Ahmet DURSUN |
|
Babalar ağlamasın |
“Analar ağlamasın!” çığlığını hemen her gün duyarız. Bazen bir şehit haberinin ardından, bazen yürekleri parçalayan trajik bir görüntüyle rastlarız gözü yaşlı analarımıza. Kiminin oğlu mezarda, kiminin oğlu hapiste. “Ben yandım, başka analar yanmasın” feryatlarıyla çırpınan analar… Bir de babalar vardır. Gözyaşlarını yüreğine akıtan, acılarla parçalanmış yüreğinin yarasını gizlemeye çalışan babalar… En az analar kadar ağlayan babalar… Türkiye’de babaların dramı da analarınkinden az değildir. Bir babayla tanıştım geçenlerde. Babası ilik kanseri olunca daha on altısında liseyi bırakmak zorunda kalmış, çalışmış, çabalamış, çocuk yaşta ailesinin yükünü omuzlamış. Şimdi kırk küsur yaşlarında bir baba... Seyyar arabasıyla tatlı satarak çocuklarını okutmaya uğraşıyor. Gece geç saatlere kadar süren, hiç bitmeyecekmiş gibi uzayıp giden bir mesai, sırtına bindikçe binen, ağırlaştıkça ağırlaşan bir yük… Bir ömür törpüsüne dönüşen ağır mesaisinin nedeni, üniversite imtihanına girecek çocuğunun dersane taksitlerini ödeyebilmek, içinde yarım kalan okuma sevdasını oğlunun tamamlayabildiğini görmek… Evlâtların bu sevdadan haberi var mıdır ki? Evlâtlar bunca çilelere ortak olmasını becerebilirler mi ki? Bu zor hayatın gereğini yaparlar mı ki? Bu dertli babanın oğlu olmayacak arkadaşlar edinmiş, olmayacak işlere bulaşmış, yapılmayacakları yapmış, kapısına polisleri dikmiş. Onca hayat yükünün altında ezilmeyen baba, çocuğunun bu halleri karşısında büzülüyor, iki gözü iki çeşme hüngür hüngür ağlıyor. “Ben vatanını, milletini seven bir insanım, bugüne kadar helâl yoldan ekmek peşinde koştum, ezilmedim, büzülmedim. Nasıl olur da benim evlâdım böyle işlere bulaşır, en çok beni bu kahrediyor” diyerek ağlıyor, neden bu işlerin başına geldiğini sorguluyor. Kendi evlâtlarını yiyen bir sisteme evlâdını kurban veren masum bir baba… Sadece baba… Babalar vardır, dağ gibi; yetiştirdiği evlâdının tokadıyla un ufak olan. Babalar vardır, devlet gibi; tüm sermayesini helâli öğretemediği evlâdının haramzadeliğiyle yitiren. Babalar vardır, aslan gibi; evlâdını yutan karanlıklar karşısında çaresiz… Babalar vardır, adam gibi; evlâdının kepazeliğiyle eriyen… Babalar vardır, yıkılmayan, yılmayan, usanmayan; çocuklarıyla eğilen, bükülen, kara topraklarda çürüyen. Masum Anadolu’nun masum babaları… Neden böyle bir cezaya müstahak olduklarını merak ediyorlar. Yüzü kızarmayan bir âlemde, yüzleri kızararak soruyorlar: “Ben nerede yanlış yaptım?” Risâle-i Nurların ne büyük nimet olduğunu, kırmızı kitapların ne büyük saadetler sunduğunu böyle anlarda daha iyi anlıyorsunuz. Risâle-i Nurların aile hayatıyla ilgili verdiği dersler, bütün çözülmeleri önleyecek, bütün feryatları bitirecek, babaların gözyaşlarını dindirecek ipuçlarıyla doludur. Muhtemeldir ki, “terbiye-i İslâmiye” yerine ikame edilmek istenen “mimsiz medeniyet” terbiyesi yüzünden helâk olanlar, yine de “Niçin benim imanımı takviye etmeden bu helâketime sebebiyet verdin?” diye şekvâlarla babalarının karşısına çıkacaktır. Risâle-i Nurlar, bu muhtemel karşılaşmadan önce, sevgili babalara iki dünyalarını zindana dönüştürecek bir evlât yetiştirmemeleri için yol gösteriyor, “terbiye-i İslâmiye”yi vurguluyor. İslâm terbiyesinden yoksunluk yalnız babaların yüreklerini yakmıyor, topyekün bir toplumu felâkete sürüklüyor. Ehl-i dünyanın “terbiye-i medeniye” diyerek gençlerimize enjekte etmeye çalıştığı sefih medeniyetin nameşrû lezzetleri, hayatımızı büsbütün zehirliyor. “Oğlum doktor olsun, asker olsun, mühendis olsun da ne olursa olsun” diyerek bütün enerjisini bu yolda harcayan babalar, bu zamanın zaaflarına yenik düşüyorlar; gözü yaşlı bir halde yarı yolda kalıyorlar. Risâle-i Nurlar, zedelenen İslâm terbiyesini herkes için tamire çalışıyor, babaların yüreğini ferahlatıyor. Devlet baba bunu takmış takmamış, ne gam! Sen de babasın, bari sen bigâne kalma babacığım.
13.04.2010 E-Posta: [email protected] |