel değer yargıları tarafından frenlenir. Bu Freud’un yaklaşımı ile egonun süper ego tarafından baskılanmasıdır. İşte, bu noktada yüceleştirme mekanizması devreye girecek ve bu mekanizmanın yürütülmesinde futbol çok önemli bir boşluğu dolduracaktır. Bu faaliyetler içinde fanatiklik boyutuna varan ölçüde yer alan kişiler bir gruba mensubiyetin güven duygusunu, başarılarla yaşanan gururu, stresini toplumun makul karşıladığı zeminlerde tezahüratlarla boşaltma imkânı bulacaktır. Farkında olmadan şuur altındaki problemlerin cevabını bulduğu bu faaliyeti içindeki savunma mekanizması ve dürtüleri yüceleştirecektir. Birkaç gün önce, Arjantin’de Maradona isimli futbolcunun doğum gününde taşkınca kutlamalar ve şahsın peygamber ilan edilmesine kadar varan ölçüsüzlükler ruhların derinliklerinde bu hali barındırıyor olmalıdırlar. Yine gençlerin şöhret olmak yolundaki gayretleri ve bu uğurda ödenen bedeller, şöhreti yakalamış şahısların oda duvarlarını süslemesi hatta ilahçıklar haline dönüştürülmeleri varlık fırtınaları ve dalgalanmaları karşısında rotasını şaşırmış çaresizlerin kendilerini savunma mekanizmaları olarak ortaya çıkmaktadır. Her şeyde olduğu gibi, bu durumda da istikamet Halık-ı Külli’şey ile bağlantılı, O’ndan olduğu bilinen bir varlık anlayışı ile mümkündür. Mensubiyet duygusunun en istikametli şekilde hissedileceği durum benliğin nübüvvet silsilesi ile yani Hazret-i Adem’den (a.s.) Hazret-i Muhammed’e (a.s.m.) kadar insanlık alemine dal budak salmış iyilik ağacının zamana uzantısı, asra uzanan dalında bir meyve olduğunu hissetmek mensubiyet duygusu adına yaşanabilecek en güzel hal olmalıdır. Kendine yansıtarak ve grup psikolojisi içinde, mensubu olduğu gruptan birilerinin şerefiyle şereflenmek ve varlığını anlamlandırmak için insanlık nevinden Hazret-i Muhammed (a.s.m.) gibi bir şahsiyetin çıkmış olması yeter. Böyle bir gruba mensubiyet ve öyle bir zatın (a.s.m.) yüceleştirilmesi ile kendi varlığını anlamlı kılmak sosyal hayatın ve benliğin en yüce noktası olmalıdır. Bu hal benliğine varlığa ve sosyal hayata benlik adına değil Halık adına bakmanın işaretidir. Varlığı kendi içinde ve maddi planda anlamlandırmakla sahipsiz ve çaresiz, başıboş algılanan bir alem yerine her şeyin gücünü ve bütün özelliklerini Kadir-i Külli’şey’den aldığı kontrollü ve isitikametli bir alem algısının ferdi plandaki emniyetini yaşamaktır. Bütün savunma mekanizmaları istikametinde kullanıldığında, yani sırat-ı müstakim üzerinde olduğunda ferdin maddi ve manevî hayatını kolaylaştıran nimetlerdir. Ancak, mülk alemine sınırlı ve maddi dünyanın içine hapsolmuş, her şeyin kendi benlik ve varlık alanına yer açmak için mücadele içinde olduğu bir algıda bu mekanizmalar hep savunmanın, kaçışın, kendine ve aleme yabancılığın sonucu hissedilen vahşetten uzaklaşmanın zemini olacaklardır. Bu anlamda, büyütülen, yüceleştirilen ve putlaştırılan ve ardından medet umulan hiçbir dünyevî ilâhın, maddeden oluşmuş putun, vehmi bir güce dayanan unsurun faydası olmayacaktır. İnsanlık tarihi bu türden, yüceleştirilmiş, ilâhlaştırılmış nefsin kendinde görmek istediği kudret yansıtılmış putların enkazları ile doludur. Yani, kendilerine bile hayırları dokunmayan bu yücelerden beklentiler boşa çıkmaya mahkûmdur. Özünde acz ve fakr olan fert, bunların oluşturduğu duygu çatışması ve stresten kurtulmak için bir anlamda yüceleştirme mekanizmasına muhtaçtır. Ancak yüceleştirilmeye en layık olan, bütün sıfatları ile ekber olan Zat-ı Zül’cemal ve maddi alemde O’nun güzelliklerini en iyi şekilde yansıtan Hazret-i Muhammed (a.s.m.)’dır. 13.07.2010 E-Posta: [email protected] |