Ahmet DURSUN |
|
Türkiye’nin Filistin meselesi |
“Türkiye’nin Filistin meselesi var mıdır?” sorusunun cevabı, Türkiye’nin kimlik sorununu da deşifre edecek niteliktedir. Türkiye’nin dinî, tarihî ve kültürel aidiyetini temsil eden bu kutlu topraklarda yaşananlara bigâne kalmak, kendi kimliğini ve varlığını inkâr anlamına gelmektedir. Bugün Filistin meselesinde aşırı hassasiyeti sorgulayan tavırlar, bu bağlamda, Türkiye’nin her alanda yaşadığı kimlik bunalımının dışa vurumudur. Bir İslâm toprağı olan ve haksız bir şekilde gaspa uğrayan Filistin’de yaşananlara duyarlı olmak İslâmî ve insanî bir tavır olmakla birlikte tarihî bir sorumluluğun da gereğidir. Merhum Abdülhamid’in kapısını Yahudiler için toprak talebi ile defalarca aşındıran Siyonizmin kurucusu Theodor Herzl’in her seferinde kapıdan döndürülme gerekçeleri, bugün bizi de bağlayıcı özelliğe sahiptir. Başbakan’ın konuşmalarında öne çıkan üslup bu bağlayıcılık üzerine kurulu gibidir; ancak “Kudüs’ün kaderi İstanbul’un kaderinden ayrı değildir” gibi sözler kader birliğini ifade etmesi bakımından önemli olmakla birlikte, sosyal ve siyasî realiteler ve özellikle fiilen uygulanmakta olan politikalar açısından açısından sorgulanmayı gerektirmektedir. Kudüs, İslâm’ın ilk kıblesi olan Mescid-i Aksa’nın statüsü dolayısıyla Filistin’in ve İslâm âleminin kalbi gibidir. “Gine’den Endenozya’ya kadar dünyanın bir çok yerinde zor durumda olan Müslümanlar var, Filistin’i neden abartıyorsunuz?” gibi soru ve eleştiriler, günde beş kez Kâbe’ye yönelen mü’minlerin aklını çelemeyecek geçersiz yaklaşımlardır. Yine Filistinlilerin topraklarını kendi elleriyle Yahudilere sattıklarından dolayı bu belâya maruz kaldıkları ve bu yüzden de kendi elleriyle başlarına belâ hazırladıkları, Arapların Osmanlı’ya ihanet ettikleri ve bu yüzden İsrail’in başlarına musallat olduğu, Filistin’in bir Arap-İsrail meselesi olup bizi ilgilendirmediği gibi seslendirmeler de mü’min duyarlılığını yansıtmamaktadır. Kur’ân’da sık sık yüceltilen, İsra ve Mirac hadisesiyle İslâm’ın kalbine yerleşen ve nihayetinde Hz. Peygamber’in vasiyetiyle tüm Müslümanlara zimmetlenen peygamberler diyarı bu topraklar, asırlar geçse de İslam âleminin bir imtihanıdır. Bu imtihan Filistin’e destek zorunluluğunu beraberinde getirmektedir. Meselenin temel noktası, bu desteğin hangi zeminlerde nasıl yürütüleceği ile ilgilidir. Yaser Arafat’ın Birleşmiş Milletler’de yaptığı bir konuşmada “Bir elimde zeytin dalı, diğer elimde silâh olduğu halde size geldim; zeytin dalını düşürmeyin” dediğini hatırlıyorum. Bu sözler Filistin meselesinin çözümündeki zorlu ikilemi ortaya koymaktadır. Mavi Marmara’yı kızıla boyayan İsrail’in katakulli ile sahip olduğu bu kutsal topraklardan barışçıl yollarla vazgeçeceğini sanmak elbette safdillik olur; ancak bu, barış için tek yolun savaş olduğu anlamını da taşımamaktadır. İnsanlığın ortak vicdanını arkasına alan bir uluslararası desteğe dayalı etkin bir diplomasi taarruzu, Filistin ve İslâm âleminin önünde hâlâ başarılmayı bekleyen bir alternatif olarak durmaktadır. Benim kısaca dikkat çekmek istediğim husus ise farklı bir tehlikeye işaret eden genel bir tavırla ilgili olacaktır. İsrail’in yardım gemilerini kanlı bir şekilde durdurmasının ardından uyanan infialin aldığı pozisyon, siyasal İslâm’ın saldırgan, çatışmacı, İslâm’ın özdeğerlerinden uzaklaştırıcı, “radikal İslâmcılıkla” özdeşleştirilen halidir. Gerçek şu ki, siyasal İslâm on yıllardır yalnız Türkiye’nin değil, tüm İslâm toplumlarının enerjisini tüketmiş, kendi iç dinamiklerini kuru iktidar mücadeleleri yolunda çatıştırmış; Filistin gibi genel meseleleri politize ederek sathîleştirmiştir. Bu meselenin de siyasallaştırılması faydadan çok zarar getiren farklı tehlikeleri beraberinde getirecektir. İnsanî duyarlılığı ön plana çıkararak var olan zulmü “dünyanın meselesi” haline getirebilmek daha akılcı ve insancıl olacaktır. Filistinlilerin, şu vaziyette bile devam eden dahilî ihtilâflarını artık bitirmeleri de çözümün olmazsa olmaz en önemli ve öncelikli şartlarından biridir. 08.06.2010 E-Posta: [email protected] |