Elif Eki |
|
Birinci Meclis tarumar edildi |
Bediüzzaman diyor ki:
1338’de (Kasım 1922) Ankara’ya gittim. İslâm Ordusunun Yunan’a galebesinden neş’e alan ehl–i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm. "Eyvah," dedim. "Bu ejderha imanın erkânına ilişecek!" (Lem'alar, s. 181) * * * Bundan on iki sene evvel (1922) Ankara reisleri, İngilizlere karşı Hutuvat–ı Sitte namındaki mücahedatımı takdir edip, beni oraya istediler. Gittim. Gidişatları, benim ihtiyarlık hissiyatıma uygun gelmedi. "Bizimle çalış" dediler. Dedim: "Yeni Said öteki dünyaya çalışmak istiyor, sizinle çalışamaz; fakat size de ilişmez." (Tarihçe–i Hayat, s. 194)
İkinci Meclis, entrikacıların arenasına döndü
Ankara'da 23 Nisan 1920'de teşkil edilen Millet Meclisi'nin başlangıç safhası, Aralık 1919'da yapılan milletvekili genel seçimlerine dayanıyor. Anadolu, o günlerde olağanüstü şartlar altındaydı. Zira, Mondros Mütareke Antlaşması sebebiyle, Osmanlı ordusu pasifize edilmiş, asker silâhtan arındırılmış, güvenlik gerekçesiyle İstanbul, Trakya ve Anadolu'nun dört bir yanı (İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan kuvvetlerince) işgale başlanmıştı. Bu ağır şartlar altında, sağlıklı bir seçim yapmak kolay değildi. İş, Türkiye'nin hemen her tarafında kurulan Müdafaa–yı Hukuk–u Milliye Cemiyetlerine düşüyordu. Dolayısıyla, 1919'da seçilen son Osmanlı mebusları, bu cemiyetler tarafından belirlenmiş oldu. Bununla beraber, şunu da bilmekte ve hatırlamakta fayda var: 30 Ekim 1918'de imzalanan Mondros Mütarekesinin ardından, İttihat ve Terakki iktidarı sonra ermesine, partileri feshedilmesine ve parti ileri gelenlerinin yurdu terk edip gitmesine rağmen, Aralık 1919 seçimleri sonrasında Meclis'e giren mebusların mutlak ekseriyetini, yine eski İttihatçılar teşkil ediyordu. Dolayısıyla, 16 Mart 1920'de fiilen dağılan, 11 Nisan'da ise resmen feshedildikten sonra 23 Nisan'da Ankara'da yeniden biraraya gelerek Millet Meclisi'ni kuran milletvekillerinin çoğu İttihat ve Terakki Cemiyetinin eski mensuplarıdır. Şu kadar var ki: İttihatçılar, kendi içinde bir koalisyon cemiyeti gibiydi. Aralarında çok sayıda dindar, milliyetçi, asker, komitacı, mason ve dönme kimseler vardı. Bununla beraber, 1920–23 yılları arasında İstanbul ve Ankara'da görev yapan milletvekilleri, ekseriyetle dindar olup vatanperver kimselerdi. Yani, Millî Mücadele hizmetinde ciddî bir gayretle çalışıyorlardı. Öyle ki, bu Meclis'in ilk sene çıkarmış olduğu önemli kànunlardan biri "Men–i Müskirat Kànunu" idi. 14 Eylül 1920'de, sarhoşluk veren maddelerin kullanılması yurt genelinde yasaklanmış oldu. Ne var ki, Meclis'teki ilk ve en büyük ihtilâf, işte tam da bu kànunun görüşülmesi esnasında ortaya çıktı. Meclis, neredeyse ortadan ikiye bölündü. Birinci grubun başını M. Kemal, ikinci grubun başını ise Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey çekiyordu. Başta içki olmak üzere sarhoşluk veren maddelerin yasaklanması konusu, Meclis Başkanı M. Kemal ile Meclis Başkan Vekili durumundaki Ali Şükrü Beyi karşı karşıya getirdi. Aralarında çok şiddetli tartışmalar yaşandı. M. Kemal, yasağın aleyhindeydi. Ancak, Meclisin o günkü çoğunluğu Ali Şükrü Beyin tarafını tuttu ve böylelikle "Men–i Müskirat Kànunu" kabul edilerek yürürlüğe kondu. Açıktan içki tüketilmesini yasaklayan bu kànun, Ali Şükrü Bey cinayetinden kısa bir müddet sonra, "Birinci Grub"un hâkimiyeti altına giren II. Meclis'in mârifetiyle yürürlükten kaldırılmış oldu.
Lozan tartışmaları, II. Grubun sonunu getirdi
Ankara, Millî Mücadelenin merkezi haline geldikten sonra, İstanbul'dan kaçıp kurtulabilen mebusların da toplanma yeri oldu. Gerek askerî ve gerekse siyasî mücadele, tam bir kararlılıkla sürdürüldü. Neticede zafere ulaşıldı. 1922 yılı sonlarında Ankara'ya dâvet edilen Bediüzzaman Said Nursî için, Meclis'de Hoşâmedî merasimi yapıldı. Kürsüden zafer duâları okundu, mebuslara hitaben konuşmalar yapıldı. 19 Ocak 1923'te ise; TAN matbaasında basılan, Bediüzzaman'ın on maddelik bir beyannâmesi ile milletvekillerine yazılı olarak hitap edildi, önemli bazı noktalara dikkatleri çekilmeye çalışıldı. *** Bu arada, bilinmesi gereken önemli bir nokta daha var: 23 Nisan'da kurulan ilk Meclis'te belli başlı iki grup vardı. M. Kemal liderliğindeki Birinci Grup ile Ali Şükrü Bey liderliğindeki İkinci Grup arasında, hemen her konuda tartışma çıkıyor, fikir ayrılığı yaşanıyordu. Bu tartışmalar, bir süre sonra yine bu liderlerin sahibi oldukları gazete sayfalarına yansıyordu. (Hakimiyet–i Milliye'nin sahibi M. Kemal, TAN gazetesinin sahibi ise Ali Şükrü Beydi.) Bu iki lider, iki grup ve iki gazete cephesinde meydana gelen en hararetli tartışma, Lozan'da yapılan ve ikinci kez yapılacak olan görüşmeler konusunda yaşanıyordu. Ali Şükrü Bey, ısrarla ve defaatle haykırarak "Mehmetçiğin kanıyla kazanılmış olan büyük zaferin, Lozan'da masa başında ucuza satıldığı"nı söylüyor ve bu meyanda varıldığına kanaat getirdiği bir gizli mutabakata isyan ediyordu. O, Misâk–ı Millî'den tâviz verilmesini, Musul, Kerkük, Kıbrıs ve 12 Adaların ona–buna peşkeş edilmesini hiçbir şekilde kabul etmiyordu. Buna mukabil, Birinci Gruptakiler, Lozan heyeti başkanı İsmet Paşa’nın Meclis'e verdiği bilgilere itibar edilmesi, dolayısıyla Lozan'da en kısa zamanda bir anlaşmaya varılması gerektiğini savunuyordu. İşte, tam da İkinci Lozan Görüşmelerinin başladığı günlerde, II. Grubun lideri olan Ali Şükrü Bey, birdenbire ortadan kayboldu... (27 Mart 1923) Yapılan arama taramadan sonra, cesedi bir bağ evi civarında toprağa gömülü olarak bulundu. Katilin, Çankaya Muhafız Komutanı Topal Osman olduğu anlaşıldı. Topal Osman'ın üzerine kuvvet sevk edildi. Çatışmada öldürüldü ve her ihtimale karşı kafası kesildi. Meclis'in kararı gereği, Meclis'in kapısı önünde (başsız olduğu için) ayağından asıldı. Aynı günlerde, büyükçe bir kasaba görünümündeki Ankara'da baş döndürücü hadiseler cereyan ediyordu. Cinayet, idam, gerilim had safhada iken, 1 Nisan 1923'te yeni seçim kararı alındı. Böylelikle, Birinci Meclis tarihe karışacak, İkinci Meclis yeni bir anlayışla işbaşı yapacaktı. İkinci Meclis'ten beklenen en büyük icraat ise, Lozan'da alınacak kararların kayıtsız şartsız kabul edilmesiydi. Nitekim öyle oldu. Yeni Meclis için listeler hazırlandı. II. Gruptakilerin hemen tamamı tasfiye edildi. 1923 Temmuz'unda Lozan'da varılan mutabakat, Ağustos'ta da Millet Meclisinde aynen onaylanarak kabul edildi. Aleyhte oy kullananlar, Kâzım Karabekir ve 15 arkadaşıydı. Onlar da yavaş yavaş dışlanmaya başlanınca, bir sene sonra CHP'den ayrılarak TCF'yi kurdular. 1925'teki Şeyh Said Hadisesinden sonra, bu parti kapatıldı. Parti kadrosunu teşkil eden çoğu Millî Mücadele komutanı olan bu vatanperverler, 1926'da İzmir Sûikastı bahanesiyle İstiklâl Mahkemesinde yargılandılar. İdam olunmaktan kıl payı kurtuldular. Bu tarihten sonra, İkinci Meclis, Birinci Grup için "dikensiz gül bahçesi"ne dönmüş bir vaziyet aldı. 1950'ye kadar devam edecek olan 27 yıllık tek parti zihniyeti, böylelikle ülkeye hakim oldu. Bu zihniyetin sahipleri, başka hiçbir engelle karşılaşmadan istediğini astı, istediğini kesti, dilediğini sürgüne gönderip hapse attırdı, vesaire... Hülâsaten denilebilir ki: Türlü entrikalarla, özellikle 1923'ten itibaren Meclis hakimiyetini ele geçiren bir diktacı zihniyet, sadece siyasî muhaliflerini değil, Millî Mücadelenin en tartışmasız kahramanlarını dahi acımasızca harcadı. Her birini bir başka bahane ile diskalifiye ederek, ülkeyi tam bir entrika ve tahakküm zihniyetiyle yönetmeye çalıştı. |
Madalyonun öteki yüzü |
Bazen anlamaktır hayatı, bazen hayatın içine girip hissetmektir bazı şeyleri. Koklamak hayata dair bilinmezleri, unutulmuş, kenara itilmişleri deşelemektir. Hayalleri bırakıp, insanlığa dönmektir bazen… Gerçekleri görmek gerekir kimi zaman… Hayat onca güzelliğine rağmen, onca zorlukları da içinde barındırıyor şüphesiz. Anadolu’nun hep dillendirilmiş yerleri vardır ya hani. Doğu batı diye anılır ya… İşte bugün anlatacaklarım, batıda. İç Ege’de bir şehir merkezinde, yaşadığım ilde gerçekleşen bir olay… Olay denemez gerçi, ama olay denilecek cinsten. Türkiye’nin alışılan yüzüdür belki de bilmiyorum. Ben yeni fark ediyorum… Eğitim öğretim yılı başında, haftada bir gün görevlendirildiğim bir ilköğretim okulunda 5. sınıf öğretmeni bir öğrencisini anlatmıştı. Öğrenci 11-12 yaşlarında bir kız çocuğu. Lâkin öğrenci erkeksi davranışlarıyla öğretmenin ve çevrenin dikkatini çekmiş. Arkadaş çevresi genelde erkek öğrenciler, saçlarını hep kısa kestiren öğrenci, sürekli pantolon giyiyor. Öğrenciyi o dönem içinde gözlemlemeye çalıştım. Cinsel kimlik gelişimindeki anormallik beni korkutmuştu. Eve gittiğimde araştırmaya başladım, cinsel kimlik bozukluğuyla ilgili, bütün kaynaklarımı ve interneti taradım. Muhtemel sebepleri öğrendikten sonraki hafta okula gittiğimde aile ile görüşmek istememe rağmen aileden gelen olmadı. Böyle olunca öğrenciyle görüşmekten daha öte bir şey yapamadım. Birkaç ay geçtikten sonra öğrencinin devamsızlığından dolayı sınıf öğretmeni, okul müdürü ve ben evine gitmeye karar verdik. Ki bu karardan önce, benim olmadığım bir gün, okul müdürü, sınıf öğretmeni polisle birlikte aileye randevulu gittiğinde aileyi evde bulamamıştı. Bu yüzden biz randevu almadan gitmeye karar verdik. Bir öğle arası öğrencinin evine gitmek için yola çıktık. Evi bilen bir öğrencimiz bize eşlik etti. Eve yaklaştığımızda bir sürü köpekle karşılaştık. Hepsi zincirli olmasına rağmen korkmamak elde değildi. Zar zor aileye duyurduk sesimizi. Baba, bizi karşılamaya geldi. Köpek havlamalarıyla karışık eve girdik. Ev bir gece- konduydu. İki odadan oluşan evde, bir babaanne, anne, baba, birkaç kardeş birlikte kalıyorlardı. Bu iki oda her şeyiydi evin. Ancak bu iki oda da sağlam değildi. Evdeki eşyalar neredeyse kullanılamaz durumdaydı. Baba işinin olmadığını, bir ara belediyenin geçici işe aldığını, ancak bu yıl çağrılmadığını, bulabilirse demir topladığını ve onu satarak geçimini sağlamaya çalıştığını söyledi. Çaresiz olan baba, sadece kızına kızıyor ve yapabileceği başka bir şeyi olmadığını ifade ediyordu. Babaanne yaşlılığın etkisiyle olsa gerek sadece dinliyor, bir şey demiyordu… Bir de kızın küçükken düşme sonucu bedensel problemlerin olduğunu öğrendim o gün… Görüşme sonunda ailenin öğrenciyi psikiyatriye götürmesini istediğimizde, bunun için imkânının olmadığını söyleyen baba, annesinin yaşlılık aylığından dolayı yeşil kartın verilmediğini belirtti. Daha sonra bir yakınının götürebileceğini söyleyen baba, çocuğunu daha yakından takip etmeye çalışacağını belirtti… Ben de bu süreci beklemeye karar verdim. Öğrenciyi takip edip, elimizden geleni yapmaya çalışacağız… Sorunla ilgili yapılabilecekleri yapmaya çalışacağız, ama nereye kadar. İşte beni üzen şey bundan sonra başlıyor. Kendimi o öğrencinin yerine koyduğumda, olanları tam anlayamıyorum. Zor bir hayat, zor şartlar, imkânların kısıtlılığı… Bin bir sınav olan dünyada, o öğrencinin sınavı da bu belki. Aile, anne, baba, kardeş… Aile ve hayat, o öğrenci için orası. Hayatı orada öğreniyor. Okullarda yaptıklarımız da, anlattıklarımız da yetersiz kalıyor bazen, anlıyorum ki daha çok çalışmamız ve daha çok gayret göstermemiz gerekiyor… Derdimi anlatabildim mi bilemiyorum, ama babanın söylediği şu söz üzerine yazdım ben bu yazıyı: “Şu an evde yakacak tüp dahi yok, hayat o kadar zor ki”… Umarım amacıma ulaşmışımdır… Bir de amacım şikâyetçi olmak değil bir şeylerden. Bir şeyleri bilerek yaşamak, ne kadar farklı hayatlar var, hissettirmeye çalışmak… Yapılabilecekleri yapmaya çalışmak… Önce birey olarak, elimizden geleni yapmak… Onu bunu suçlamak değil… Hayatın gerçekleriyle yaşamak, hissetmek, farkında olmak, öyle yaşamak, bir de şükretmek ve fiilî, kalbî duâ etmek… Selâmetle…
OSMAN KANAT Psikolojik Danışman |
Zulüm perdesini hayâle çekmek |
(I) Trendeyim.. Güneşe bakıyorum.. Nazlı nûr gurûb yolunda.. Dalıyorum, âmâk-ı hayâlâta.. Gözüm ufuklarda.. Bir yandan da namjoo şarkılar söylüyor sol yanımıza.. Şimdi çocuklar geçiyor gözümün önünden.. ’Film şeridi’ dedikleri gibi âyân oluyor hayat.. Çocuklar ağlıyor ve anneler de.. Açlık sefalet, savaş, zulüm canlanmaya başladı gözümde.. Kalbime ağrılar giriyor inceden inceye.. Yorulmuşum; dayanmıyor artık kalp dedikleri, öyle her şeye.. Hayaldeyim yine.. Güneşin çehresinde oynayan o çocuklar, göğün yüzündeler şimdi.. Hepsi güzel, hepsi mazlûm. Birazı beyaz, birazı siyahi.. Rabbim! yine renk rejimi.. Bir film repliği hatırlıyorum bir siyahî genç: “İnsanlar neden ilk rengimi görürler ki?“ demişti, ve devam etmişti; “Oysa bir çikolata, bir vişne ancak rengi koyuysa tatlıdır” demişti.. Hatıra gelince acı tebessümler ettiren bu replik sonradan çıkıverdi zihnimden, hayâle daldım yeniden.. Silâhlar konuşmaya, çocuklar susmaya başladı. Küstü birbirine beyaz ve siyah.. Ki onlar küsünce hayâlim sükût etti, renkler acûzeleşti, gök karardı.. Anlamıştım artık zulüm hep aynı renkteydi, ”cehl”di adı.. Evet zulüm hep aynı renkte; renk değiştirmeden hep aynı kararda.. İçimden dedim “âb-ı bâde rengim” - kanlı gözyaşım; ve zulüm hep kapkara! Bu zulüm güneşi kapadı, evet çocuklar ölüyor; renk zifiri.. İrkildim.. Sustum neyse ki, âleme dönüş vakti.. (II) Trenden iniyorum, hava kararmış.. Esrârengiz bir hava var ve ürpertici.. Müziklerde yine namjoo vardı, hayâllerim sükût etmişti, lâkin şarkı susmuyordu ki! Namjooya* kulak verdim. ”Asyada doğan için coğrafyanın zorlamasıdır, zulmüdür derler” diyordu ve devam ediyordu: “Kaderin azizliğidir..” Düşündüm de coğrafyamı haklıydı biraz, zulüm görüyordu Asya.. Kan şerbetine alışmıştı bu coğrafya.. Doğrudur, zulüm görür Asya.. En çok zulüm görenlerdendir.. Fakat Zombie de vardı bu dünyada, yankee ve zenci.. Bilmiyorduk öbürkilerini Afrikalıları ve araftakileri... Şarkı biraz da haksızdı, mesele “to be or not to be”den başkası değildi.. Biliyorduk ki “Beşer zulmeder, kader adalet eder..” bilmişiz; lâkin unutmuş nİSYAN etmişiz.. Mesele insandır.. İnsaftır.. İnsan “insan”dır, âyine-i insafdır, zîrâ fıtrattandır; fıtrat-ı beşerin iktizâsıdır.. Lâkin fıtratı atınca; vicdanı sökünce insan, insanlığı da atıyor insafı da kenara.. İnsanlık gidince elden, insaf düşünce dîlden; zulüm coğrafyalar geziyor.. Coğrafyalar sûku’d-dem oluyor, coğrafya ki kabristan ve mazlûm hep hamuşân.. IRÂK kalıyor ırakda ; GAZZE fazla beride.. DARFUR uzakta kalıyor, PATANİ ve ÇEÇENİSTAN.. Geride kalıyor Afrika, külliyen insanlık ve biraz dünya.. Sonra şairin** dediği gibi oluyor: “Paraları harcarlar kelaynaklar uğruna / ölürken insanlar Asya’da Afrika’da..” (III) Sonra bütün bunlar olurken her şeyi bir kenara bırakıp sordum kendime.. ”İnsanlık nerede?” diye.. ”Kim bir cana kıymamış veya yeryüzünde fesad çıkarmamış birini öldürürse bütün insanları öldürmüş gibidir” diyor Rabbimiz Mâide Sûresinde.. Peki ya bütün insanlığı öldürmeye kast edenler kimi, neyi öldürmüş gibi olacaktı.. İnsanların ölümlerini düşündüm, sessizliği.. Düşündüm çocukların ölümlerini. Farklı coğrafyalarda farklı farklı ölüyordu çocuklar.. Süveydâya sormuştum hâl-i rüyâda.. Neden ölüyorlar diye, neden demiştim neden süveydâ? Tevil ettim rüyâmı, cevabım hazırdı.. hayal vardı: “Latin Amerikada “uyuşturucu”dan / Beriki Amerikada “fast food”dan /Afrikada “food”suzluktan / Japonyada “insan”sızlıktan / Gazzede “insaf”sızlıktan ölüyormuş çocuklar..” “Sus!” dedi Süveydâ, “Sus ki bütün çocuklar çocuk olduğu için ölüyor, cennet kuşu olmasınlar mı?” Sustum.. Rüyâ bitti.. Bir umut tütüyordu omuzlarımda, çocuklar, mazlûmlar cennete uçacaktı.. ”Cennet” diyordu Üstad, çocuklara “cennet kuşu” diyordu.. Diyordum “acı çekmeyecekler madem..” Sustum, Cehennem diyordu Üstad ve ben bu haykırışı çok seviyordum: ”Zalimler için yaşasın Cehennem..” (IV) İnsanlığın ve insaflığın bu denli yokluğunu düşünüyorum.. Aklıma insanlığın müntehâsı olan İslâm geliyor.. İnsaf insandı, insanlık İslâmdandı. Kimde zulüm varsa onda İslâmlık yok. Nerede zulüm var, orada İslâmın yokluğu var.. Coğrafyaları zulme boğan renk, dil, ırk kavgası İslâmda yok.. Bediüzzaman’dan duymuştuk, bize diyordu ki: “İslâmiyet milleti her şeye kâfidir.. Din, dil bir ise, millet de birdir. Din bir ise, yine millet birdir..” Dil İslâm, din İslâm, renk, ırk ve hak İslâm.. İslâm olunca siyah da beyaz da denk.. Fikirler zihnimde giriftleşirken yol bitti, müzik bitmişti, biraz gözyaşı vardı her zamanki gibi.. İçimden yine dedim: “Âb-ı bâde rengim..”
HÂMİŞ: *Jabr-e cographie /Mohsen Namjoo (İranlı müzisyen..) **Abdulbâki Kömür
ELİF RUHEFZA ALTUNER |
Alman Spiegel dergisi: “Sonsuz Güç Sahibi’nin dönüşü” |
19 Aralık 2009 tarihinde yayınlanan Spiegel dergisi “İslâm ve Hıristiyanlık. Hangi dinin ilâhı daha güçlü?” başlıklı kapak konusu ile dikkatleri üzerine çekmişti. Makalede, yaşadığımız 21. yüzyılda insanların inanca yönelişi arttığı belirtilirken, Hıristiyanlık ve İslâm dininin bir yarış halinde olduğu vurgulanıyordu. Makalenin içeriğini özetlemek istiyorum: Aydınlanma devrine rağmen insanlar fevc fevc inanca doğru koşmaktadır. 21. yüzyıl insanı inanca sarılmakta ve gücünü ondan almakta ve inançsızların sayısı ise gün geçtikçe azalmaktadır. İngiliz yazar John Micklewaith ve Adrian Wooldridge, “Tanrı Geri Döndü” adlı kitabında bu hakikati söyle ifade etmektedir: “Tanrı modern çağda bir yolunu buldu ve geri döndü.” Ronald Inglehart ve Pippa Noris gibi Amerikalı araştırmacılar bugün bir noktada hemfikirler: “Dünya bugün olduğu kadar hiçbir zaman bu kadar çok inançlı insana sahip olmamıştır.” Ve birçok filozof ve sosyologların dinler hakkındaki kanaatlerinde yanıldıkları ortaya çıkmıştır. Evet, 21. yüzyıldaki gelişmeler bize şu hakikati çok açık göstermektedir: Karl Marxlar, Max Weberler, Emile Durckheimlar, Friedrich Nietzscheler, Siegmund Freudlar tanrıya gereğinden az değer vermekle yanılmışlar. Laiklik durakladı ve inananlar için istikbal var. 21. yüzyılda hiçbir dünya dini İslâm kadar rağbet görmemiş ve hiçbir yerde inananların sayısı Müslümanlarda olduğu kadar artmamıştır. Dolayısıyla bugün Avrupa için Müslümanlarla iletişim merkezî bir konumdadır. Kur’ân Müslümanlar için essiz bir kelâm. İlahiyatçı ve yazar Navid Kermani’ye göre İslâm’ın büyük bir kitleye hitap etmesinin sebebi Kur’ân’ın eşsiz belagatidir. Kermani “Allah güzel” adlı eserinde şu ilginç ifadelere yer vermektedir: “Kur'ân belâgatiyle öyle bir konumdaki, asırlarca en büyük Arap ediplerinin ve ehl-i kelâmın Kur’ân’ın bir tek harfine nazire getirememiş olması Kur’ân’ın kelâm noktasında eşsiz olduğunu gösteriyor. Bu Kur’ân’ın hakikat olduğunun göstergesidir.” Friedrich Nietzsche (“Tanrı öldü” diyen) 1900 yılında öldüğünde, dünyadaki Müslüman sayısı 200 milyon civarındaydı. Bugün bu rakam 1,5 milyara ulaşmaktadır. Yani istatistiklere göre Müslümanların sayısı çok hızlı bir şekilde artmaktadır. Avrupa’nın birçok metropolünde İslâm yayılmaktadır. Bugün asırlar kadar eski ve bir o kadar da etkileyici katedralleri turistler doldururken, camileri inançlı insanlar doldurmaktadır. Bundan yıllar önce Avrupa’ya gelen isçiler dini yaşantılarını, dikkatleri üzerine çekmemek için gizlediler fakat ikinci ve üçüncü kuşak dinlerini açıkça ve daha şuurlu bir şekilde yaşamaktadırlar. Ve din birçok Türk, Lübnan ve Filistin kökenli vatandaşların gururu ve kimliği olmuştur aynı zamanda. Evet, 2050 yılı için dünya nüfusunun yüzde 27,5’ini Müslümanların teşkil edeceği tahmin ediliyor. Bugün dünyanın en büyük İslâm ülkesi olan Endonezya’da 203 milyon Müslüman, bunun iki katı Pakistan’da, Hindistan’da ve Bangladeş’te yaşıyor. İslâmiyet bugün daha çok genç nüfuslu ülkelerde yaygın. Avrupa için aynı şey söz konusu değil. 700 milyon Avrupalı’nın içinde 550 milyonu Hıristiyan. Almanya’da, Fransa’da ve Hollanda’da halkın sadece % 5’i Müslüman. Avrupa’da Müslümanların en az üç katı kadar dinsizler ve ateistler yaşıyor. Peki, bütün bunların yanında, en önemli soru, İslâm’ın modern çağa karşı nasıl bir tutum içinde bulunduğu ve Müslüman gençlerin bu modern çağın getirdikleri ile benimsedikleri İslâmî hayat tarzını nasıl birleştirdikleri. WAMY’nin genel sekreteri Salih al-Wuhaibi bu konuda birkaç ilginç açıklamada bulunuyor: “Evrenselleşme bir meydan okumadır, ama İslâm bu konuda avantajlı. Biz toplumu harekete geçirebiliriz.” Wamy her yıl okul, yetimhane ve cami inşa edebilmek ve İslâm’ı yaymak için milyonlarca dolar harcamaktadır. Ve bu Suudi Arabistan tarafından desteklenen birçok hizmet müesseselerinden bir tanesidir. WAMY’deki İslâmî organizasyon daha çok Afrika bölgesinde aktif. Suudi Arabistan krallığında en tanıdık isimlerden bir tanesi olan, 36 yaşındaki Shugairi bir konuşmasında ilginç ifadeler kullanıyor: “İnsan olmak için Müslüman olmak gerekmiyor ama İslâm insana başkaları ile iletişimi kolaylaştırıyor. İslâm futboldaki kural gibi çok basit. Yani sadece kurala uymak yeterli.” Bu tür konuşmalarla Shugayri çıktığı televizyon programlarında dikkatleri üzerine çekiyor. Bazen gençlere hitap ederek modern bir tarzda, bazen ise ciddî. Shugayri’nin mesajı ahlâklılık ve modernizmin bir karışımı, yani bir orta yol. Shugayri konuşmasında bir başka ilginç noktaya daha değinmekte: “Radikalizmin zamanı aslında geçti. İslâm 11 Eylül 2001’den itibaren bir hareketlilik içinde. Birçok Müslüman genç 11 Eylülden sonra İslâm’ı daha iyi kavramaya ve daha şuurlu yaşamaya başladı. Bugünün gençliği anladı ki, İslâmiyet demek, cihad ve kılık kıyafetten ziyade ruhun çelişkisiz bir dünya tablosunda yerini alması demek. Yoksa 700 milyon Müslüman’ın sakal bırakmasıyla dünya daha çok Müslümanlaşmaz. Ve gençlerin anladıkları bir şey daha var. Kur’ân’ın evrensel olduğu hakikati. Yani Kur’ân’ın bütün asırlara ve kesimlere hitap ettiği ve bu asra yönelik de anlaşılabileceği yönüdür. Yani Kur’ân asrımızın sorularına ve ihtiyaçlarına cevap vermektedir. Shuygayri bunları ifade ederken bir ilginç tesbitte daha bulunuyor: “Biz nihayet Hz. Muhammed’i orta çağdaki başkomutan olarak değil, 21. yüzyılın entelektüeli olarak görmeye başladık”. Shugayri’nin tarif ettiği İslâm’ın pragmacı anlayışı ve bu anlayış nerdeyse bütün metafizikten uzak. “Bundan 1000 sene önce dünyaya hâkimken böyle şeylerle uğraşma lüksümüz vardı belki, ama şimdi durum farklı” diyor Shugayri. Evet, hangi dinin asrımız insanına daha çok hitap ettiği tabiî ki dinin muhtevasına da bağlı. Kur’ân Müslümanlara göre başlı başına bir hakikat. Cebrail melek vasıtasıyla Hz. Muhammed’e (asm) gelen İlâhî hakikat. Müslüman’ın dini günlük yaşantısını belirler. O elinden geleni yapar, neticesini Allah’tan bekler. Müslüman’ın görevi dini emir ve nehiylere uymaktır. İslâm’ın şartlarını yerine getiren ve Allah’ın rızası dairesinde hareket eden her Müslüman mükâfatını alacaktır. Bunu Kur’ân açıkça müjdeliyor. İşte İslâm’ın bu kadar rağbet görmesinin sebeplerinden bir tanesi de budur. Yani İslâm’ın çok kolay bir din ve helâl ile haramı çok net bir şekilde belirlemiş olmasıdır. İslâmiyet’te merkezî bir otorite yoktur. Allah ile kul arasında herhangi bir vasıta yoktur. İnanan doğrudan doğruya Allah’a yönelir. İslâmiyet’in ticarete olan bakış açısı da sıcaktır ve kesinlikle ırk ve sınıf ayrımı yapmaz. Ayrıca İslâm dini demokratiktir, çünkü İslâm’da herkes aynıdır. Komünizmin yıkılışından sonra İslâmiyet Batının toplum modeline karşı tek etkili model. Ve politolog Vali Nasra göre bugün üç şey İslâmî milletler için karakteristik: Genç, pragmatik ve yeniçağa katılmak istiyor. Bugün birçok Müslüman genç Batı tarafından damgalanmaktan rahatsız. İslâmiyet bu gençlerin kimliği. Politolog Vali Nasra göre, bugün Müslüman gençler hem kimliklerini muhafaza etmek, hem de İslâmiyet’in modernizmle çatışmadığını göstermek istiyor. Bütün bu mühim noktalara rağmen, İslâmiyet’in bugün modernizmle tamamen bir barış halinde olması için, cihad gibi birtakım konuların yeniden ele alınması ve bir açıklık getirilmesi gerekiyor. Çünkü 11 Eylül olayında Hıristiyanlardan daha çok Müslümanlar mağdur oldu. Bu konuda Shugayri’nin ifadesi manidar; “Dinler insanlar için var, insanlar dinler için değil.”
TUĞBA AKTAŞ |
EN GÜZEL SÖZLER KAPILARDAN GEÇERKEN SÖYLENİR |
Geçen gün, oturdum, saydım. Bir gün içinde kaç kapıdan geçip gittiğimi, kaç defa girip çıktığımı o kapılardan. Üşenmedim, saydım. Gününe göre, bazen elli, bazen yüz etti. Kapıların hakkını vermek gerek. Kapılardan düşüne düşüne geçmek gerek. Kapılardan Besmeleyle geçmek gerek. Güneşi gökten, çiçeği ağaçtan koparamazsın, ayıramazsın. İnsanın da kaderi kapılarda yazılı. Ha, unutmadan söyleyeyim. Bunlar bildiğiniz kapılar. Diğer kapıları da kalbinize sorun. Onları saymaya ne rakam yeter, ne de zaman. Bir kapı kapanır, bir diğeri açılır. Ve bir gün, dünya kapısı kapanıp ahiretin ilk kapısı açılır. Aldığımız vakitler geri verilecektir. O kapılardan geçerken sorulacaktır bunlar. Hayat içinde ebedî bir hayat saklı. Döner mi dersiniz bir gün o çekirdek ebedî bir ağaca? Dönüşür mü acaba o kum taneciği bir inciye? Son nefes, belki de son şansıdır insanın. Onca kargaşası ve gürültüsü arasında hayatın, o kudsî kelimeyi söyleyebilecek mi dillerimiz? Kalbimizin ateşinde büyütüp beslediğimiz o kelimeyi, Kelime-i Şahadeti? İşte söz, işte öz… İşte mesele bu… Güneş nasıl düşerse aydın sulara ve yıldızlar nasıl düşerse suyu çekilmemiş kuyulara, bir ümittir işte… Gönlümüzün ebedî ümididir bu kelime işte…
Selim Gündüzalp
KÂİNATIN HER TARAFINDAN YÜKSELEN SES
Hayattakilerin dünyasından da, ölülerin dünyasından da aynı çığlık yükseliyordu. Önemsenmek istiyorum, değerli olmak istiyorum, sevilmek istiyorum. Kâinatın her köşesinden de başka bir ses yükseliyordu: Sizi çok seviyorum, sizi çok önemsiyorum, size çok değer veriyorum. Sizin için her an yarattığım nesnelere, varlıklara bakın. Yağan yağmura bakın, ellerinize bakın, taşlara bakın, gökteki aya bakın, en çok da size verdiğim kendinize bakın. Size beni tanıma fırsatı verdim. Siz daha ne vermemi istiyorsunuz? Sizden istediğim çok bir şey mi? Siz de size verdiğim benliğinizi bana verin.
Mustafa Ulusoy, Aynalar Koridorunda Aşk, s. 260-261
BİLGE KANTAR
Sabah kalkıp da tartılsak Bilge bir kantarda Biraz eksilmişizdir O kadarını yatak yemiş Sezai Karakoç
ETRAFIMIZDA OLUP BİTENLERE BAKIYOR MUYUZ?
Nisan yağmurlarının ardından her yan yeşile kesti. Arada bir ezilmiş ot kokusu esip geçiyor. Birkaç gün sonra iğdeler açar. Geceler baygın iğde kokularıyla dolar. Onları ıhlamur ağacı takip edecektir. Sonra güller, menekşeler, lâleler… Topraktan buğular yükseliyor. Ne güzeldir sürülmüş toprağın kokusu. Onda insanı özüne çağıran bir şey var. Bu, suların sesinde de, yıldızların parıltısında da var. Ama acaba bizim etrafımızda olup bitenlere bakacak zamanımız ve takatimiz var mı? Mustafa Kutlu, Şehir Mektupları
TÖVBE
Rabbimiz, kulunun işlediği amelleri içinde en çok tövbesini sever. Hadis-i Şerif
SAN'ATLI BİR ESER
San'atlı bir eser, san'atkârı icab eder. Bediüzzaman Said Nursî
İLİM NEDİR? İlim, çok şey rivayet etmek değil, Allah’tan korkmaktır. Abdullah ibni Mes’ud
BİR DUA Allah’ım! Öfkenin sersemliğinden, hırsın kabarmasından, sabrın zayıflığından, kanaatin azlığından, huyun kötülüğünden sana sığınırız. İmam Seccad Zeynel Abidin (ra)
HAZIR CEVAP
Hz. Ebûbekir (ra), müşriklerce taşlar altına gömülen Hz. Bilâl Habeşî’yi (ra) 5 ukiyye (okkanın altıda biri, 60 veya 40 dirheme karşılık bir ölçü birimi) altın karşılığında satın aldı. Müşrikler ona; “Şayet bir ukiyyeye kadar ısrar etseydin, yine onu sana satardık” dediklerinde, Hz. Ebubekir (ra) şöyle buyurdu: “Şayet siz yüz ukiyyeye kadar ısrar etseydiniz, onu yine alırdım.”
HEM ÜMİT, HEM TESELLİ
Hz. Ali (ra) çok günah işleyip de ümidini kaybeden bir adamla karşılaşır. Ona sorar: “Niçin böyle çöllerde deli gibi dolaşıyorsun?” O da çok günahkâr olduğunu, affedilemeyeceğini anlatır. Bunun üzerine Hz. Ali (ra) ona şöyle cevap verir: “Senin günahın ne kadar çok olsa da, Rabbimizin rahmetinden daha çok olamaz.” Böylece hem müjde, hem de teselli vermiş olur adama.
BİR KISSA
Bir gün Hz. Ömer (ra) ashabın zenginlerinden biri olan Abdurrahman bin Avf’tan ödünç para ister. Şaşıran Abdurrahman sorar: “Ya Emire’l-mü’minîn, ödünç parayı benden mi istiyorsun? Halbuki hazine senin elinin altında. Oradan istediğin kadarını alabilirsin. Hatta istediğin zamana kadar da geciktirebilir, sonra ödeyebilirsin.” Halifenin buna cevabı düşündürücüdür: “Evet ey Abdurrahman, ödünç parayı senden istiyorum da, elimin altındaki hazineden almıyorum. Çünkü, hazineye bütün bir millet ortaktır. Herkesin onda hissesi vardır. Ben oradan aldığım ödüncü ödeyemeden ölürsem bütün bir milletle helâlleşmek zorunda kalırım ahirette. Bu da beni korkutur. Ama senden ödünç alırsam ödemeden ölsem ahirette sadece seninle ödeşmek zorunda kalırım. Bu ise göze alınabilecek bir helâlleşme olabilir.”
SELİM GÜNDÜZALP |
İlkbahar |
Bahar! Yeniden doğuş, yeniden canlanma, yeni ümitler… Her bahar mevsiminde insanın içi kıpır kıpır olur. Rengârenk çiçekler, değişik değişik kokular, cıvıl cıvıl kuşlar… Bütün bunlar insana farklı duygular yaşatır. Binlerce çeşit çiçeğin açması, sayısızca ağacın yapraklanması, yeniden doğuşun bir müjdesidir. O sıkıcı test kitapları arasında bu güzel bahar kokusu içimizi ferahlattı. Minik sarı polenler yürüdüğümüz yollara taştı. Kuşlar da adeta bahara dikkat çekmek için daha coşkulu ötüyordu. Sokakta oynayan çocuklar da daha mutlu oynuyordu. Bu sanki çok güzel, çok hoş bir resmigeçitti. Bu resmigeçidin hiç bitmemesini arzu ediyordum. Ne yazık ki kısa bir süre sonra bu güzellikler bitecekti. Peki, bütün bu güzelliklerin bir amacı olamaz mıydı? Evet, evet bu güzelliklerin bir amacı olmalıydı, ama neydi? Bir müddet bunları düşündüm. Her tablo bir ressam tarafından yapıldığına göre, bu canlı tabloyu yapan da bir san'atçı olmalıydı. Her ressam tablolarını göstermek ve takdir edilmek ister. Bu ilkbahar tablosu da insanlara gösterilmek istenen bir sergi olabilir miydi? Evet, bahar mevsiminin bu san'at eserlerini görüp Yaratıcısını takdir etmemek mümkün mü? Bu bahar resmigeçitlerini sonsuza kadar gözümüzle ve aklımızla görmek dileğiyle.
FURKAN ÇANKIRI |
Yâ Resûlallah! |
Bu şiirim bir uzun hasretin aksidir, Ruhumun çağlayışı, yüreğimin sesidir. Seni yazsın diye kalemim Yâ Rasûlallah, Rabbime niyazımın kabul vaktidir.
İstedim ki dağlasın yüreğimi sevgin, Bir köz gibi ruhumu yaksın hasretin. Ve pişsin bütün ham duygularım, Nurunla aydınlanıp, arınıp, erisin.
Nur-u Muhammedî ruhuma doğsun, Gül-i Muhammedî rayiham olsun. Açsın bütün çiçekler rengârenk, Gitsin gayri grilikler, karanlık solsun.
Baharı herkes gibi ben de severdim, Fakat, sırr-ı hakikisi nedir bilmezdim. Meğer baharla gelen sendin ey Rasûl, Diriliş seninleydi, mâ-i nisan sendin. Yeniden doğmaktasın her bahar. Seninle gönlümüze düşen damlalar, İşte filiz veriyor, çiçek açıyor. Sendendir efendim bu rayihalar.
Bir uzun asır geçti üzerimizden, Şaşırdık, durakladık gafletimizden. Yetişti nur-u hidayetin ya Rasulallah, Yürüyoruz yeniden nurlu izinden.
Şimdi gelen baharlar başka, Sarmakta yeryüzünü baştan başa. Şimdi bütün insanlık koşuyor, Yanıp susamış bu nurlu aşka.
İşte bu Nisan yine doğmaktasın. Zulmetleri perde perde yırtmaktasın. Rabbim ayırmasın nurundan ey Habib, Nur-u İlahi sende, Sen Nurlardasın.
AYŞENUR YAĞMUR |
Peygamberim (asm) |
Güller derdim sana efendim Ahir zaman çöl ikliminden gül getirdim efendim Ateşler içinde güller getirdim sana Nemrutların ateşleri artık hayatımızı değil Ahiretimizi de yakmakta “Ey ateş serin ve selâmetli ol” emrine mazhar olan İmanlı gençler getirdim efendim Günah ateşinin yakmadığı güllük gülistan ile çepeçevrelenmiş İbrahimler, Saidler getirdim efendim. Senin yolunda senin özleminle yeşerttik imanımızı Çünkü sen nurdun efendim Dünyayı bütünüyle aydınlatan Elçi olarak geldin Kâinat Sahibi’nden Ebedî Sultan’dan Varisler gönderdin efendim, iman mirasına bizi de Hissedâr et efendim Hiç eksilmeyen ebedî hazinenden bize insanlık nasibi ver efendim Yıllar oldu asırlar geçti senin yokluğunda Ebu Cehiller kıt'aların başlarına geçti Hamzalar, Ömerler, Hasanlar, Hüseyinler yine şehit efendim Nurundur dünyayı döndüren, eğer nur çıkarsa efendim Dünya güzergâhından da çıkar efendim Efendim ahir zamandaki kardeşlerin de seni özlüyorlar Seni hiç görmedikleri halde bütün duyguları, bütün duyuları ile iman ettiler Nur doğdu üzerimize şükür gerek bize ebediyen Seninle olma isteğindeyiz efendim Bizi de kardeşin, arkadaşın olarak kabul et merhamet sahibi efendim.
ARAFAT DENİZ |
UMUT OLMAK |
Yarınları umutla beklerken Ol denildiğinde olmadığının farkına varmak, Ama (o) ol dediğinde anında olmak. Durulmak, yorulmak … Yoğunlaşmak bir su buharı gibi, Göğe uzanmak bulut olmak, Ardından tekrar yere inmek, Yeryüzünü kucaklamak bir tebessümle Ve gülen yüze âb-ı hayat olmak Su buharıyken insan olmak Ve ağlamak tuzlu su olmak Tekrar karışmak toprağa çiçek olmak Açmak ve hiç kapanmamak Gülmek bülbüle O şakırdayışla yeni bir günün habercisi olmak Umutla bakmak yarınlara Ve umut olmak o anda.
HAVVA YILDIRIM |
24.04.2010 |