Ahmet DURSUN |
|
“Ne efsunkâr imişsin ah ey didâr-ı hürriyet |
Şu dünya misafirhanesinde misafir edilen ve vazife-i asliyesi iman ve dua olan insanlığın insanlık tarihi boyunca duçar olduğu en büyük problem, bu aslî vazifeyi kendisine unutturacak hadiselerle karşı karşıya kalmasıdır. Mehmet Akif’in “Hayat ceng-i maîşet, cihansa ma’rekedir” dediği gibi geçim savaşının yapıldığı bir savaş alanı olan bu dünya, sadece maişet kavgasına sahne olmuş değildir. İnsanlığın başlangıçtan beri verdiği en önemli mücadele ise hiç şüphesiz insanca yaşamak, insan olmanın gereklerini yerine getirebilmek, ruhunda hissettiği hürriyeti elde edebilmek, zulme, baskıya, haksızlığa maruz kalmadan hayatını diğer insanlarla paylaşarak idame ettirmek, insan olduğunu hayatının her safhasında hatırlayarak yaşayabilmek ve bu sayede fıtratında var olan ve kalbinin her köşesinde hissettiği inançlarını istediği gibi yaşamak mücadelesidir. Bu isteğin farklı şekillerde ve zeminlerde engellenişi çatışmaların da kaynağını oluşturur. Bu çatışmaların nasıl aşılacağı sorusunun cevabı ise biraz da insani potansiyelimizle ilgilidir. Risale-i Nurların insani potansiyelimizle ilgili vurgulamalarında öne çıkan ala-yı illiyyin ve esfel-i safilin arasındaki karşılaştırmalar, hürriyet-istibdat ilişkisi içersinde değerlendirildiğinde bugünkü daralmaların önüne geçebilecek önemli ipuçları içermektedir. İnsan, öncelikle ‘ahsen-i takvim’ suretinde yaratılmış, alemin özü, kainatın gözbebeği hükmünde eşşiz varlıktır. İnsanın, ‘hak-zulüm’ karşılaşmalarında ibresini zulme yönlendirmesi, esfel-i safilin olan en alçak çukura doğru bir inişe geçmesi imanla bezenmiş bir ruhtan yoksunluğun göstergesidir. Şüphesiz ki, ‘alâ-yı illiyyin’ tarafına olan yöneliş insanın gerçek mahiyetine bürünmesine yol açıyor. Bu meyanda adalet ve hakkaniyet gerçekleşiyor, hürriyet parlıyor. Tam tersine bir yöneliş ahlâk-ı seyyienin hadsiz inkişafına yol açıyor, insan insani özelliklerinden uzaklaşarak Nemrudlar, Firavunlar derecesinde zalimleşiyor. Her türlü zulüm ve haksızlık da bu sahada meydana geliyor. O halde hak ve hürriyetler adına atılacak adımlarda “ahsen-i takvim”e giden yollara barikatlar kurulduğu sürece bütün ‘açılımlar’ sözde kalıyor, istibdat hükmünü icra etmeye devam ediyor. Hürriyetin katili olan istibdat, Bediüzzaman’ın literatüründe bizi gelişmiş Avrupa karşısında orta çağda bırakan hastalıkların en önemlilerindendir. “Çeşit çeşit sari hastalıklar gibi intişar eden istibdat” bizi ‘kurun-ı vusta’da durdurmuştur. Burada istibdadın bulaşıcı hastalığa benzetilmesi ve çeşit çeşit nitelenmesi dikkat çekicidir. Bu istibdat yalnız sözlüklerde tanımlandığı gibi sınırsız bir monarşiden ve despotluktan daha farklı alanlara da işaret etmektedir. Şüphesiz despotizm içinde keyfiliği ve zulmü barındıran çetin bir baskı sistemidir. Ancak bu despotizme yol açan, insani potansiyelini baskıdan yana kullanan, hak-güç dengesinde akıl ve vicdanının rotasını güç tarafına çeviren bir altyapıyı da göz ardı etmemek gerekir. Bu altyapı çoğu kez, evde bir anne-baba, okulda bir müdür-öğretmen, şirkette yönetici, kışlada bir rütbeli, gazetede genel yayın yönetmeni vb. olarak karşımıza çıkabilir. Her hangi bir mevki ya da yetkiyi elinde bulunduranlar, yetkisini “ahsen-i takvim” yolunda kullanmadıkları takdirde, bu suistimal, piramidin en tepesinde, halkın kafasına her an inebilecek bir balyoz şekline dönüşünceye kadar devam eder. Bu bağlamda, Bediüzzaman’ın “Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam” sözü, bu tehlikeyi ön gören, gücünü de imandan alan bir ‘birey’in sesleniştir. Namık Kemal’in de asırlar geçse de insan dimağında edebi bir zevkle birlikte hürriyet yolundaki aşkı ve şevki uyandıran haykırışları, güç yerine Allah’a dayanan bir vicdanın sesidir. “Ne gam pür âteş-i hevl olsa da gavgâ-yı hürriyet/Kaçar mı merd olan bir can için meydân-ı gayretten” mısralarıyla hürriyet mücadelesinin korku ateşiyle dolu olması halinde bile mert olanın bir can için bu kavgadan kaçınmaması gerektiği vurgulanır. Hürriyet-istibdat mücadelesinde, zulüm ve tahakkümden sebeplenen, bundan çıkar sağlayan müstebitlerin avaneleri de olacaktır. Gerçek şu ki, vicdanı kokuşmuşlara “Muini zalimin dünyada erbab-ı denaettir/Köpektir zevk alan sayyad-ı bi-insafa hizmetten” diye seslenebilecek hürriyet sevdalısı delikanlılar yok olursa, ya da öyleleri sesini kısarlarsa zulm her alanda hükmünü icra edecektir. Oysa hürriyet “Ne efsunkâr imişsin ah ey didâr-ı hürriyet/Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esâretten” mısralarında kendini bulan büyüleyici bir güzelliğe sahip olan bir sevgilidir. Bu, Bediüzzaman’ı Kemal’in Rüyası’yla uyandıran ve ömrünce bu sevdayı haykırtan bir hürriyettir. Bugünkü çıkmaz sokaklardan bizi çıkaracak da; kaynağını imandan alan, hak haktır diyebilen, hakkın hatırını hiçbir şeye feda etmeyen bir insaniyet algısıyla tezahür eden hürriyettir. 13.07.2010 E-Posta: [email protected] |