Ahmet ÖZDEMİR |
|
İmanın verdiği güçle… |
Müşriklerin eza, cefa ve zulümleri yüzünden Mekke’de Müslümanlar barınamaz hâle gelmişlerdi. Bu sebeple İkinci Akabe Bîatı’nda Peygamber Efendimiz (asm) ve Müslümanların Medine’ye hicretleri de kararlaştırılmıştı. Resûlullah (asm): “Sizin hicret edeceğiniz yerin iki kara taşlık arasında hurmalık bir yer olduğu bana gösterildi...” 1 buyurarak Müslümanların Medine’ye hicretlerine izin vermişti. Peygamberliğin on üçüncü yılının ilk ayı Muharrem’de (M. 622, Temmuz) Medine’ye hicret başlamıştı. Mekke’nin fethine kadar geçen süre içinde, dinî uğruna, evini-barkını, malını-mülkünü, âilesini, kabîlesini, akrabasını ve dünyalık bütün varlığını Mekke’de bırakarak Resûlullah’ın (asm) izniyle Medine’ye göç eden Mekke’li Müslümanlara “Muhâcirûn” adı verilmiştir. Medine’de muhâcirleri misâfir eden, onlara bütün imkânları ile yardımcı olan Medineli Müslümanlara da “Ensâr” denilmiştir. Muhâcir ve Ensâr, Kur’ân-ı Kerîm’de bir çok vesîlelerle övülmüşlerdir. İşte o ayetlerden birisi: “İman edip de hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve (muhacirleri) barındırıp yardım edenler var ya, işte onların bir kısmı diğer bir kısmının dostlarıdır. İman edip de hicret etmeyenlere gelince, onlar hicret edinceye kadar size onların mirasından hiçbir pay yoktur. Eğer onlar din hususunda sizden yardım isterlerse, sizinle aralarında sözleşme bulunan bir kavim aleyhine olmaksızın (o Müslümanlara) yardım etmek üzerinize borçtur. Allah yapacaklarınızı hakkıyla görmektedir.” 2 Muharrem ve Safer aylarında Müslümanlar, âileleri ile birlikte hicret ettiler. Birer, ikişer, gizlice Mekke’den ayrılıp Medine’ye gittiler. Ensâr tarafından Medine etrafındaki “Avâlî” denilen köylere yerleştirildiler. Cahş oğullarından sonra, Hz. Ömer de (ra), yirmi kişilik bir kafile ile Medine’ye hicret edip, Kuba köyünde Rifâa b. Abdulmünzir’e misafir oldu. Hz. Ali (ra) der ki: “Muhacirlerden hiç kimse bilmiyorum ki, gizli olarak hicret etmiş olmasın. Ömer b. Hattab, bundan müstesnadır. O, hicret edeceği zaman, kılıcını kuşandı, yayını omuzuna astı, oklarını ve mızrağını eline aldı, Kâbe’ye vardı. Kureyş müşriklerinin ileri gelenleri, Kâbe’nin yanında bulunuyorlardı. Ömer b. Hattab (ra); Kâbe’yi yedi kere tavaf ettikten sonra, halkın birer birer başuçlarına dikilip ‘Anasını ağlatmak yahut çocuğunu yetim ya da karısını dul bırakmak isteyen varsa, şu vadinin arkasında gelip benimle karşılaşsın!’ dedi. Hiç kimse, ardına düşüp onu takip edemedi.” 3 Hz. Ömer’in (ra) hicreti Peygamber Efendimizin (asm) hicretinden on beş gün kadar önce gerçekleşmişti. Mugîre oğulları Ümmü Seleme’yi yanlarında hapsettiler. Kocası Ebu Seleme ise Medine’ye yalnız gitti. Böylece, Ümmü Seleme ile kocası ve oğlunun arasını açtılar. Ümmü Seleme, bir yıl akşama kadar ağlayıp durdu. Daha sonra isterse gidip kocasına kavuşmasına izin verdiler. Abdulesed oğulları da oğlunu geri verince, devesine binip oğlunu kucağına aldıktan sonra, Medine’deki kocasının yanına gitmek üzere yola çıktı. Ten’im’de bulunduğu sırada idi ki, Abduddar oğullarının kardeşi Osman b. Talha b. Ebi Talha’ya rastladı. Osman, “Vallahi, seni bu yolda yalnız bırakmak doğru olmaz!” dedi ve hemen devenin yularını tutup Ümmü Seleme ile birlikte hızlıca gitmeye devam etti. Ümmü Seleme Osman b. Talha’nın yol arkadaşlığını çok takdir eder ve Arap erkekleri içinde, hiçbir zaman, ondan daha saygılı ve nezaketli bir yoldaş görmediğini, bir konak yerine erişince devesini çöktürüp ininceye kadar arkasını döndüğünü, deveden indikten sonra gelip deveyi götürdüğünü, Medine’ye ulaştırıncaya kadar, hep böyle yapmaktan geri durmadığını anlatır. Osman b. Talha, Ümmü Seleme’yi Kuba’daki Amr b. Avf oğullarının köyüne kadar götürdü ve kocasının bu köyde olduğunu söyledikten sonra, Mekke’ye dönmek üzere, onun yanından ayrıldı. Kısa zamanda, Mekkeli Müslümanların hemen tamamı Medine’ye hicret etti. Resûlullah Efendimiz (asm) yalnızca Hz. Ebû Bekir (ra) ile Hz. Ali’yi (ra) Mekke’de alıkoymuştu. Onlar Mekke’yi en son terk edeceklerdi. Çünkü Resul-i Ekrem (asm) Efendimizin yanında can düşmanlarının, müşriklerin emanet malları vardı. Onları sahiplerine teslim etmesi gerekiyordu.
1. Buhârî, 4: 255; Tecrid, 10:86 2. Enfâl Sûresi, 72, ayrıca bkz. Enfal Suresi, 74; Tevbe Sûresi, 20, 100; Nahl Sûresi, 41,110; Hac Sûresi, 58; Haşr Sûresi, 9; Fetih Sûresi, 10,18, 29. 3. M. A. Köksal, İslam Tarihi, c. 1, s. 396 13.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Hakan YALMAN |
|
Hep birlikte 'bela' dedik |
Geçen gün eşim ve çocuklarla birlikte seyahat ederken, arabamız küçük bir medreseye dönüştü ve yolculuk boyunca ‘’Kalu Bela’ şeklinde ifade edilen ruhlar aleminde Alemlerin Rabbı ile akitleşmemiz üstünde konuştuk. Konu, kızımın oğluma ard arda sıralanmış sorular dizisinin ardından, ‘Ne zamandan beri Müslümansın?’ sorusunu yöneltmesi ile açıldı. Oğlumun ‘Doğduğumdan beri’’ cevabına kızım itiraz etti. ‘Kalu beladan beri’ şeklinde düzeltti. Ben de bunun ne demek olduğunu sordum. Sonra elest meclisinde ve ruhlar aleminde bütün ruhların Rabbimizin ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ sorusuna ‘bela’ şeklinde karşılık vermiş olduğundan bahsettik. Neden Arapçada evet anlamına gelen ‘neam’ değil de ‘bela’ ile cevap verdiğimizi sordum. Sonra kendim cevapladım. ‘Değil miyim?’ şeklindeki bir soruya ‘neam’ demenin ‘evet değilsin’ anlamına geleceğinden ruhlar aleminde Rabbimiz ile görüşmede bütün insanların Rabbimizin sorusuna ‘bela’ dediğini ifade ettim. Sonra neden sorunun ‘Ben sizin Rabbiniz miyim?’ şeklinde değil de ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ şeklinde sorulmuş olabileceğini, bunun hikmetlerini düşündüm. Muhtemelen, Rabbimizin bu sorusunda daha sonra dünyaya gelecek insanoğlunun başka varlıkları rab edineceği ya da bu akdini unutarak Rabbi’ni tekrar arama süreci içine gireceğini vurgulayan mukaddes bir öngörü vardı. Daha sonra her peşinde koştuğumuz ve Rab edinircesine yüceleştirdiğimiz varlıklarla yüzleştiğimizde iç âlemimizde ve şuur altımızda bu muhteşem soru hep yankılanacaktır. Son zamanlarda, toplumları büyük oranda etkisi altına alan ve beklentilerin çok üstünde kişilerin hayatında etki gösteren futbol olgusu, toplum psikolojisi açısından ele alındığında alt yapısını bazı savunma mekanizmalarının oluşturduğu bir hal olarak karşımıza çıkmaktadır. Yirmi iki kişinin peşinden koşturduğu bir meşin yuvarlağın üç direk arasından geçirilip geçirilemediği konusunun dünyanın en büyük meselelerinden biri haline dönüşmesi gerçekten ilginç ve ekonomik olduğu kadar psikososyal açıdan da ele alınması gereken bir durum olmalıdır. Bu ve diğer pek çok spor dallarının amatörlükten çok bir sektör ve büyük bir pazar haline dönüşmüş olarak icra edilmesi ve bunun dünya toplumlarında makes bulması toplumların kolektif şuurlarında ve şuuraltı derinliklerde bazı psikolojik faktörlerle bağlantılı olmalıdır. Bu durumla ilgili savunma mekanizmalarından biri de “yüceleştirme” olsa gerek. Yüceleştirme, Amerikan Psikiyatri Birliği’nin tanımıyla şöyle: “Birey emosyonel çatışma ya da iç ve dış stres etkenlerine, kuvvetli uyumsuz duygu ve dürtülerini sosyal olarak kabul gören davranışlara yönlendirerek tepki verir (örn., öfke içeren dürtüleri yakın temas sporlarına yönlendirme.)” Varlık alemi içinde temel problemi, varlığı ve kendini tanımlamak olan fert çevresinin ve olayların ruh boyutunda oluşturduğu fırtınalar ve dalgalanmalara karşı ayakta kalabilmek için kuvvelere tutunacaktır. Kendisi için yararlı olan şeyleri benliğine yöneltmeye çalıştığı “şehevi” kuvveleri, zararlı şeyleri benliğinden uzak tutmaya çalıştığı “gadabi” kuvveleri ve faydalı ve zararlı olanları ayırt etmeye yarayan “akli” kuvveleri varlık aleminin kargaşası içinde ferde bir yol çizer. Bu kuvvelerin tezahürleri günümüz psikiyatrisinin terminolojisine “dürtüler” olarak girmiştir. Bunların vasat ve her iki yöndeki aşırılık noktalarından geçen fertler adedince kişilik tipleri varlık alemi içinde ve sosyal hayatta bir yer edinme gayreti içindedir. Arzular, hırslar, ihtiraslar, sevgiler, menfaat çatışmaları, mücadele ve kin, nefret, aşk gibi duygular bu tablonun sosyal hayata yansıması olmalıdır. Bu yapı içinde her fert önemli olmak, saygın konumda olmak, kaale alınmak ister. Bu aslında imtihanının ve insanlık tanımının merkezinde yer alan benlik duygusunun hayata yansımasıdır. Bu tanım, Rabb-ı Rahim’den bağlantısı kopuk ve varlık alemi içinde tek başına bir benlik şeklinde olursa yukarıda sıralananların her biri duygusal çatışmalara ve stres faktörlerine dönüşecektir. Bu kargaşa içinde kendi tanımını netleştiremeyen fert, bir topluluk mensubu olma ve grup oluşturmaktan kaynaklanan bir güç hissetme eğilimi içine girecektir. Bu şekilde bahsettiğimiz stres faktörleriyle baş etmeye çalışır. İç çatışmaları, kompleksleri, umduğunu bulamama ve zaman zaman çaresizliklerle yüzleşir. Bunların doğurduğu taşkınlıklar ve saldırganlıklar çoğunlukla toplumun genel değer yargıları tarafından frenlenir. Bu Freud’un yaklaşımı ile egonun süper ego tarafından baskılanmasıdır. İşte, bu noktada yüceleştirme mekanizması devreye girecek ve bu mekanizmanın yürütülmesinde futbol çok önemli bir boşluğu dolduracaktır. Bu faaliyetler içinde fanatiklik boyutuna varan ölçüde yer alan kişiler bir gruba mensubiyetin güven duygusunu, başarılarla yaşanan gururu, stresini toplumun makul karşıladığı zeminlerde tezahüratlarla boşaltma imkânı bulacaktır. Farkında olmadan şuur altındaki problemlerin cevabını bulduğu bu faaliyeti içindeki savunma mekanizması ve dürtüleri yüceleştirecektir. Birkaç gün önce, Arjantin’de Maradona isimli futbolcunun doğum gününde taşkınca kutlamalar ve şahsın peygamber ilan edilmesine kadar varan ölçüsüzlükler ruhların derinliklerinde bu hali barındırıyor olmalıdırlar. Yine gençlerin şöhret olmak yolundaki gayretleri ve bu uğurda ödenen bedeller, şöhreti yakalamış şahısların oda duvarlarını süslemesi hatta ilahçıklar haline dönüştürülmeleri varlık fırtınaları ve dalgalanmaları karşısında rotasını şaşırmış çaresizlerin kendilerini savunma mekanizmaları olarak ortaya çıkmaktadır. Her şeyde olduğu gibi, bu durumda da istikamet Halık-ı Külli’şey ile bağlantılı, O’ndan olduğu bilinen bir varlık anlayışı ile mümkündür. Mensubiyet duygusunun en istikametli şekilde hissedileceği durum benliğin nübüvvet silsilesi ile yani Hazret-i Adem’den (a.s.) Hazret-i Muhammed’e (a.s.m.) kadar insanlık alemine dal budak salmış iyilik ağacının zamana uzantısı, asra uzanan dalında bir meyve olduğunu hissetmek mensubiyet duygusu adına yaşanabilecek en güzel hal olmalıdır. Kendine yansıtarak ve grup psikolojisi içinde, mensubu olduğu gruptan birilerinin şerefiyle şereflenmek ve varlığını anlamlandırmak için insanlık nevinden Hazret-i Muhammed (a.s.m.) gibi bir şahsiyetin çıkmış olması yeter. Böyle bir gruba mensubiyet ve öyle bir zatın (a.s.m.) yüceleştirilmesi ile kendi varlığını anlamlı kılmak sosyal hayatın ve benliğin en yüce noktası olmalıdır. Bu hal benliğine varlığa ve sosyal hayata benlik adına değil Halık adına bakmanın işaretidir. Varlığı kendi içinde ve maddi planda anlamlandırmakla sahipsiz ve çaresiz, başıboş algılanan bir alem yerine her şeyin gücünü ve bütün özelliklerini Kadir-i Külli’şey’den aldığı kontrollü ve isitikametli bir alem algısının ferdi plandaki emniyetini yaşamaktır. Bütün savunma mekanizmaları istikametinde kullanıldığında, yani sırat-ı müstakim üzerinde olduğunda ferdin maddi ve manevî hayatını kolaylaştıran nimetlerdir. Ancak, mülk alemine sınırlı ve maddi dünyanın içine hapsolmuş, her şeyin kendi benlik ve varlık alanına yer açmak için mücadele içinde olduğu bir algıda bu mekanizmalar hep savunmanın, kaçışın, kendine ve aleme yabancılığın sonucu hissedilen vahşetten uzaklaşmanın zemini olacaklardır. Bu anlamda, büyütülen, yüceleştirilen ve putlaştırılan ve ardından medet umulan hiçbir dünyevî ilâhın, maddeden oluşmuş putun, vehmi bir güce dayanan unsurun faydası olmayacaktır. İnsanlık tarihi bu türden, yüceleştirilmiş, ilâhlaştırılmış nefsin kendinde görmek istediği kudret yansıtılmış putların enkazları ile doludur. Yani, kendilerine bile hayırları dokunmayan bu yücelerden beklentiler boşa çıkmaya mahkûmdur. Özünde acz ve fakr olan fert, bunların oluşturduğu duygu çatışması ve stresten kurtulmak için bir anlamda yüceleştirme mekanizmasına muhtaçtır. Ancak yüceleştirilmeye en layık olan, bütün sıfatları ile ekber olan Zat-ı Zül’cemal ve maddi alemde O’nun güzelliklerini en iyi şekilde yansıtan Hazret-i Muhammed (a.s.m.)’dır. 13.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet BATTAL |
|
Gazete kardeşten ders ve mahiyeti |
İnsan düşünür, konuşur, söz ve düşüncelerinin kıymetini dinleyenler takdir eder. Ama hata riski yüksektir. Hele ilkesiz düşünüp üslûpsuz ve çok konuşursa. “Gazete lisanı”yla konuşmak da bir konuşmadır. Ama düşünerek konuşmadır. Zira her yazar, yazarken düşünür, öyle yazar. Yayıncı da düşünür ve öyle yayınlar. İnsanın konuşmasındaki iletişim riskleri bu sebeple gazetede yoktur. Kardeşlik hukuku sadece insan kardeşler arasında değil, “sürekli okuyucu” kardeşlerle “gazete kardeş” arasında da caridir. Her kardeş gibi gazete kardeş de bilgi verir, fikir söyler, nasihat eder. Gazetenin daimî okuyucusu şayet hakikî kardeş ise ve bilhassa kardeşlik alâkası ihlâsa ve rızaya dayalı ise “Yazan, okuyan ve okutan kardeşlerim adedince ruhlarım var” yaklaşımıyla bakar, kardeşliği her daim devam eder. Gazete niçin çıkmalıdır? Elbette fikirleri paylaşmak ve kamuoyu oluşturmak, baskı grubu olmak ve âleme yön ve nizam vermek için. Bu sebeple demokrasilerde basın dördüncü kuvvettir denilir. İlk üç kuvvet mâlûm, milletin meclisinde tezahür etmesi gereken yasama kuvveti, milletin vicdanından tezahür etmesi gereken yargı kuvveti ve milletin “hükümet denilen devlet”inde tezahür etmesi gereken yürütme kuvveti. Bunları denetleyip yönlendirmek işine de siyaset yani seyislik denir ve işte bu açıdan gazeteler dördüncü kuvveti oluşturur. Kamusal üç kuvvet bazı manevî bileşenlerle birleştiğinde, ortaya, “cihandaki en büyük devlet” olan “düzen” ve ondan da “mutlak ekseriyetin mutluluğu” çıkar. Bir gazetenin ve daimî okuyucularının amacı, içtimaî hayatta külle ve eksere saadet verecek bir düzeni elde etmek ise, onlar için manevî dinamikler önemli hale gelir. Bu manevî dinamiklerin başında ihlâs ve samimiyet gelir. Bediüzzaman siyasetteki kudret ve iktidara “topuz” demektedir. Bunların manevî dinamikleri ise nasihattir ve nurdur. Nur topuzdan daha etkilidir. Basın denilen kuvvette “içi boş” tiraj bendenize nedense topuzu çağrıştırıyor. Sırf kuvvetine destek olmak için abone olunan ve esnafın sehpasında sayfaları açılmamış halde duran gazeteleri gördükçe israfa mı, yoksa yanlış hedefe yönelişe mi üzüleceğimi bilemiyorum. Nura hizmet için çıkan bir gazete, kendince nur gösterir, selâmetli yolu tarif ve “irae” eder. Böyle olduğu için de siyasî nasihati “aksülamel” yapmaz. Hele kardeşlerine hiç yapmaz. Eğer bu gazetenin fikirleri bir “okuyucu kardeş”e “dokunuyorsa”, o kardeş önce kendi nefsini ve kalbinde gizlice yer etmiş olması muhtemel inhisar fikrini ve istibdad hissini yoklamalı diye düşünüyorum. Bilmem yanlış mı? 13.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Muzaffer KARAHİSAR |
|
Can düşmanı |
İLKBAHARIN insanları cezbeden güzelliklerine; çiçek açmış ağaçlara, yemyeşil bitkilere, uçuşan kuşlara ibretle, hayretle ve tefekkürle bakarak ruhumu dinlendirmeye çalışıyordum. Uzaktan, onu güneşli havada tekerlikli iskemlesine oturmuş, vurdumduymaz ve tasasız bir ruh hali içersinde, can düşmanıyla içli dışlı, keyifli ve pek muhabbetli gördüm. Bu üzücü manzara karşısında şaşırmıştım. Nasıl olurda insan bu kadar kaygısız ve duyarsız olabilirdi. Hasmı ile ateşli bir samimiyet içersinde olmasını çok yadırgadım, bu kadar olur, dedim. Baharın insan ruhunu ferahlatan, dinlendiren güzelliklerine yakışmayan kirli bir manzara ile karşı karşıyaydım. İnsanoğlu işte böyle zavallı, iyiyi kötüyü, menfaati zararı bilmez, düşünmez, anlamaz, dedim. Oysa düşmanı onu çok tehlikeli durumlara sürüklemişti. Kaygılara, belâlara ve musibetlere düşmesini sağlamıştı. Bu yüzden genç yaşta onu tekerlekli sandalyede hayatını sürdürmeye mahkûm etmişti. Ortada kan vardı. Bu kadar zararı dokunan, hayatını karartan hasmıyla ateşli, keyifli, toz duman, senli benli samimiyetini, muhabbetini açıkçası tasvip etmedim, hoşuma gitmemişti bu davranış! Güzel bir bahçeye girmiş iki arkadaşın hikâyedeki durumunu hatırladım. O bahçedeki güzelliklere, iyiliklere, çiçeklere bakarak, güzel görüp güzel düşünmek istercesine nazarlarımı başka taraflara çevirmek istediysem de Nail Bey’in gerçeklerinden, sağlık problemlerinden kaçmaya da gönlüm ve vicdanım elvermiyordu. Onun ilerlemiş ve son noktaya dayanmış ve kronikleşmiş hastalığının tedavisi yapılacaktı. Bu gün hastanede kangren olmuş sağ bacağı ile ilgili operasyon yapılıp, diz altından kesilecekti. Bunun için de aç kalması ve ameliyatla ilgili her türlü temizlikleri, hazırlıkları yapması gerekiyordu. Ama o bir umursamazlıkla kendine zarar verenle, tasasızca beraber keyifli dakikalar geçirmek peşindeydi. Böyle hayatî bir konuda kayıtsız kalmazdım. Bütün dikkatimi, sabrımı, hoşgörümü ve sükûnetimi toparlayarak o tarafa yöneldim. Nail Bey’e yardımcı olmam, desteklemem ve moral vermem gerekiyordu. Daha önemlisi kötü arkadaşıyla; daha doğrusu düşmanıyla olan samimiyetine bir nokta kayması gerektiğini hatırlatmanın zamanının geldiğini düşündüm. Yaklaşıp selam verdiğimde yaşlanmış ve kırışmış yüzündeki mahcup ve kederli ifadelerle beni süzdü. Titreyen elleriyle ağzına götürdüğü sigarayı ucundaki ateşi parlatıncaya kadar son defa derince, nefesinin sonuna kadar dumanlarla karışık çekerek yüzüme baktı. Ağzından, burnundan çıkan dumanlar genzini yakmış olmalı ki, yarı öksürüklü sesiyle elindeki sigarayı yere attı. Ayağıyla izmariti olanca kiniyle ve gücüyle ezerek: “Bu melun beni mahvetti, benim can düşmanım bu!” dedi… Benim ona söylemem gerekenleri, aklımdan geçenleri anlamışçasına bir cümlede özetledi. Gülümsememden, “madem ki biliyorsun, bu merete niçin bu kadar samimiyet ve içtenlik gösteriyorsun?” demek istediğimi düşünerek. Sıkıntılarını, tiryakiliğin acımasız zararlarını, iradesinin zayıflığı gibi mazeretler ifade eden konuşmalarla içinde bulunduğu durumu ifade etti. Artık o konu bitmişti. Bu gün olacağı ameliyatı ile ilgili konuşmamız ve moralini yükseltmemiz gerekiyordu. O atmosferde kulun tedbirinden, öte Cenâb-ı Allah’ın takdirinden, tasarrufundan bahsetmenin daha doğru olacağını düşündüm. Bir damladan, zerrelerden, moleküllerden, hücrelerden meydana getiren; büyütüp, besleyen, tedvir ve idare eden Kudret sahibi elbette ne yaparsa iyisini yapar, acıların, hastalıkların, dertlerin ve sıkıntıların karşılığında sabredenlere mükâfatını vereceğini anlattım. Ona inanmanın insanlara verdiği huzur ve mutluluğu, her dertlerin çaresinin O’nu bilip, O’nu bulmakta olduğunu; O’nu bulanın hadsiz dertlerden, korkulardan kurtulacağını izah ettim. İnsan vücudu her zaman harap olmaya hazırdır. “Evet bu cisim ebedi değil, demirden değil, taştan değil.. Ancak et ve kemikten ibaret bir şeydir.” Bizler Allah’ın kudretiyle, şefkat ve merhametiyle hayatımızı devam ettiriyoruz, O’nun ikram ettiği nimetlerle besleniyoruz. O’nun verdiği şifayla hastalıklardan kurtuluyoruz. Bu mihval üzerine devam etti gitti sohbetimiz. Nail Bey’in yüzündeki keder izleri ve üzüntü emareleri yavaşça kayboldu. Onu rahatlamış olarak gördüm. Görüşmemizin sonunda bütün duygularını, teşekkürlerini ve memnuniyetini, gönülden gelen bir ses tonuyla bir cümlede ifade etti: “Allah razı olsun.” Onun bu temennisi baharın ılık esen rüzgârlarına karışıp gitti. 13.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Abdullah ŞAHİN |
|
Dört eksenli siyaset ve demokratlık |
Yer yüzünde var olan her bir varlığı ve manayı ifade eden kelime ve kavramlar vardır. Bu kavramlar, bu şeylerin ve manaların aynı zamanda adıdırlar. Bu kalıp ve paketlerden her birini görünüş ve aldığı isim itibariyle mana-yı ismi olarak düşünürsek, paketin içinde bulunan ve pakete bir değer ve muhteva kazandıran halini ise mana-yı harfi olarak düşünürüz. Bu iki ilişkiyi zarf- mazruf ilişkisi olarak da ele alabiliriz. Milletimiz nezdinde yüz yıldan fazla bir geçmişi olan cumhuriyet, meşrutiyet, hürriyet ve demokrasi gibi mefhumlar, uygulanmaya çalışıldığı zaman ve şartlara ve süreçlere göre değişik görünüş ve mahiyetler kesbetmiştir. Bu husus ise özellikle siyasî ve içtimaî hayatımızda ortaya çıkan ikiyüzlülüklerin kaynağı olmuştur. Ülkemizin yüz yılı aşan bu hürriyet, meşrutiyet, cumhuriyet ve demokrasi serüveninde tâ işin başından bu yana, en büyük emeği olanlardan biri şüphesiz ki Bediüzzaman’dır. Bediüzzaman, Meşrutiyet yıllarından itibaren yazdığı eserlerinde ve tüm faaliyetlerinde toplumu hem inanç hem de içtimaî cihetten aydınlatarak reçeteler sunmuştur. Bu mânâdan olarak millet iradesinde ve idaresinde çok önemli bir yeri olan içtimaî hayatımızdaki siyaset profilini ve siyasi partileri, tarifini yaptığı dört eksenli bir siyaset ekseni ile ortaya koymuş, “Beyanat ve Tenvirler” isimli eserinde ve mektuplarında net izahlarda bulunmuştur. Bunlardan birincisi inançsızlık ve din düşmanlığı ekseninde, ikincisi din ve dindarlık ekseninde, üçüncüsü ırk ekseninde ve dördüncüsü ise hak ve hürriyetler ekseninde yapılan siyasettir. Bunlardan birincisi milletin inançlarına ters düşmesi, ikincisi umumun malı olan ve elmas değerinde bulunan dinin daha çok hile ve yalanlara dayanan siyasete alet edilmesi, üçüncüsü ise Kur’ân ve İslâmiyetçe lanetlenen ırkçılık fikrini öne çıkarıp nifak ve parçalanmaya sebep olacağından, bu üç siyasi çizgiyi milletin aleyhinde bulur ve tahlil eder. Bediüzzaman, dinsizliğin, din ve dindarlığın ve ırkçılığın alet edildiği siyaset eksenleri karşısında, din ve vicdan hürriyetinin öne çıktığı bir siyaset ekseni olan “Ahrar-Demokrat” çizginin bütün husisiyetlerini ortaya koyarak, ”Emirdağ Lahikası” adlı eserinde “Bu Demokratlar hürriyet-i Şer’iyenin kamil mânâda bu vatanda hakimiyetine vesile olacaklardır…” diyerek daima ahrar ve Demokratları destekler. Bu desteğin en ehemmiyetli bir diğer sebebi ise tabii ki siyasetteki dinsizlik, dini kullanarak istismar etme ve ırkçılık telakkilerinin asla ahrar ve demokrat çizgi içinde tutunamayacağı fikridir. Millete zararlı bu üç çizgi Demokrat iktidarlar ve onun devamı olan partiler zamanında, millet nezdinde kabul görmemiş, bu sebeple demokrat çizginin iktidar dönemlerinde milletimiz hem maddî hem de manevî olarak terakki etmiştir. Geçmiş bir asra yakın hadiselerle günümüz hadiselerinin fikir ve görüşlerini teyit ettiği Bediüzzaman’ın görüşlerine rağmen millete sunulan reçete ve içi boş paketlerin ise milleti aldatmaya matuf, "kemiyeti çok keyfiyeti yok" olan kirli siyasetin ikiyüzlülüğünü ortaya koyması dışında millete bir faydasının olmadığı izahtan varestedir. 13.07.2010 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Nur Talebelerinin imtihanı |
Şu dünya misafirhanesinde konaklayan her misafir, durum ve derecesine göre bir imtihana tâbidir. En çetin imtihan, imân ve hidayet dairesine girip girmeme, girdikten sonra da daire içinde istikametini muhafaza edip edememe noktasında yaşanıyor. Dolayısıyla, imân dairesinde olanlar, hatta "tahkikî imân" dairesi içinde bulunanlar dahi, derecelerine göre çeşitli imtihan konularıyla karşı karşıyadırlar. Buna göre, Nur Talebelerinin de kendi durum ve derecelerine göre şiddetli imtihan olundukları önemli bazı noktalar var. Acizane, Nur Külliyatı içinde tesbit edebildiğimiz belli başlı bazı imtihan konularını—hatırda kalacak bir ifade tarzı ile—aşağıdaki şekilde sıralayarak, nefsimle mücadeleye ve hususî dersimi çalışmaya gayret ediyorum. İşte, şiddetli imtihan olunduğumuza kanaat getirdiğimiz önemli bazı hususlar: Milliyet, enaniyet, cesaret, atalet, şan–şöhret (makam–mansıb), hisset (cimrilik) ticaret (maddî menfaat), siyaset, şahsiyet, siyadet... 1) Menfî milliyet ve unsuriyet fikri, gaflet, zulmet ve kuvvetten mürekkep bir macun olup, bu zamanda tehlikeli bir ırkçılık illetine dönüşebiliyor. İslâmiyet bu fikri reddetmiştir. Her millette cüz'î–küllî bulunan bu damarı, Kur'ân'ın Kevser havuzu içinde tamamiyle eritmek gerekir. Nur kardeşini, nesebî kardeşten daha ziyade sevmek lâzım gelir. 2) Enaniyetin her türlüsünü terk etmek lâzım ve elzemdir. Aksi halde, dağ gibi büyük ve kudsî hakikatlerin görünmesine bir perde teşkil edebilir. 3) İnandığın dâvâ uğrunda, hayatı hakir görmelisin. Allah'tan gayrı hiçbir şeyden korkmamalısın. Korku belâsı, seni hizmetten geri bırakmamalı. Hem canını, hem de ondan daha mühim olan hayatını fedâ etmekten zerrece çekinmemelisin. 4) Hizmet ve dâvâ hatırına tembellik yapmamalı, atâlet zindanına düşmemelisin. Şevk ve gayret hissini, daima canlı ve zinde tutmalısın. 5) Şan–şöhret peşinde olmamalı, makam–mevki hırsına kapılmamalısın. Hizmetkârlığı, her türlü makamâta tercih etmelisin. 6) Kudsî dâvâya hizmet için, hısset göstermemeli, cimrilik yapmamalısın. Hayırda israfın olmadığına inanmalı, yerinde cömertliği mürüvvet bilmelisin. 7) Hizmet ile ticareti karıştırmamalısın. İhlâs ve uhuvvet dairesi içinde maddî menfaat hissine kapılmamalı, maddî rekabetin içine düşmemelisin. İhlâsı kıran birinci ve en büyük mâni budur. 8) Nur Üstad'ın, bu yönüyle de vazifeli olarak Kur'ân'dan istihraç ettiği "doğru siyaset"i doğru şekilde anlamalı ve hayatının sonuna kadar buna sadâkatle bağlı kalmalısın. 9) Bu zamanda fâni olan şahsiyete değil, ondan çok daha metin olan "şahs–ı mânevî"ye bağlı kalmalısın. 10) Nur Üstad'ın—mühim bir hikmete binâen—zahirî perdelerin arkasında mestûr bulunan hakikî hüviyet ve milliyetini bilmeli, onun silsile–i şerâfet ve siyâdetten olduğuna tereddütsüz kanaat getirmelisin.
Tarihin yorumu 13 Temmuz 1878
93 Harbini bitiren Berlin Antlaşması
Osmanlı ile Rus hükümeti temsilcileri arasında yapılan barış görüşmeleri 13 Temmuz'da (1878) tamamlandı. Müdahil ülkelerin de iştirakiyle yapılan görüşmeler neticesinde kabul edilen antlaşma maddelerine imzalar atıldı. Yapıldığı yer itibariyle adına "Berlin Antlaşması" denilen barış görüşmelerine katılan ülkeler şunlar: Osmanlı Devleti, Çarlık Rusyası, İngiltere (Birleşik Krallık), Almanya, Avusturya–Macaristan İmparatorluğu, İtalya ve Fransa. Berlin Antlaşması, 3 Mart 1878'de yapılan Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşmasının devamı, bir cihette rövanşı mânâsını taşıyordu. Zira, Ayastefanos Antlaşması, bir mütareke, bir ateşkes antlaşması mahiyetini taşımakla beraber, Osmanlı Devleti açısından çok ağır şartları ihtiva ediyordu. Meselâ: Rusya, Doğu Anadolu'daki Ermeni toplumunun bazı haklarını serrişte ederek, Osmanlı'nın iç meselesine doğrudan müdahale etme konumuna gelmişti. Kezâ, Kafkaslar'da nisbî hakimiyet sağlayan Çarlık Rusyası, Balkanlar'da da hakimiyet sahasını genişletmiş, bununla sadece Osmanlı'yı değil Avrupa devletlerini dahi tedirgin edecek ölçüde yayılmacı politikalar gütmeye başlamıştı. Genç Padişah Sultan II. Abdülhamid, Avrupa devletlerinin özellikle Balkanlar üzerindeki hassasiyetinden istifade ile, onları da yapılacak bir nihaî antlaşmaya razı etti. Nitekim, onlar da bu noktada istekli davrandılar. Zira, Avrupa hükümetleri, bilhassa İngiltere ve Fransa, Osmanlı'nın sıkıştırılmasından yana olmakla birlikte, Rusya'nın Avrupa'da yayılmasından ve bilhassa Ortadoğu'ya yol bulmasından endişe duymakta ve bir şekilde durdurulmasını istemekteydiler. Konjonktürel şartların kısmen de olsa Osmanlı'dan yana gelişmesini fırsat bulan Sultan II. Abdülhamid, Almanya İmparatorluk Şansölyesi Prens Bismark'ın başkanlığında Berlin'de barış görüşmelerinin yapılmasını kabul etti. Tabiî, buna rağmen, Osmanlı yine de büyük toprak kaybına uğradı. Meselâ, Kıbrıs Sancağının İngiltere'ye, Niş Sancağının Sırbistan'a ve Teselya Sancağının Yunanistan'a (fiilen 1881) bırakılması gibi. Öte yandan, Kars, Batum, Artvin ve Ardahan sancakları Rusya'ya bırakılmış görünmekle beraber, Avrupa'nın desteğini yeterince alamayan Rusya, buralarda tamamiyle hakimiyet kuramadı. 13.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Düğünden borç bataklığına… |
Yaz, aynı zamanda sünnet ve nikâh düğünlerinin yoğunlukla yaşandığı bir mevsim. Ne var ki, heyecan ve mutluluk, şiddetle yasaklanan, şeytanın arkadaşlığıyla denk gösterilen israflara kapı açıyor. Ve gayet tabii ki, fıtrata aykırı olan bu hâl, cezasını peşin getiriyor ve mutluluğu gölgeliyor. Bu mutlu günde ikram etmeyelim, yemeyelim-içmeyelim mi? İsrafa ve gösterişe kalkmamak şartıyla, herkes imkân ve şartları ve sosyal statüsüne denk bir düğün yapmalı. Yani, ayağını yorganına göre uzatmalı… “Çocuklarımız rahat etsin” diyerek veya görenekle “Onların var bizim niye olmasın” gibi çarpık bir anlayış ile, zarûrî ihtiyaçlar dışında, ihtiyaç fazlası eşyalar şart koşuluyor. Bu uğurda, altından kalkılması zor borçlar altına girilmektedir. Halbuki bu, gençlerin hayatını zehre çevirebilir. Daha evliliklerin ilk günlerinden başlanarak ağır borç altına sokmak ve bütün gaye ve enerjilerini “gösteriş uğuruna” eşyaya, maddeye hasrettirmek uygun bir davranış olmasa gerek. Şüphesiz ki, bu İslâm’ın tasvip edeceği bir davranış değildir. Kanaat ve iktisada da zıttır. Diğer taraftan men edilen “israf” sınırları içine girmektedir. Aşırı ve yersiz tüketim, men edilmiştir. Temel hadis kitaplarından Neseî’de yer alan habere göre Resul-i Ekrem (asm) kızı Fatıma’yı (ra), bir yatak, bir su kabı ve bir de içi ot dolu bir yastıkla gelin gönderdi. Aslında o çağın imkânlarına ve Peygamberimizin (asm) durumuna baktığımızda pekala, bulur, buluşturur, çok daha zengin bir çeyizle gönderebilirdi. Hz. Ali (r.a) için sâde bir törenle nikâh kıyılır. Misafirlere bal şerbeti, hurma ve gül suyu ikram edilir. Daha sonra hurma, yağ ve süzülmüş yoğurttan yapılan bir de düğün yemeği verilir. İbn Mesûd (ra) Tirmizî’de yer alan rivayetinde Peygamberimizin (asm), “Düğün yemeği birinci gün haktır, ikinci gün sünnettir, üçüncü gün ise gösteriştir. Her kim gösteriş yaparsa, Allah onu herkese açıklar” buyurduğunu nakletti. Ve, “En kötü yemek, zenginlerin çağırılıp, fakirlerin çağrılmadığı düğün yemeğidir. Kim davete gelmezse, Allah ve Resûlüne âsi olur.” diye bizi ikaz ettiğini bildirir Ebû Hureyre (ra) Buhârî’de... İktisat İslâm’ın temel emirlerindendir. Yani, namaz kılmak nasıl farz ise, içki içmemek haram ise; iktisat etmek de Rabbimizin emridir ve israf haramdır. Şu hâlde, düğünlerimizde de bu kaideyi uygulamamız gerekir. İsraf nedir? İhtiyaç ve takatimizin üstündekileri almak veya temel ihtiyaçlar, zaruri ihtiyaçların dışında, gösteriş için abartılı bir alış-veriştir. Bu zamanda, öylesine bir anlayış hakim olmuş ki, kız tarafı 15-20 bin, erkek tarafı, 25-30 bin lira düğün masrafı yapıyor. pek çoğu, gelenek ve görenek baskısından (başkası yaptı, bizim neyimiz eksik) diyerek gücünün üstünde masraflara giriyor. Pek çoğunu da borç-harç karşılığı alıyorlar. Ve bu borcu da gençlerin sırtına yüklüyorlar. Haydi babam, daha hayatla tanışır tanışmaz ağır bir borç yükü altına giriliyor. Hayat standardı düşüyor. Ödemede zorlanılıyor veya çeşitli sıkıntılara düşülüyor. Bunun sonucu, daha evliliğin ilk yıllarında tartışmalara, suçlamalara ve kavgalara dönüşüyor! 13.07.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Kaza namazının hükmü |
Ahmet AKCAN: “Kaza namazının hükmü nedir? Önemi nedir? Delilleri var mıdır? Uygulaması nasıl olacaktır?”
Üzerimize farz olup da, vakti içinde kılmadığımız her farz namazı kaza etmek, üzerimize farzdır. Namazı ister sehven, ister unutarak, ister uykuda, ister kasten, isterse başka bir sebeple geçirmiş olalım, fark etmez; üzerimizden farziyeti düşmez. Edası farz olan namazın, kazası da farzdır. Ayrıca günahından Allah’a sığınmak için tövbe-istiğfar etmek lâzımdır. Ebû Katâde’nin (ra) anlattığına göre Peygamber Efendimiz (asm), uyku sebebiyle namazını vaktinde kılamadıklarından şikâyet edenlere şöyle buyurdu: “Uykuda iken namazı geçirmek kusur değildir. Uyanık iken kılmamak kusurdur. Sizden biriniz unutursa veya uykuda namazını geçirirse hatırlayınca hemen kılsın.” 1 Namazı vakti içinde kılmaya eda denir. Bir farz namazın iftitah tekbirini aldıktan sonra vakti çıksa, Hanefî ve Hanbelî mezheplerine göre bu namaz eda olarak kılınmış olur. Şafiî ve Malikî mezheplerine göre ise bir namazın eda olması için, hiç olmazsa ilk rekâtının vakti içinde kılınmış olması gerekir. Vakti giren farz namazı kılmak, bizim Allah’a karşı borcumuzdur. Bu borç, her hangi bir insana olan borcumuzdan farksız üzerimizde bir zimmet halindedir ve bunu ödemek zorunludur. Bu zimmetten bir an önce kurtulmayı, şartlarımız ne olursa olsun gündemimizin ilk sırasına almalıyız. Bu konudaki duyarlılığımız, bizim Allah’a karşı olan takvamızın da, sevgimizin de, korkumuzun da bir gereğidir. İnsan borçlarını bir an önce ödeme gayreti içinde olmalıdır. Borçları biriktirip ödemekte duyarsız davranmak, nasıl ki bu dünya hayatında malımızın haciz ile icra edilmesine sebep oluyorsa, uhrevî hayatımız için de durum bundan farksızdır. Borçlarına sâdık olan mantıklı bir kişi, namazlarına da sadık olmalıdır. Bir firmanın senetlerini imzaladığınız takdirde, borcunuzu günü gününe ödemek için âdeta tekeden süt sağıyorsunuz, büyük bir gayretle olumsuz şartları olumlu hâle getiriyorsunuz. Ödeme gücünüz olmadığında bile borç-harç bulup taahhüdünüzü yerine getirip, senedinizi alarak, borç zimmetini üzerinizden kaldırıyorsunuz. Aksi takdirde mahkemelere hesap vermek zorunda kalacaksınız. Mahkeme sizin, “efendim, ödeme gücüm yoktu!” demenizi hesaba almadan senedinizdeki borcunuz kadar malınızı haczediyor; neticede alacaklı, sizin özel durumunuz ne olursa olsun, sizden alacağı kadar bir malı almaya hak kazanıyor. Ve bu onun hakkı oluyor. Peki, Allah’ın üzerimizdeki hakkını hiç düşünüyor muyuz? Her şeyi, ama her şeyi kendisine borçlu olduğumuz Yaradan’ımıza karşı geniş bir şükür vazifesi ile yükümlü tutulmamız, eşyanın tabiatı gereği değil midir? Bu şükür vazifesine karşı duyarsız kalmamızı gerektiren bir neden var mı Allah aşkına? Kaldı ki, günün beş vaktine serpiştirilmiş, vaciple birlikte toplam yirmi rek’atlik bir Günlük Farz Namaz Programı’nın hiçbir tarafı yapılmayacak cinsten değildir ki? Zamanında kılmadığımız namazların kazasını kılmak için duyarlı davranmaz ve geçirdiğimiz farz namazları mazinin derin derelerinde unutursak eğer, onlarca namazın zimmeti üzerimizde bulunduğu hâlde gözümüze uyku girebilir mi, sabah-akşam soframızdan lezzet alabilir miyiz, aşımız dilimize acılaşmaz mı, dimağımızdan yaşamak zevki kaçıp gitmez mi? Günlük yirmi rek’atlik namaz zimmetini bu gün, evet bu gün ödemiyorsak eğer, ne zaman ödeyeceğiz? Geçirdiğimiz farz namazın kazasını ne diye bir bilinmez tarihe bırakıyoruz? Kaldı ki günlük yirmi bir rek’at da sünnet namaz var ve bu gün sünnetten bahsetmiyoruz; zimmetten bahsediyoruz. Kılmadığımız her bir farz namaz, üzerimizde zimmetimize geçen bir borç olarak duruyor. Bunu ne zaman ödeyeceğiz? Rabbimizin günlük yirmi rek’atlik farz emri karşısında nazlanıyoruz, dudak büküyoruz, burun kıvırıyoruz; borçlu kalmaktan sakınmıyoruz, çekinmiyoruz! Üzerimize icra memuru gönderseydi kılardık muhakkak; ama değeri kalır mıydı? Düşünün; her bir vakit namazı kılmadığımızda estetiğimizden bir şey kaybediyoruz! Böylece zimmetimizde namazlar arttıkça eriyoruz, mahvoluyoruz! Ve kazasını kılıp borçtan kurtulmadıkça estetiğimiz veya elimizden icra ile alınan maddî değerlerimiz geri verilmiyor! Göz göre göre tükeniyoruz! Ne tıp çare, ne teknoloji! Ne yapardık? Böyle bir durumda şimdiki gibi, günde yirmi rekâtlık bir zimmeti çok görür müydük? Sorular uzayabilir fakat böyle icra usulüyle kılınan namazla Allah’ın rızasını kazanmak mümkün olmazdı. Ucunda dünyevî bir menfaat vardı çünkü. Netice olarak Allah’a kul olmak lâzım ve bu kulluğu Allah’ın farz emri olan namazı kılmakla göstermek lâzım. Vaktinde kılamadığımız namazların kazasını ihmal etmeden, bir program dâhilinde kılarak hiç olmazsa zimmetten kurtulmak lâzım. Günahı için de tövbe etmekte gecikmemek gerekir.
Dipnotlar 1. Nesâî, Namaz Vakitleri, 53 13.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Vehbi HORASANLI |
|
Sovyet İmparatorluğunun çöküşü |
27 Mayıs 1941 tarihinde Rodney ve King George-V isimli İngiliz savaş gemileri Almanya’nın en güçlü savaş gemisi olan Bismark’ı batırmıştı. Bismark’ın batırılması ile birlikte manevî gücünü yitiren ve Atlantik Okyanusundaki deniz hâkimiyetini kaybeden Almanya, 2. Dünya savaşından da yenik çıkacaktı. Bu olaydan 48 yıl sonra bu sefer 2 Türk Savaş Gemisi Sovyetler Birliğinin Karadeniz’deki en büyük deniz üssü olan Sivastopol’a liman ziyareti yapmıştı. TCG Yavuz ve TCG Gayret savaş gemileri, Türk donanmasının en güçlü silâhları ile donatılmış gemileri arasında yer alıyordu. Her ne kadar hiçbir silâh kullanılmamış olsa da bu liman ziyareti, Sovyet İmparatorluğunun kuvve-i maneviyesini kırmış büyük bir sarsıntı geçirmesine yol açmıştı. Dile kolay uzun uğraşlar sonucu Türkiye pes ettirilememiş, komünistler yenilgiye uğratılmıştı. Hâlbuki daha birkaç yıl önce Kars ve Ardahan Türkiye’den istenmiş, Boğazlardan üs verilmesi için açıkça talepte bulunulmuştu. Şimdi ise en güçlü gemileri ile Türkler boy gösterisi yapıyor şehitlerin kanıyla korunmuş vatan topraklarının Komünistlere peşkeş çekilmeyeceğini güçlü savaş gemileri ile güç gösterisi yaparak zihinlere çakıyordu. Bediüzzaman ve onun şaheser eseri olan Risale-i Nurlar ile imanını koruyan ve Komünizme geçit vermeyen bu millet, şimdi Rus donanma üssünde resmi geçit yapıyordu. Manevî olarak yenilen Marksist yönetim, Sovyet Birliğini de muhafaza edememiş bir kaç ay sonra dünyanın gelmiş ve gelecek en büyük dinsizlik imparatorluğu yani Sovyetler Birliği çatırdayarak paramparça olmuş ve yıkılmıştı. İlginçtir o sene bu savaş gemileriyle ben de bu dev imparatorluğun donanma merkezine gitmiştim ve ay yıldızlı bayrağı şan ve şerefle Sivastopol’da dalgalandırmış komünizmin bir daha dirilmemecesine çöküşüne tanıklık etmiştim. Hatta küçük de olsa yaptığımız tören geçişi ile bu devletin maneviyatını tamamen sarsmıştık. 1989 yılının bir yazıydı ve iki donanma savaş gemisiyle Sivastopol liman ziyaretinde bulunuyorduk. O tarihlerde Bahriyede görev yapıyordum ve daha teğmen rütbesindeydim. “Gayret” muhribinin bence en güzel görevlerinden biri olan Silâh Elektronik Subayı vazifesini yapıyordum. Bu görev gerçekten hem güzel hem de çok önemli idi. Zira o zamanlar sadece iki muhripte bulunan dünyanın en gelişmiş güdümlü mermileri bu gemide bulunuyor ve ben de bu silâhlara kumanda eden yegâne subay olarak görev yapıyordum. İlginçtir, zor ve uzun bir eğitim gerektiren görev olan Sivastopol Diarama Meydanındaki askeri törene de benim kumanda etmem emredilmişti. Törene katılan askerlerim geçit resmi konusunda yeterli eğitim almamışlardı. Fakat verilen emir gereğince daha yola çıkmadan hazırlıklarımızı yapmış “Gayret” ve “Yavuz” gemilerinden ayırdığım en seçme askerlerle töreni başarı ile gerçekleştirmiştim. Bu konu ile ilgili daha geniş bilgiler “Bahriye’de 15 Yıl” adlı kitabımda bulunabileceği için asıl konuya dönmek istiyorum. Türk Donanmasına ait gemilerin aradan 75 yıl sonra gerçekleştirdiği Sivastopol liman ziyareti Sovyetler Birliğinde çok sansasyonel etki yapmıştı. Televizyon, donanma dergileri ve gazeteler günlerce bizlerden bahsetmiş, Türk askerlerinden övgüyle söz etmişlerdi. Yıllarca milyonlarca ruble ödenerek yapılmış propagandalar bir anda yerle bir olmuş Türkiye’nin güçlü ve ayakta olduğu bütün Sovyet halkının gözlerine gösterilmişti. O kadar çok resim ve film alınmıştı ki saatlerce poz verip görüntü almaları için tören kıyafetlerimizle pozlar veriyorduk. Bunlardan birkaç tanesi elimize geçmişti, hatta üzerinde kendi resmimin bulunduğu bir donanma dergisini hâlâ saklarım. Yıllarca en etkili propaganda teknikleri ile uyutulan Rus halkı, gerçekleri gözleri ile görmüş yıktık, bitirdik diye bildikleri Türkiye’yi dünyanın en modern silâhları ile kuşanmış olarak gördüklerinde adeta şoka girmişlerdi. Bu şok dağılmanın eşiğine gelmiş bu büyük imparatorluğun yıkılmasına yetti de arttı bile. Çok geçmeden aynı yılın sonunda Sovyetler Birliği dağıldı ve yok oldu. Arkasında yirmiye yakın devlet kurulmuştu ve bunların altı tanesi Türk devleti idi. Bir tek silâh atılmadan gerçekleşen bu olay tarihin en önemli dönüm noktalarından bir tanesiydi. Şimalden gelen mutlak küfür cereyanı olan komünizm yerle bir olmuştu. Evet, nassı hadisle Hazreti Âdem’den kıyamete kadar geçen süre içinde Deccal fitnesinden daha büyüğü yoktur. İşte Bediüzzaman, Kevser Suresine müracaat ederek bu tarihi olayı seneler önce keşfetmiş, nice esrarlı ve ancak dinde rasih olanlar tarafından keşfedilebilecek bazı hakikatleri bularak eserlerinde de ifade etmişti. İşte bu liman ziyaretinin gerçekleştiği yıl sonunda Sovyet İmparatorluğu hak ile yeksan oldu. Bu din düşmanı sistemin yıkılması esnasında görev yapmış olmak meslek hayatımda unutamadığım en güzel hatıraların başında yer almaktadır. Özellikle şanlı bayrağımızı eski bir Türk deniz üssü olan Sivastopol’da şerefle dalgalandırmak her kula nasip olmaz. Rabbimden din düşmanlarına fırsat vermemesini ve bizleri de bu gafillere karşı istihdam etmesini niyaz ediyorum… 13.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet DURSUN |
|
“Ne efsunkâr imişsin ah ey didâr-ı hürriyet |
Şu dünya misafirhanesinde misafir edilen ve vazife-i asliyesi iman ve dua olan insanlığın insanlık tarihi boyunca duçar olduğu en büyük problem, bu aslî vazifeyi kendisine unutturacak hadiselerle karşı karşıya kalmasıdır. Mehmet Akif’in “Hayat ceng-i maîşet, cihansa ma’rekedir” dediği gibi geçim savaşının yapıldığı bir savaş alanı olan bu dünya, sadece maişet kavgasına sahne olmuş değildir. İnsanlığın başlangıçtan beri verdiği en önemli mücadele ise hiç şüphesiz insanca yaşamak, insan olmanın gereklerini yerine getirebilmek, ruhunda hissettiği hürriyeti elde edebilmek, zulme, baskıya, haksızlığa maruz kalmadan hayatını diğer insanlarla paylaşarak idame ettirmek, insan olduğunu hayatının her safhasında hatırlayarak yaşayabilmek ve bu sayede fıtratında var olan ve kalbinin her köşesinde hissettiği inançlarını istediği gibi yaşamak mücadelesidir. Bu isteğin farklı şekillerde ve zeminlerde engellenişi çatışmaların da kaynağını oluşturur. Bu çatışmaların nasıl aşılacağı sorusunun cevabı ise biraz da insani potansiyelimizle ilgilidir. Risale-i Nurların insani potansiyelimizle ilgili vurgulamalarında öne çıkan ala-yı illiyyin ve esfel-i safilin arasındaki karşılaştırmalar, hürriyet-istibdat ilişkisi içersinde değerlendirildiğinde bugünkü daralmaların önüne geçebilecek önemli ipuçları içermektedir. İnsan, öncelikle ‘ahsen-i takvim’ suretinde yaratılmış, alemin özü, kainatın gözbebeği hükmünde eşşiz varlıktır. İnsanın, ‘hak-zulüm’ karşılaşmalarında ibresini zulme yönlendirmesi, esfel-i safilin olan en alçak çukura doğru bir inişe geçmesi imanla bezenmiş bir ruhtan yoksunluğun göstergesidir. Şüphesiz ki, ‘alâ-yı illiyyin’ tarafına olan yöneliş insanın gerçek mahiyetine bürünmesine yol açıyor. Bu meyanda adalet ve hakkaniyet gerçekleşiyor, hürriyet parlıyor. Tam tersine bir yöneliş ahlâk-ı seyyienin hadsiz inkişafına yol açıyor, insan insani özelliklerinden uzaklaşarak Nemrudlar, Firavunlar derecesinde zalimleşiyor. Her türlü zulüm ve haksızlık da bu sahada meydana geliyor. O halde hak ve hürriyetler adına atılacak adımlarda “ahsen-i takvim”e giden yollara barikatlar kurulduğu sürece bütün ‘açılımlar’ sözde kalıyor, istibdat hükmünü icra etmeye devam ediyor. Hürriyetin katili olan istibdat, Bediüzzaman’ın literatüründe bizi gelişmiş Avrupa karşısında orta çağda bırakan hastalıkların en önemlilerindendir. “Çeşit çeşit sari hastalıklar gibi intişar eden istibdat” bizi ‘kurun-ı vusta’da durdurmuştur. Burada istibdadın bulaşıcı hastalığa benzetilmesi ve çeşit çeşit nitelenmesi dikkat çekicidir. Bu istibdat yalnız sözlüklerde tanımlandığı gibi sınırsız bir monarşiden ve despotluktan daha farklı alanlara da işaret etmektedir. Şüphesiz despotizm içinde keyfiliği ve zulmü barındıran çetin bir baskı sistemidir. Ancak bu despotizme yol açan, insani potansiyelini baskıdan yana kullanan, hak-güç dengesinde akıl ve vicdanının rotasını güç tarafına çeviren bir altyapıyı da göz ardı etmemek gerekir. Bu altyapı çoğu kez, evde bir anne-baba, okulda bir müdür-öğretmen, şirkette yönetici, kışlada bir rütbeli, gazetede genel yayın yönetmeni vb. olarak karşımıza çıkabilir. Her hangi bir mevki ya da yetkiyi elinde bulunduranlar, yetkisini “ahsen-i takvim” yolunda kullanmadıkları takdirde, bu suistimal, piramidin en tepesinde, halkın kafasına her an inebilecek bir balyoz şekline dönüşünceye kadar devam eder. Bu bağlamda, Bediüzzaman’ın “Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam” sözü, bu tehlikeyi ön gören, gücünü de imandan alan bir ‘birey’in sesleniştir. Namık Kemal’in de asırlar geçse de insan dimağında edebi bir zevkle birlikte hürriyet yolundaki aşkı ve şevki uyandıran haykırışları, güç yerine Allah’a dayanan bir vicdanın sesidir. “Ne gam pür âteş-i hevl olsa da gavgâ-yı hürriyet/Kaçar mı merd olan bir can için meydân-ı gayretten” mısralarıyla hürriyet mücadelesinin korku ateşiyle dolu olması halinde bile mert olanın bir can için bu kavgadan kaçınmaması gerektiği vurgulanır. Hürriyet-istibdat mücadelesinde, zulüm ve tahakkümden sebeplenen, bundan çıkar sağlayan müstebitlerin avaneleri de olacaktır. Gerçek şu ki, vicdanı kokuşmuşlara “Muini zalimin dünyada erbab-ı denaettir/Köpektir zevk alan sayyad-ı bi-insafa hizmetten” diye seslenebilecek hürriyet sevdalısı delikanlılar yok olursa, ya da öyleleri sesini kısarlarsa zulm her alanda hükmünü icra edecektir. Oysa hürriyet “Ne efsunkâr imişsin ah ey didâr-ı hürriyet/Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esâretten” mısralarında kendini bulan büyüleyici bir güzelliğe sahip olan bir sevgilidir. Bu, Bediüzzaman’ı Kemal’in Rüyası’yla uyandıran ve ömrünce bu sevdayı haykırtan bir hürriyettir. Bugünkü çıkmaz sokaklardan bizi çıkaracak da; kaynağını imandan alan, hak haktır diyebilen, hakkın hatırını hiçbir şeye feda etmeyen bir insaniyet algısıyla tezahür eden hürriyettir. 13.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Seçim barajı” teklifi… |
“Anayasa değişikliği” paketi ile birlikte gündeme gelen bir diğer konu ise siyasetin demokratikleşmesi. Seçim barajının bütün demokratik ülkelerde ve AB standartlarına göre düşürülmesi, bunun ilk adımını teşkil ediyor. Bunun için AB’nin bütün “ilerleme raporları”nda Ankara’ya ilettiği “siyasî kirterler”in başında gelen, Türkiye’nin başta “AB müktesebatına üstlenmesine ilişkin ulusal program”da ve “katılım ortaklığı belgeleri”nde tahhüd ettiği seçim ve siyasî partiler kanununun değiştirilmesi gerekiyor. AKP’nin iktidara geldiği günde “Âcil Eylem Plânı”nda, “Türkiye’nin âcilen hukuk devleti zeminine oturması, temel hak ve özgürlüklerle ilgili düzenlemelerin evrensel normlar ile AB kriterleri çerçevesinde yasaların süratle çıkarılması” kapsamında “bir yıllık süre” biçtiği; “seçim ve siyasî partiler sistemi”nin düzenlenmesi icâb ediyor. Daha sonra bütün seçim bildirgelerine ve hükûmet programlarına konulan bu düzenlemelere dair 16 Kasım 2003 tarihli “Recep Tayyip Erdoğan” imzasıyla verilen vaadin sonunda, basına ve kamuoyuna, “Taahüdlerimizi, süresi içinde yerine getirip getirmediğimizi sürekli izleyebilirsiniz; Ak Parti iktidarının ilk gününden başlayarak çetele tutabilir, bu vaadlerimizi tâkip edebilirsiniz” deniliyor. “Bu metinle kendilerini bağladıklarını; tek tek taahhüt altında tutma siyasî riskinin göze alındığı” nazara veriliyor…
SİYASÎ PARTİLER VE SEÇİM SİSTEMİ Bundandır ki, “terörle mücadele yöntemi”ni görüşmek üzere Başbakan’ın siyasî parti genel başkanlarıyla bir araya geldiği süreçte, Anamuhalefet Partisi’nin Meclis’e sunduğu ve ilk seçimlerde uygulanabilmesi için Anayasa’ya geçici bir madde eklenmesi isteğiyle “yüzde 7 oranlı esnetilmiş seçim barajı” yasa teklifi, büyük önem taşıyor. Gerçek şu ki bu oran da yüzde üç ile beş arasında kalan AB standartlarına göre yetersiz. Ve hâlen tatbik edilen yüzde 10 oranı, mevcut seçim sistemiyle “yönetimde istikrar” adına “temsilde adaleti” büyük ölçüde zedeliyor. Örneğin DYP’nin yüzde 9.5’la barajın altında kaldığı 2002 seçimlerinde olduğu gibi, Meclis’te temsiliyet oranı, yüzde 53’lere düşüyor. Seçmenin yüzde 47’sinin oyu boşa gidip Meclis’te temsil edilmiyor. Yine en son aynı seçimlerde yaşandığı gibi sürprizlere açık “yüzde 10 yüksek barajlı” sakat seçim sistemi yüzünden, yüzde 34 oy alan bir parti Meclis’in yüzde 65’ini, yüzde 20 civarında oya sahip diğer bir parti de yüzde 35 alan bir diğer parti de Meclis’in geri kalan yüzde 35’ini doldurabiliyor. Demokratik katılımda hakkaniyetli ve adaletli seçim sisteminin olmayışıyla, millet irâdesiyle Meclis arasında çarpık ve çelişkili bir yapı ortaya çıkıyor… Temsil kabiliyetinin çok uzağındaki yüzde 10 barajının düzeltilmesinin yanısıra, “Siyasî Partiler Kanunu” ile “Milletvekili Seçimi Kanunu”nda, seçmen irâdesinin Meclis’e aksetmesi için AB standartlarına göre düzenlemelerin yapılması, fevkalâde ehemmiyetli. Buna bağlı olarak siyasî partilerde genel merkez sultasına son verilmesi, merkezin aday tesbitinin yüzde beşlik gibi bir oranla sınırlandırılması, yargı tesbitinde kayıtlı seçmenle hâkim nezâretinde önseçime gidilmesi ve tercih sistemine geçilmesi, halkın kendi vekilini kendisinin seçmesi açısından olmazsa olmazlardan. Keza siyasî parti harcamalarının ve finans kaynaklarının bütün demokratik ülkelerdekine benzer tarzda denetiminin sağlanması, âcil düzenlemelerin başında geliyor…
AKP DE TAAHHÜD ETMİŞ… Ne var ki siyasetin demokratikleşmesi adına gerekli bu düzenlemeye ilk itiraz iktidar partisinden geliyor. Sık sık “demokratik açılım”dan dem vuran Erdoğan, garip bir biçimde “Türkiye henüz buna hazır değil” diyor. AKP sözcüleri, sonra üç ay sürecek referandum süreciyle el-an sancıları çekilen “Anayasa paketi”nde olduğu gibi, bu hususta da çeşitli bahanelerle uzlaşmaya yanaşmıyorlar. Peşinen teklifi “gayr-ı samimî” addedip, “kamuoyunu etkilemeye yönelik politik ve popülist bir girişim” olarak nitelendirerek reddediyorlar. “Niye bu saatte?” diye soruyorlar. “Darbe anayasası”na karşı her defasında vaad ettiği “sivil anayasa”yı bunca zamandır yerine getirmeyip rafa kaldıran, sekiz yıllık tek başına iktidarında ancak yarım yamalak kısıtlı bir “değişiklik paketi”nin hazırlanmasını “bu saate” bırakan hâliyle… Gelinen noktada 12 Eylül darbecileri koruyup kollayan geçici madde kaldırıldı; lâkin bütün ısrarlara rağmen iktidar partisi grubu darbecilerin yargılanmasını engelleyen “zamanaşımı”nı kaldırmadı. 28 Şubat “postmodern darbe”den kalma başörtüsü yasağı daha da artarak devam ediyor. Kur’ân kurslarında yaş yasağı sürüyor. İmam hatip liselerinin, meslekî ve teknik okul mezunları üniversite giriş sınavlarında katsayı haksızlığı hâlâ mağdur ediliyor. “Âcil Eylem Plânı”nda taahhüd edilen YÖK yasası hâlâ çıkarılmış değil… AKP iktidarı, hiç olmazsa sekiz yılın sonunda demokratik siyasî hayata bu “iyiliği” esirgememeli. Demokratikleşmenin önemli bir vetiresi olan siyasetin demokratikleşmesi adına millete ve AB’ye verdiği sözünde durmalı; öneriyi ciddiye almalı, sahip çıkmalı. Sorguladığı samimîyet bunu gerektirir… 13.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Tasarrufa ciddî dâvet |
Her türlü teknolojik gelişmeye rağmen, dünyanın ekonomik ve sosyal krizlerden kurtulamadığı malûm. Ekonomik ve sosyal krizlerin aşılması için çareler üreten çoğu kişi bir noktada birleşiyor: İsraf değil, tasarruf etmeliyiz. Yakın bir zaman önce bu konuda dikkat çekici tesbitlerde bulunanlardan biri de Kanada Merkez Bankası Başkanı olmuştu. Krizden çıkışın ‘israf’ta değil, ‘tasarrufta’ olduğunu söyleyen Kanada Merkez Bankası Başkanı Mark Carney, bütün dünyaya tasarruf çağrısında bulunmuştu. Mark Carney, dünyada global üretimde 2015 yılına kadar 7 trilyon ABD doları tutarında azalma olacağının öngörüldüğünü söyleyerek, “Tam anlamıyla bir tasarruf çağının başlaması için bütün gereklilikler ortada. Global ekonomilerin yeniden şekillenmesi ve geleceğin dünyasına uyarlanması için karar vericilerin ve iş dünyasının cesur adımlar atması ve yürekli kararlar alması gerek” demişti. (AA, 17 Haziran 2010) Bu defa benzer tesbitleri yapan ismi daha yakından tanıyoruz. Bir dönem ekonomiden sorumlu Devlet Bakanlığı yapan Kemal Derviş de herkesi tasarrufa çağıranlar kervanına katılmış. Milliyet’in sorularını cevaplandıran Derviş şöyle demiş: “Latin Amerika’da kimse yüzde 35 tasarruf etmiyor, ama Doğu Asya ülkeleri yüzde 30, 35 tasarruf ediyor. Hele Çin yüzde 50 tasarruf ediyor. Çin’in kendine özgü bir sistemi var, onu ben de anlayamıyorum, çok aşırı... Ama sonuçta yeterli ölçüde istihdam oluşturan bir büyüme için yatırım, yatırımın da sağlıklı bir şekilde finanse edilebilmesi için tasarruf gerekiyor. (Soru: Tasarruftan kastınız mesela kamu harcamalarının kısıtlanması mı, yoksa sadece hane tasarrufu mu?) Hane tasarrufu, şirket tasarrufu ve devlet tasarrufu. Çünkü yatırım nedir, ileriye dönük kaynak ayırmak. Bugün harcamayım ki, yarın daha fazla üretebileyim... İşte bu yarına dönük toplumsal davranışlar tasarruf oluşturuyor. Bu bir şirket de olabilir, hane de olabilir, devlet de olabilir. (Soru: Ancak gelirler bu kadar düşükken (...) tasarruf nasıl olacak; çok zor değil mi?) Zor, ama eğer o hane o tasarruftan zaman içinde hayat seviyesindeki gerçek bir iyileşmeye, gelişmeye inanabiliyorsa bütün zorluklara rağmen tasarruf edebiliyor. Hindistan örneğini vereyim size. Hindistan’daki kişi başına gelir Türkiye’nin aşağı yukarı yedide biri. Ama millî tasarruf oranları yüzde 35, bizde ise yüzde 18. Yani bizden yedi kat daha yoksul olmalarına rağmen iki misli daha fazla tasarruf ediyorlar.” (Milliyet, 12 Temmuz 2010) Tasarruf da temelde İslâmın bir emri olduğu için, “Tasarruf edelim” diyenlere geçmişte pek de iyi nazarla bakılmamıştır. Aynen “faiz” konusunda davranıldığı gibi. “Faiz iyi değildir” demek bir zamanlar kanunen değilse bile fiilen yasaktı! Neredeyse hocalar bile hutbelerde, kürsülerde İslâmın bu konudaki hükmünü hatırlatmaya çekinirlerdi. Ama köprülerin altından çok sular aktı ve faizin “kötü” ve uzak durulması gereken bir “vasıta” olduğunu herkes anladı. İsraf ve tasarruf konusuna da bu şekilde bakmak mümkün. “Vur patlasın, çal oynasın” anlayışını hatırlatan israf sistemi, “Ahir zaman şahsının” da tavsiyesiymiş... O tuzağa düşmemek için her adımda bir değil, bin tasarruf edilse yeridir. Akıl için yolun “bir” olduğunu gösteren çağrıların artması temennisiyle... 13.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Bu işi Mecliste bitirin |
Bilindiği gibi, CHP anayasa paketinin sadece üç maddesine itiraz ediyordu. Bunlardan parti kapatmayla ilgili olanı ikinci turda yeterli oyu alamayıp Mecliste düştü. AYM ve HSYK ile ilgili olan iki madde de iptal talebiyle Anayasa Mahkemesine götürüldü. Ve mahkeme yine yetkisini aşıp esasa girdi, ama iptale gerek görmeyip “rötuş”la iktifa etti. Buna karşı CHP, hukuka saygıyı unutup, kararın kendi talebi istikametinde çıktığı hallerde göklere çıkardığı mahkemeyi bu defa “eyyamcı ve idare-i maslahatçı” bir karar almakla suçladı. Oysa hukuka ve yargıya gerçekten saygılı bir tavır bu kararın da hazmedilmesini gerektirirdi. Dahası, “Madem mercî olarak gördüğümüz ve çoğu zaman bizim taleplerimize uygun kararlar veren heyet bu defa başvurumuzu isabetli bulmadı, o halde biz de ısrarımızdan vazgeçerek, AKP’ye yeni bir teklif sunalım” diyebilirdi. O teklif de şöyle olabilirdi: “Diğer maddelerine oy vereceğimizi deklare ettiğimiz paketin iki maddesine yönelik itirazlarımız AYM’de kabul görmediğine göre, bu işi daha fazla zorlamaya gerek yok. Biz itirazımızı geri çekiyoruz, siz de referandumdan vazgeçin. “Paketi AYM’de rötuşlanmış haliyle Meclise tekrar getirin, oylamaları tekrar yapalım, biz de kabul oyu verelim ve bu işi Mecliste bitirelim. “Böylece ülkeyi gereksiz yere referandum gerilimine sokmayalım. Halkın kafasını karıştırmayalım. Ve çok daha önemli konularda başvurulması gereken referandumu yıpratmayalım.” Evet, sağduyunun gereği olan tavır bu. Ama ne yazık ki CHP böyle yapmadı ve AYM kararı açıklanır açıklanmaz “hayır” kampanyasını başlattı. 12 Eylül’e kadar tüm mesaisini, büyük kısmına karşı olmadığını deklare ettiği paketin halk tarafından reddi için yoğunlaştıracak. Bu tavrın kendi açısından oluşturduğu çelişkiyi “Paketi reddedin, ama söz veriyoruz, iktidar olunca yeni bir anayasa yapacağız” taahhüdüyle kapatmaya çalışıyor CHP, ama mümkün mü? Tamam, yeni bir anayasa vaad etmeye devam edin ve bundan asla vazgeçmeyin; ama paketin reddi için çalışmayı da bırakın. Yeni anayasada pakettekiler de büyük ölçüde yer almayacak mı? Denilebilir ki: Yeni anayasa bu kadar ayrıntılı olmamalı. Temel hak ve özgürlüklerle devletin ana şemasını ve işleyişini düzenlemekle yetinmeli. Bu da doğru ve aslında olması gereken bu. Ama öyle bir anayasa yapılıncaya kadar, mevcut anayasada, pakettekiler gibi—bir kısmı gereksiz olsa da—sınırlı ve yetersiz birtakım iyileştirmeler söz konusu olacaksa, engellemek niye? Netice olarak, bu paketin referanduma götürülmesi çok lüzumsuz ve abes. Ama Meclisteki oylamalarda, referandumsuz yürürlük şartı olan 367 kabul oyuna erişemediği için, mecburen, konulan kural gereği olarak halka götürülüyor. Referandumu, konusu olan paketin ötesindeki alanlara taşıyıp, AKP için bir çeşit güvenoylamasına dönüştürme hesabının yapıldığı aşikâr. Ve bu hesabı yapanların başında AKP geliyor. Sekiz yıllık iktidarında başarılı olamadığı konuları örtmek için bu paketi kullanmayı planlıyor. Buna karşı muhalefetin yine paket üzerinden AKP’yi sıkıştırma stratejisi güdeceği görülüyor. Hattâ paketin küçük rötuşlarla AYM’den vize almasını dahi, AKP’ye bir kez daha “mağduriyet primiyle” oyunu arttırma fırsatı vermeme hesabıyla izah eden farklı değerlendirmeler yapılıyor. Ve kararı böyle okuyanlar, söz konusu hesabı CHP’deki “Kılıçdaroğlu rüzgârı”yla birleştirerek, referandumu, sandıktan çıkması için çalıştıkları “hayır” sonucu ile, iktidar partisine “ciddî bir demokratik darbe” fırsatı olarak görüyorlar. Oysa paketi böyle hesaplara konu etmek yerine, dediğimiz gibi Mecliste sonuçlandırmak ve iktidar yarışını en geç bir yıl içinde yapılacak olan seçime bırakmak daha isabetli olmaz mı? Eğer maksat demokrasinin önünü az da olsa açmaksa, bunu inatlaşmaya kurban etmek niye? 13.07.2010 E-Posta: [email protected] |