Basından Seçmeler |
İSRAİL, HUMEYNî REJİMİNE SİLÂH SATMADI MI?
ORTADOĞU’DA kimin eli kimin cebindedir bilinmez. Ortadoğu siyasetinin aktörleri yüksek insanlık idealleri üzerinde sürekli konuşurlar. Uluslararası hukukun temel ilkeleri, bağımsızlık ve egemenlik gibi kavramlar sakız gibi çiğnenir. Ama perde arkasında, şeytanın bile aklına gelmeyecek oyunlar oynanır, anlaşmalar yapılır. Geçen hafta İsrail’in Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman’ın Türkiye’nin İran’dakine benzer bir süreç içinde bulunduğunu iddia eden sözleri, bana yine “Ortadoğu gerçeği”ni hatırlattı. Lieberman Mavi Marmara yolcuları arasında “Ceplerinde tomarla para olanlar ve El Kaide terör örgütüyle bağlantılı olanlar vardı” iddiasında bulunduktan sonra, Türkiye ile İsrail ilişkilerinin bozulması konusunda gazetecilere şunları söylemişti: “-Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ülkesinin, Müslüman dünyasında ağır basan bir yere sahip olmasını istiyor ve İsrail, yığınları körüklemek için iyi bir bahane. Humeyni devrimine kadar İran da İsrail’in büyük dostuydu. Türkiye ile de benzer bir süreç ortaya çıkıyor.”
İran’a Hawk füzeleri Lieberman’ın bu sözlerini okuyunca hemen İsrail’deki Herzliya Interdisciplinary Center (İDC) uzmanı Prof. Barry Rubin’in “America In The Middle East” adlı çalışmasını açtım ve İran-Irak Savaşı’nın sürdüğü 1985-86 yıllarında ceplerinde tomarla para olanların neler yaptıklarına baktım. Mesela 1986’nın 27 Ekiminde İranlı, Amerikalı ve İsrailli yetkililer gizli bir toplantı yapıyorlar. Burada Humeyni İran’ını Saddam Irak’ına karşı korumak için 120 tane Hawk uçaksavar füzesinin İran’a satılması için anlaşma yapılıyor. İsrail bu füzeleri hemen Humeyni İran’ına gönderiyor. Bu anlaşmanın bedeli olan 6.7 milyon doların 1.1 milyon dolarını İsrailliler Ghorbanifar ve Karoubi isimli iki İranlı’ya rüşvet olarak veriyorlar. Lieberman gibiler dünyanın en akıllı adamlarının kendileri olduğunu zannederler. Ülkelerinin derin devleti Humeyni rejimini ayakta tutmak için gizli anlaşmalarla bu rejime savaşta bile destek verirler. Sonra da Lieberman benzeri siyasetçiler, “Türkiye İranlaşıyor” diyerek “Gazze Ayıbı” nı ve “Gemi Trajedisi”ni örtebileceklerini sanırlar.
Taktik anlaşmalar Bu ve benzeri durumlar kendilerinin yüzlerine vurulunca verilen cevaplar hep aynıdır: - Bizim Humeyni Rejimi’ne desteğimiz taktik bir manevraydı... İsrail’e yönelik Saddam Irak’ının oluşturduğu tehdidi nötralize etmek için Humeyni İran’ını destekledik. Tarih denilen o yalan kabul etmez olgu ise bu tür cevaplara, “Faşist Hitler de komünist Stalin’le taktik ittifak yapmıştı” diyerek karşı çıkacaktır. Kıssadan Hisse: Siz siz olun Lieberman türü siyasetçilerin söylediklerine değil yaptıklarına bakarak karar verin.
Mehmet Barlas / Sabah, 7.6.2010 |
08.06.2010 |
Artık ‘İsrail sorunu’ denilecek
GAZZE Şeridi’ndeki Filistinlilere 3.5 yıldır maruz kaldıkları ablukayı delmek üzere insani yardım ulaştırmaya çalışanlara düzenlenen gayrımeşru saldırı, İsrail’in ABD korumasına rağmen uluslararası tecride doğru demir aldığının göstergesi. Gözleri statükoculuktan körleşmemişlerin, gönülleri taşlaşmamışların, İsrail ordusunun bizzat kabine kararıyla yaptığı bu saldırıyı mazur göstermek için üretilen bahanelere karnı tok! İsrail hükümetini bu saldırıya iten mühim bir köşeye sıkışmışlık hissiyatı. Lakin ‘Aman kimseler statükoya dokunmasın’ diyenler bile en azından İsrail’in etrafında şekillendirdiği statükonun hayra alamet olmadığını söylemeye başladıysa eğer, ok yaydan çıkmış demektir. O vakit işe Filistin-İsrail çatışmasının gerçekçi çözümleri üzerine düşünerek başlamak lazım. Ortadoğu’daki, hatta İslam âlemiyle Batı’yı kafadan karşı karşıya getirmesinden ötürü ‘dünyadaki bütün meselelerin anasından’...
Önce doğru bilgilenmek... Tabii, bunun için önce doğru bilgilenmek, toplumsal vakıalara, ‘terörizm’ söyleminin görüşü de aklı da karartan siyah camlarından bakmamak lazım. Misal, New York Times’dan Hamas’ın 2007’de Gazze’yi zorla zaptettiğini anlatan haberini okursanız, anlayamazsınız. Neden mi? Hamas’ın; İsrail’in Arafat’ı ortadan kaldırdığı bir ortamda giderek daha da zorbalaşan ve yolsuzluğa batan Fetih’e karşı, sıradan korunmasız Filistin ahalisinin 2006 Ocak’ında Filistin seçimlerini kazandığını bilemezsiniz. Sadece Gazze değil, Batı Şeria ve Doğu Kudüs, yani bütün işgal topraklarındaki Filistinlilerin Fetih’in yüzde 41.4’üne karşılık ilk kez seçime girmiş Hamas’a yüzde 44.5 oranında oy verdiğinden bihaber olursunuz. Hem de eski ABD Başkanı Jimmy Carter’ın ‘şeffaf’ mührünü bastığı bir oylamayla! Sonra 2006 Şubat’ında Başbakan İsmail Haniye’nin, İsrail’in 1967 sınırlarına çekilmesi halinde iki devletli çözüme, “İsrail Filistin halkına bir devlet vereceğini, haklarını iade edeceğini ilan ederse onları tanımaya hazırız” türünden sözlerinin neden görmezden gelindiğini ve Hamas’ın siyasi arenaya çekileceğine, niçin hükümet edemeyecek hale getirilerek ekonomik ambargoya tabi tutulduğunu sorgulamaya fırsatınız olmaz. Zaten İsrail’in Bush yönetiminin ‘önleyici saldırı’ mantığının gazıyla biteviye düzenlediği ‘hedef gözeten suikastları’ filan aklınızda kalmamıştır. Tabi, Kuzey Avrupa ülkeleri ve hatta AB, Hamas’la ilişki kurmaya yeltenince 2007 yazında yani 1.5 yıl sonra Bush yönetimi ile İsrail’in paniklediğini, İsrail istihbaratıyla işbirliği halinde Fetih’e Gazze’de darbe yaptırtmaya kalkıştığını, geri tepince Hamas’ın işbirlikçi Fetihlileri kovup kendini Gazze’ye sıkıştırmak zorunda kaldığını da nereden bileceksiniz...
‘Terörist’ diye yaftalamak... Hamas İslami uygulamalarıyla muhaliflerine karşı yahut İsrail’e karşı direnişte hiç de günahsız değildir. Elbette sonuna kadar eleştiriyi esirgemeyip baskı oluşturmak şart. Lakin iş insan haklarına geldiğinde Fetih’ten farkı nedir, orası çok tartışmalı. Dolayısıyla Filistin sanki normal bir ülkeymiş gibi standartlar peşinde koşmakla bir yere varmamız mümkün değil. Dünyada bu türden hiç bir hareket biz el çırpınca demokratik yahut insan haklarına saygılı olmaz. Siyaset ve çözüm üretmekten söz edilecekse şu aşamada öncelikle Hamas’ın ‘terörist’ diye yaftalanıp geçilmemesi gerektiğini teslim etmek lazım. Hamas’ın iktidara gelmesinden beri Gazze’deki diğer grupların İsrail’e ‘füze’ filan diye abartılan uyduruk roketlerin sallanmasını önleme çabasına filan hiç girmiyorum. ‘Terörist’ mefhumu üzerinde biraz kafa yormak için belki de İsrail’in Likudlu eski başbakanı Menahem Begin’in siyasi kariyerine Irgun’da başladığını anımsamalı. O vakitler Britanya mandasına karşı şu King David Oteli’ni gün ortasında havaya uçurup 91 insanın ölümüne yol açan, Britanya’nın başına 10 bin pound ödül koyduğu kişi olduğunu... Diyeceksiniz ki, artık ulus devletleri var ve Siyonist hareket 1800’lerin sonlarında Avrupa’da başladığından kendilerini ‘Ortadoğu’nun Batılı ulusu’ diye takdim ediyorlar, lakin uluslararası sularda korsanlar gibi gemi basıp adam kaçırıyorlar. Haklısınız, o vakit düşünmeye başlayacağız. Ne demiş Ben Gurion? “Genişleme kararlılığında dinamik bir devlet kurmak zorundayız”. Gel gör ki, daracık bir toprak parçasında yalnız değilseniz; barış arayışı, istikrar ve diplomasi biteviye toprak edinmenize engel olacak demektir. O vakit Moşe Dayan’ın dediği gibi olursunuz: “İsrail çılgın bir köpek gibi olmalı, kimsenin dokunamayacağı kadar tehlikeli.” Ta ki, çılgınlık aklı selime toslayana kadar...
Amos Oz’un ‘Apartheid’ ikazı Dilimiz alışmış bir kere, ‘Filistin sorunu’ der geçeriz. Lakin artık kesin kanaat getirdim. Bundan böyle ‘İsrail sorunu’ demeye alışmamız gerekecek. “Kendi kendimizi uluslararası bir abluka altında tutuyoruz ki bu Gazze’nin abluka altında tutulmasından çok daha tehlikeli..İsrail, Apartheid Güney Afrikası’na dönüşüyor” diyor İsrailli ünlü yazar Amos Oz...
Ceyda Karan / Radikal, 7.6.2010 |
08.06.2010 |
Fotoğrafların öyküsünü merak ediyorum
HÜRRİYET’İN yeni yayın yönetmeni Enis Berberoğlu fotoğrafları gazeteye yerleştirme kararı verirken çok zorlanmışa benziyor. Haberin kaç yerine sıkıştırılan özür-kokulu cümleleri okurken duyduğu sıkıntıyı iliklerimde hissettim. Mavi Marmara gemisindeki gazetecilerin sadece ellerine kelepçe takmadı İsrail askerleri, fotoğraf makinaları ve kameralarına da el koydu. Üzerlerine kayıtlı makinaları geri aldıklarında şok yaşadı meslektaşlar; cihazlar kırılmış, içlerindeki kasetler ve disklere el konulmuştu. Gazetelerde ilk gün gördüklerimiz kaçırılan fotoğraflardı... Dün Hürriyet’te daha önce hiç görmediğimiz bir dizi yeni fotoğraf yayımlandı. “Bunlar da nereden çıktı?” diye soracaklara, Hürriyet, hem haberin başlığından, hem de içinde birkaç kez tekrarlayarak, “İsrail’in sildiği veya kullanılamaz hale getirdikleri” açıklamasını getirdi. Nasıl yani? Haberin girişinde şu cümle: “İsrail’in sildiği veya kullanılamaz hale getirdiği fotoğraflar, makinelerin hafıza kartlarından birinde, program yardımıyla data geri dönüşümü yapılınca gün yüzüne çıktı.” Sonlarına doğru bir başka cümle: “Bir İHH gönüllüsünün getirdiği içi boş fotoğraf kartının içindeki verileri bilgisayarımızda ‘SanDisk Memory Card Recovery’ programı ile geri kazanmaya çalıştığımızda Mavi Marmara Gemisi’ne yapılan saldırıda çekilen fotoğraflar ortaya çıktı.” Etkileyici, değil mi? Maalesef değil. Çünkü fotoğraflardaki görüntüler İsrail askeri sansürünün asla silmeyeceği, el koyduğu makinalarda karşısına çıktığında herkes tarafından görülebilmesi için olağanüstü gayret göstereceği türden: Karelerin bir tekinde bile İsrail askerlerinin çok kısa mesafeden açtıkları ateşle hayatını kaybeden herhangi bir gönüllü görülmüyor... Ne mi görülüyor? Yine Hürriyet’ten okuyalım: “Helikopterle gemiye indikten sonra eylemcilerin demir ve sopayla saldırdıkları ve ele geçirdikleri askerlerin, öldürüleceklerini düşündükleri için yaşadıkları korku...” Görmediyseniz vereceğim güvenceye ihtiyacınız olabilir. Hürriyet’te en çok satıldığı pazar günü birinci sayfadan anonsla verilen Gazze olayıyla ilgili fotoğrafların hepsi dayak yemiş İsrail askerlerini gösteriyor... “İHH gönüllüsünün makinasından silinmiş fotoğrafın data dönüşümüyle elde edilmiş biçimi” denmesi Enis Bayramoğlu’nun ve birinci sayfayı hazırlayanların duyduğu sıkıntının dışa vurulmuşu gibime geldi. “İsrail sansürünün bize servis ettiği fotoğraflar” deselerdi, hiç itiraz etmezdim... Nitekim, gazetenin internet sitesinde, aynı fotoğraflar “İsrail basını sansürü böyle deldi” başlığıyla duyuruluyor. İrem Barutçu Hürriyet’i çıkartan Simavi Ailesi’nin öyküsünü anlattığı kitabında 1948 yılında yayın hayatına başlayan gazetenin “Yahudi gazetesi” yakıştırmasına muhatap oluşunu da ele almıştır. İsrail de aynı yıl kurulduğu ve ardından Arap-İsrail savaşı patladığı, Hürriyet makinalarını Musevi Burla Biraderler’den aldığı için... Hatta, o günlerde Cumhuriyet’te yazan Burhan Felek, kendisine “Gel benim gazetemde köşe yazarı ol” mesajını gönderen Sedat Simavi’ye, “Ben Yahudi gazetesinde yazmam” cevabını vermiştir... O günlere ait bir olayı daha aktarayım (s. 37): 1949 Kasım ayında Adalet Bakanı Fuat Sirmen’in basınla buluşmasına Hürriyet’i temsilen Bahadır Dülger katılır. Bakanın her gazeteciye sorduğu “Hangi gazetedensiniz?” sorusuna, Dülger “Hürriyet” cevabını verince, bakanın tepkisi şu olur: “Yani Yahudi sermayesiyle çıkan gazetesindensiniz, öyle mi?” Ne yapsın Bahadır Dülger, başını eğer ve “Evet efendim...” der. Hürriyet’teki son günü olur o gün... “Bu iddia o kadar çok tekrarlanır olmuştu ki” diye anlatır Barutçu ‘Simavi Ailesi’ kitabında (s. 35), “Simavi’nin küçük oğlu Erol’u bile şüpheye düşürmüştü. Bir gün gözünü karartıp Muhasebe ve İdare Müdürü Fahri Refiğ’in odasına girmiş ve kapıyı kilitlemişti. Kafasında dönüp dolaşmakta olan soruya cevap bulabilme fırsatını nihayet yakalamıştı: / ‘Bana bak! Çocuklarının ölüsünü öp, n’olur bana gerçeği söyle. Bizim gazete Yahudi sermayesiyle mi kuruldu?” Kendisi de Selânikli olan Fahri Bey sinirlenip bazı ters ifadelerden sonra şu cevabı verir: “Burla Biraderlere komisyonlarını bile son kuruşuna kadar ödedik...” Böylesine keskin bir dille yalanlanmasına rağmen Simavi Ailesi’nin elindeki Hürriyet ile İsrail ve Musevi sermayesi arasında ara sıra irtibat kurulmuştur. Erol Simavi’nin gazeteyi satmayı düşündüğü ilk kişinin Musevi asıllı medya patronu Robert Maxwell olması eski dedikoduları tekrar su yüzüne çıkartmıştı. Kısa süre sonra deniz kazasında öldüğü duyurulan Maxwell’in mezarı İsrail’de ancak özel izin verilen kişilerin yattığı Zeytin Dağı eteklerindeki mezarlıktadır. Şimdilerde kimse Hürriyet’in çıkış günlerinde dolaşan iddiayı dillendirmiyor; gerek de yok, çünkü yeni bir sahibi var gazetenin: Aydın Doğan... “İsrail ordusunun verdiği fotoğrafları yayımlıyoruz” demelerinde hiçbir mahzur yoktu yani...
Taha Kıvanç Yeni Şafak, 7.6.2010 |
08.06.2010 |