Elif Eki |
|
Nevruzu anlamak |
Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri, “Ölüm, nevrûz günümüzdür, baharımızdır” derken, sanki kendi vefât târihine işâret ediyordu. Bu ifâdesi ile iki hakîkati birden belirtiyordu. Gerçekten, ölüm insan için yeniden dirilişin, baharın başlangıcıydı. Ayrıca, kendisi 21 Mart ve 22 Mart gecelerini, Şanlıurfa’da, hasta olarak geçirmiş, 23 Mart 1960 Çarşamba günü saat 03.00 civarında Rahmet-i Rahmân’a kavuşmuştu. Eserlerinde nevrûzdan şöyle bahsetmişti: “Gel, bugün nevrûz-i sultanîdir. Bir tebeddülât olacak; acîp işler çıkacak. Şu baharın şu güzel gününde, şu güzel çiçekli olan şu yeşil sahrâya gidip bir seyran ederiz. İşte, bak, ahâlî de bu tarafa geliyorlar. Bak, bir sihir var: O binalar birden harap oldular. Başka bir şekil aldı. Bak, bir mu’cize var: O harap olan binalar, birden burada yapıldı. Âdetâ bu hâlî bir çöl, bir medenî şehir oldu; bak, sinema perdeleri gibi her saat başka bir âlem gösterir, başka bir şekil alır. ...Bu Suretin remzini Dokuzuncu Hakikatte göreceksin. Meselâ, nevrûz günü, bahar mevsimine işarettir. Çiçekli yeşil sahrâ ise, bahar mevsimindeki rû-yi zemindir. Değişen perdeler, manzaralar ise, fasl-ı baharın iptidâsından yazın intihâsına kadar, Sâni-i Kadîr-i Zülcelâlin, Fâtır-ı Hakîm-i Zülcemâlin kemâl-i intizamla değiştirdiği ve kemâl-i rahmetle tâzelendirdiği ve birbiri arkasında gönderdiği mevcudât-ı bahâriye tabakàtına ve masnûât-ı sayfiye tâifelerine ve erzak-ı hayvaniye ve insaniyeye medâr olan mat’ûmâta işarettir.” “Üstad gezmeyi, bilhassa bahar ve yaz aylarında kırlarda dolaşmayı çok severdi. Mahlûkatla, mevcudatla başbaşa kalıp, derin derin tefekkür ederdi. İstanbul’da, nevrûz günü (21 Mart) kıra giderken, bizi de yanında götürdü. Kırda, “Bugün mahlûkatın bayramıdır” diye nevrûzun önemini bize anlatmıştı. Kırdaki köpeklere ekmek parçası verdi. "Bugün, bu nevrûz bayramından, bu köpeğin bile bir hissesi vardır. Bahar mahlûkatın bayramıdır. Biz de onların bayramına iştirak edelim” demişti. Çok sevinçli bir hâli vardı, nevrûz günü... Bilindiği gibi, güneşin “koç burcu”na girdiği gün olan, Mîlâdî 22, Rûmî 9 Mart “gündönümü”, “bahar”, “yeni yıl” olarak kabûl edilmektedir. Bu kabûlün Doğu Türkistan’dan, Anadolu üzerinden, Balkanlar’a kadar aynı olduğunu görüyoruz. Bu geniş coğrafya üzerinde yaşayan Türk ve diğer unsurlardan gelen milletlerde baharla, yeni yılla ilgi kültürlerin aynı veyâ çok benzer bulunması, konunun târîhin derinliklerine inen köklerini araştırma mecbûriyeti doğurmuştur.
ASYA HUNLARI
Asya Hunları (M.Ö. 220–M.S. 216) zamanından beri Türk kavimlerinde kullanıldığı bilinen en eski Türk takvîmi, “12 hayvanlı Türk takvîmi”dir. Göktürkler’de, Uygur Türkleri’nde, Tuna Bulgarları’nda, İdil Bulgarları’nda ve daha önceleri de büyük ihtimalle Hun Türkleri’nde kullanılmış olup, Türkler arasında çok yaygın bir sistem olmuştur. Kâşgarlı Mahmûd, Divân-ı Lügàti’t-Türk isimli eserinde bu takvîmin nasıl doğduğunu anlatmaktadır. On iki hayvanlı Türk takvîmi, güneş yılına göre hesaplanmıştır. Günün başlangıcı olarak, gece yarısı kabûl edilmektedir. Türklerin kullandığı takvîmlerden birisi de “Celâlî Takvîmi”dir. Takvîm, adını Büyük Selçuklu Sultânı Melikşâh’ın “Celâleddîn” lâkàbından almaktadır. Sultan tarafından Isfahân ve Bağdâd’da kurdurulan rasathânelerde, devrin astronomi âlimleri görevlendirilmiştir. Bu astronomlar milâdî 1074-1075 / hicri 467 yılında muhtelif rasatlardan sonra bir takvîm meydana getirmişlerdir. Bu takvîm 1092 yılına kadar devlet işlerinde kullanılmıştır. Ancak, halk arasında ya 12 hayvanlı Türk takvîmi veyâ İslâmîyetin mânevî te’sîriyle hicrî takvîm kullanılagelmiştir. İşte, gerek 12 hayvanlı Türk takvîminde, gerek güneş yılına göre sonradan düzenlenen Türk takvîmlerinde yılın başlangıcının hep 22 Mart’a, gündönümüne, bahâra dayandığı görülmektedir. Hattâ, Selçuklulardan sonra bölgeye hâkim olan İlhanlılar zamanında takvîm ıslâh çalışmaları devâm etmiş, Gazan Han’ın devrinde Celâlî takvîmi ıslâh edilerek 13 Mart 1302’den îtibâren “Târîh-i İlhân” nâmiyle kullanılır olmuştur. Bu iki takvîm son zamanlara kadar İrân ve Afganistan’da kullanılmıştır. Araplarda güneş yılı kullanılmadığı için, bahar veya yeni-güne dayalı yılbaşı da görülmemektedir. İslâmiyetten önce Mûsevî komşularının tesirinde olan Arap kavimlerinde yılbaşının sonbahara rastladığı tesbît edilmiştir. Nevrûz geleneği Araplara, Sâsânî Devletinin Müslümanlarca ortadan kaldırılmasından sonra, İrân’dan geçmiştir.
İRANLILAR
Zerdüşt dîninde olan eski İrânlılar, Ferverdî ayının ilk günü olan Nevrûz’u, yeni yılın ilk günü olarak kabûl ederler ve bugünü bayram olarak kutlarlardı. Halk, nevrûz dolayısıyla büyük şenlikler yapar; ateşler yakılır, birbirinin üzerine su serpilir, hükümdârlarca hediyeler dağıtılırdı. İranlılarda nevrûz, bazı vergilerin toplanma dönemi idi. Bu gelenek, İran’ın fethinden sonra da devâm etmiş, vergilerin râhat toplanabilmesi için, Abbâsî’lerin döneminde nevrûzun, yâni vergi toplamaya esâs olan sene başının yaz aylarına alınmasına kadar varmıştır. Ancak, halk tarafından îtibâr görmediğinden yılbaşı, yeniden eski yerine getirilmiştir. İrân geleneği, zamanla İslâmî bir hüviyete bürünmüş, bugünle ilgili yeni rivâyetler ortaya çıkmıştır. Hadîs-i Şerîflerde 10 Muharrem (Aşura) günü meydana geldiği bildirilen mukaddes olayların, bu rivâyetlerle, nevrûzda olduğu iddiâ edilmiştir. Bunlar: dünyânın yaratılması, Hz. Âdem’in yaratılması, Hz. Âdem’le Havvâ’nın pişmanlıklarının kabûl edilip Arafat’ta buluşmaları, Hz. Nûh’un gemisinin karaya oturması, Hz. Yûsuf’un kuyudan çıkarılması, Hz. Mûsâ’nın Kızıldeniz’den geçmesi, Hz. Yûnus’un balığın karnından kurtulması gibi kutlu olaylardır. Türk destanlarında ise, nevrûz hakkında en önemli rivâyet bugünün Ergenekon günü oluşudur. Bu konu, Şecere-i Türk adlı kitabında Ebu’l- Gàzî Bahâdır Han tarafından teferruatıyla anlatılmaktadır. Bu gelenekler Anadolu’da kurulan Akkoyunlularda ve Osmanlılarda da devâm etmiştir. Hattâ Osmanlılarda daha da gelişmiş, saray an’aneleri arasında yer almıştır. Sarayın da bu işi benimsemesi sebebiyle “Nevrûz-i Sultânî” tamlaması kullanılır olmuştur. Osmanlılarda bu geleneğin erken dönemlerde görünmesi bu kültürün devâmlılığına işârettir. Osmanlı sarayındaki nevrûz törenleriyle ilgili olarak Sultan II. Abdulhamîd’in kızı Ayşe Osmanoğlu, hâtıralarında şu bilgiyi vermektedir: “Nevrûz, bahârın ilk günü olduğundan, bir gün önceden eczâhâne-i hümâyûnda hazırlanmış olan “nevrûz mâcûnu” denilen, üzerine altın tozu dökülmüş, kırmızı renkte nevrûz şekeri hâzırlanır, tüllere bağlı güzel kâseler içinde hânedân âzâsına, vükelâya, mevkî sâhiplerine, bendegâna dağıtılırdı. Lezzeti pek güzeldi. Sabah erken, aç karnına yenmesi şifâlı imiş. Bunun için gümüş tepsilere konur, yanına da “s” ile başlayan yedi türlü yiyecek dizilir, getirilirdi. Bunlar: Susam, süt, simit, su, sâlep, safran ve sarımsak idi. Bunlardan birer parça yalanınca şifâ getireceğine inanılırdı.”
ÇEŞİTLİ TOPLULUKLARDA İSİMLERİ
Türklerin Anadolu’ya ayak bastıkları zaman karşılaşıp tanıştıkları, orada yaşayan pek çok kadîm kavîmden biri de Kürdler idi. Arab fetihleri sırasında Müslüman olan Kürdler, İslâmiyetin bu kahraman evlâdı olan Türklerle kaynaşmakta gecikmedi. Fars mitolojisinde yer alan Kâveh Âhengîr (Demirci Kâve) efsânesi, Kürdlere göre kendi kavimlerinin başlarından geçen olayları anlatmaktadır. Firdevsî’nin Şehnâme’sinde daha sonra kayda geçirildiği hâliyle, halkın temsilcisi demirci Kâveh’in zâlim Bâbil kralı Dahhâk’a karşı isyân başlatması, baharın başlangıcı olan nevrûz gecesine rastlamıştır. Bu kavmin târihinde nevrûz, bağımsızlığı ve maddî ve mânevî bahârı müjdelemektedir. Bu mitolojik hâdisenin 4-5 bin yıl öncesine, Zerdüşt dînîne kadar dayanmakta olduğu; Gûtiler, Hurriler, Kassitiler, Mitanniler, Urartular, Asûriler, Medler ve müteâkib kavimler tarafından çeşitli şekillerde devâm ettirilmiş bulunduğu kaydedilmiştir. Bu gün Farslar, Anadolu Türkleri, Kürdler, Zazalar, Azeriler, Afganlar, Arnavutlar, Gürcüler, Türkmenler, Tacikler, Özbekler, Kırgızlar’la beraber neredeyse bütün kuzey yarımküre tarafından kutlanan geleneksel yeni yıl, tabîatın uyanışı ve bahar bayramıdır. Nevrûz geleneği, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde hâlen şöyle kutlanılmaktadır: Toros Türkmenlerinde, yayla ve köylerde 22 Mart’ta, şehir ve kasabalarda Mart ayının üçüncü Pazar gününde “Nevrûzunuz kutlu, dölünüz hayırlı, bereketli olsun!” ifâdeleriyle kutlanmaktadır. Ege bölgesinde yaşayan Tahtacı Türkmenlerinde, Rûmî yıla göre Mart’ın 9’u Sultan Navrûz adıyla kutlanmaktadır. Nevrûzdan sonra yaylalara çıkılır. “Mart dokuzundan sonra dağlar misafir alır.” darb-ı meseli halk arasında söylenmektedir. Alevî-Bektâşî Türk toplulukları nevrûzu, Hz. Alî’nin doğduğu gün olarak kabûl ederler. Büyük törenlerle kutlarlar. Bugünde “âyîn-i cem” yapılıp, nefesler okunur. Güneydoğu Anadolu’da, Gâzîantep ve Diyarbakır çevresinde 22 Mart gününe Sultan Navrız denmekte ve kutlamak için kırlara çıkılmaktadır. Doğu Anadoluda bu gelenek biraz daha geç, eski hesap 17 Mart’ta, ziyafetlerle, ateş çevresinde eğlenerek kutlanmaktadır. Bu bölgede Mart ayının ilk Çarşambasına “Kara Çarşamba” denmekte ve âdetâ, nevrûz eğlenceleri bu tarihte başlamaktadır. Ege’de ve Orta Anadolu’da, Manisa ve Amasya’da “Mart Dokuzu” nevrûz olarak kutlanmakta, biraz daha dînî bir hüviyet kazanmaktadır. Mesir mâcûnunun yapıldığı gün, nevrûza en yakın Pazar günüdür. Bir milletin fertleri tarafından ortaklaşa paylaşılan sevinçler, hâtıralar, duygular, âdetler bayramları meydana getirmiştir. Bunlar dînî veyâ millî kaynaklı olabilirler. Ayrıca, bir toplum tarafından yeni kabûl edilen dinler, o toplumun önceki dönemlerine âit âdetlerine bir takım yasaklar koymuştur. Fakat, toplumun içine yerleşmiş, maddî ve mânevî kültürüne karışmış geleneklerin, dînî emirlere rağmen yaşamaya devâm ettiği, hattâ dînî bir kılığa bürünerek meşrûlaştığı da vâkîdir. İşte, eski Türklerde yeni-yıl, yılbaşı, yeni-gün gibi adlarla ifâde edilen ve köklü olarak yerleşmiş bulunan âdetler, İslâmiyetin yaygınlaşmasiyle şekil değiştirmiş, tâbir câizse, Müslümanlaşmıştır. Bundan ayrı olarak, toplumun yaşadığı coğrafî bölgenin iklîm şartlarına göre, baharın başlangıcı da değişik târihlere kaymıştır. Genellikle Mart ayının 21’i kışın sonu ve 22’si baharın başlangıcı olarak kabûl edilmişse de, güneye inildikçe, baharın erken geldiği yerlerde Şubat ayında bile bahar şenlikleri yapıldığı görülmektedir. Meselâ: Siirt ilinde bu, “Cigor” an’anesi hâlinde hâlâ yaşamaktadır. Bundan bir müddet öncesine kadar “Re’su’l-hacer” denilen yeşillik ve çiçekli mevkie gidilip, ilkbaharın müjdecisi olan nergis çiçeklerinin toplandığı orta yaşlıların hâtırlarındadır. Baharın gelişini kutlamak için, bugün bile damlarda meş’aleler yakılmakta, Asya-Balkanlar hattında süregelen geleneğin bâzı unsûrları tekrarlanmaktadır. Kışın biraz daha geç bittiği, yeşilliğin ve çiçeklerin biraz daha sonra görüldüğü yerlerde bu âdet “Hıdırellez” şekline bürünmüş ve Mayıs ayına kaymıştır. Görüldüğü üzere, Türklerde ve târih boyuncu birlikte oldukları diğer kavîmlerde yılbaşı, bahârın başlangıcından hesap edilmekte ve bugün için özel merâsimler yapılmaktadır. Asya’da yaşadıkları zaman temâs ettikleri medeniyetlerin kayıtlarında: “Türklerin, yılları ağaçların yeşermesiyle hesap ettikleri” belirtilmektedir. Türk topluluklarında nevrûz, noruz, navrız, Ergenekon, bozkurt, çağan gibi adlarla kutlanan baharın gelişi ile ilgili olarak çeşitli gelenekler meydana gelmiştir. Orta Asya’dan Balkan Türklerine kadar bu gelenekler ve törenler tesbit edilmiş ve ilim dünyâsında yayımlanmıştır. Buraya kadar îzâh etmeye çalıştığımız husûslardan anlaşılıyor ki, baharın başlamasıyla ilgili törenler, insanlık kadar eskidir. Asya’da Türk kültürünün hüküm sürdüğü bütün topraklarda, Anadolu’da, Balkanlar’daki soydaşlarımız arasında, Avrupa karası içine giren Kafkasya’da, Kırım’da hâlâ çeşitli isimler altında hâtırlanıyor, kutlanıyor. İnsanları millet hâline getiren temel unsûr kültürdür. Dil, dîn, örf ve âdetler, san’at ve edebiyât kültürün maddî ve mânevî yönlerini teşkîl eder. “Parçalandık önce kalben, sîreten; Kaldı ölmüş, rûhu gitmiş bir beden. Tilki, kurt, sırtlan, çıyan.. saldırdılar; Kaç asırdır bitmiyor hâlâ şölen…”
PAYLAŞILAMAYAN AN’ANE
Bugün, çeşitli siyâsî sebeplerle paylaşılamayan bu an’anenin birbiri ile komşu olmuş, ayrı unsurlardan meydana gelen topluluklarda veyâ farklı inançlara sâhip kitlelerde değişik şekiller ve mitolojik rivâyetlerde nakledilmesi tabiî bir hâldir. Netîce îtibâriyle, insanların birbirinden maddî alış verişleri olduğu gibi mânevî konularda da ilgilerinin bulunduğu bir gerçektir. Daha önce belirtildiği gibi, Mezopotamya’nın kadîm ahâlisinden Kürtlerde Demirci Kâve, İrân’da Pers Kralı Cemşîd ve Zerdüşt efsâneleri nevrûzla ilgilidir. Afganistan’da Yılın Son Çarşambası nevrûz kutlamalarının başlangıcıdır. İnsanların şahsî, âilevî, içtimâî hayâtının idâmesi için asgarî müştereklerde birleşmeye çalıştıkları bir çağda, bizlerin fitne-fesât içinde birbirimizi yememiz kimlerin işine yarayacaktır; hiç düşündük mü? Halbuki, aynı kan, aynı din, aynı vatan, aynı mâzî, aynı hâl, hattâ aynı istikbâle sâhip insanların, tâbir câizse: “Kardeş kere, kardeş kere, kardeş kere kardeş!” olanların, el için birbirine düşmelerinden acı ne olabilir? “El için dostluk bozulmaz! Kan döküp, insan vurulmaz! Vurduğun öz kardeşindir; Müslümanlık böyle olmaz!”
Yukarıda arz ettiğimiz gibi, asgarî değil, bâzı toplumların aslâ bulamayacakları, âzâmî müştereklerimiz, binlerce ortak noktalarımız vardır. Hepimizin Rabb’i bir, Peygamberi bir, Kitâbı bir, Kıblesi bir, ibâdeti bir.. bir, bir.. bine kadar bir! Milletimiz bir, vatanımız bir, bayrağımız bir, târîhimiz bir, tasamız-kıvancımız bir.. bir, bir yüze kadar bir! İlimiz bir, ilçemiz bir, köyümüz bir, komşumuz bir.. bir, bir ona kadar bir! Bu kadar birlikler içinde, biz niçin birleşemeyelim? Niçin başkalarının oyununa gelelim? “Ey inananlar! Allâh’ın ipine, dînine toptan, hep birlikte sımsıkı sarılınız!” “Birlik olunuz! Allâh’ın rahmeti topluluk üzerinedir!”
“Hani milliyyetin İslâm idi… Kavmiyyet ne?.. Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyyetine! “Arnavudluk” ne demek? Var mı şerîatte yeri? Küfr olur, başka değil, kavmini sürmek ileri! Arab’ın Türk’e, Lâz’ın Çerkes’e yâhut Kürd’e, Acem’in Çinli’ye rüçhânı mı varmış? Nerde! Müslümanlıkta anâsır mı olurmuş? Ne gezer! Fikr-i kavmiyyeti tel’în ediyor Peygamber. En büyük düşmanıdır rûh-i Nebî tefrikanın. Adı batsın onu İslâma sokan kaltabanın!”
Özetlersek, nevrûz geleneği Anadolumuzun her tarafında bugün de yaşanmakta, bayramlar tarzında, birlikte neş’elenmeye, birlikte eğlenmeye, yardımlaşmaya, kardeşliğe vesile olmaktadır. Biz de, bu ve bundan sonra gelecek nevrûzların, vatandaşlarımız ve dindaşlarımızla birlikte bütün insanlığa birlik, beraberlik, kardeşlik ve barış getirmesini diliyoruz.
“Verelim kuvveti hakkın eline; Ezelim fitneyi, birlik olalım! Kapılıp biz de bu gayret seline, Ele bel bağlamadan kurtulalım…”
Kaynaklar:
1- Bedîüzzaman Saîd Nursî, Sözler. 2- Dr. Müjgân Cumbur, Klâsik Edebiyâtımızda Nevrûz. 3- Erzurumlu İbrâhim Hakkı, Mârifetnâme. 4- Firdevsî, Şehnâme. 5- M. Âkif Ersoy, Safâhat. 6- N. Şâhiner, Son Şahitler. 7- Prof. Dr. A. H. Çay, Nevrûz. 8- Prof. Dr. E. Artun, Nevrûz. 9- Wikipedia.
EKREM KILIÇ
************************************************************************************************** |
LÜTFEN BANA YARDIM EDER MİSİN? |
Ben kendi hayatımda bana etkili bir hayatın temel prensiplerini gösteren bir kavşağa geldiğimde, doğru yolu işaret eden birçok akıl hocasıyla tanıştım. Ben bu özel insanların çoğunu İngilizcenin en sevdiğim güçlü sorularından birini sorarak buldum: Lütfen bana yardım eder misin? Yanına vardığım insanlardan bir tanesi bile sahip olduğu bilgiyi ve tecrübeyi benimle paylaşmayı reddetmedi. Akıl hocalarımdan birçoğu zaman içinde değerli dostlarım oldular. Robin Sharma, Sen Ölünce Kim Ağlar, s. 121
ÇİRKİNLİK GÜZELLİĞİN BİR DERECESİ
Bir saray, güzel bir kâşane yalnız müzeyyen ve muhteşem kısımlardan ibaret değildir. Onun içinde izbesi, kömürlüğü, helâsı ve her türlü süflî kısımları da vardır. Eğer Bütün bunlar olmazsa o bina tam ve işe yarar mahiyette olabilir mi? Demek ki pis ve fena görünen şeyler de iyi ve faydalıymış. Bir ev için bir billur bardak ne kadar lâzımsa, çöp tenekesi, yerleri silen bir paçavra da o kadar lâzımdır. Fakat birliğe yetişemeyen göz bunu böyle göremez ve bu mânâyı idrak edemez. Hâlbuki dünyanın kıvamı zıtlarla muhafaza olur. Samiha Ayverdi, Batmayan Gün, s. 96
ABDÜLKADİR GEYLANİ HAZRETLERİ’NDEN
* Sıkıntı çekmeyen insanda hayır yoktur. Sıkıntılar Allah’ın kırlangıç kuşlarıdır. * İmtihana tabi tutulmak olmasaydı, insanların çoğu veli olduğunu iddiâ ederdi. *Salihlerden biri şöyle dermiş: “İlâhî! İnsanlar seni nimetlerin için sevdi, ben ise belâların için sevdim.”
HER ŞEYİN BİR ZAMANI VAR
Gökkubbe altında her şeyin mevsimi olduğu gibi her arzunun hakikat olması için de bir zaman vardır: Doğmak ve ölmek için bir zaman... Ekin için bir zaman ve ekilen şeyin hasadı için de bir zaman vardır… Allah her şeye ancak vakti geldiği zaman kemal ve İlâhî güzelliğini verir.
EĞER ŞÜPHEYE YER OLSAYDI İnanmayan için korku: “Ya varsa?...” Şüphesidir. İnanan için şüpheye yer olsaydı, felâketli korku: “Ya yoksa?” suâli olurdu. Necip Fâzıl Kısakürek
ÖZLÜYORUM Özlüyorum, kimsenin hiç gitmediği bir yer, Bir yer, ne gülüş, ne de gözyaşlarıyla dolu; Bulunayım orada yalnız Rabbimle beraber Uyuyayım çocukken uyuduğum uykuyu Dokunmadan ne kimse bana, ne ben kimseye Altımda çimenler ve üstümde gök kubbeyle… John Clare (1793 -1864) Çeviren: Şavkar Altınel
MANİ Gönül verme herkese Kulak asma her sese Dünya yalan dünyası Düşürürler kafese
DÜNYADA BİR GÜN Annem herkesin bir günü var derdi, bu dünyada. Yani o günü kastederdi. Hayatın son gününü… O kitabın son cümlesinin, son noktasını. Yazdığımız hayat kitabı kapanacak, kaldırılacak ve ötede açılacak bir gün. Belkisi yok, muhakkak o gün. Nereye gidersen git o gün seni bulacak. Ölüm bekliyor. Ölüm ve ecel seni bulacak. Selim Gündüzalp
KELİMELER Kelimeler cama benzer: Görmeye yardım etmedikleri zaman, görüşe engel olurlar. J. Joubert
DÜNYA SİZSİNİZ Bütün dünya sizsiniz. Yine de başka bir şey var sanmaya devam ediyorsunuz. Hsijeh – Feng
O GÜN GELECEK BİR GÜN Mazlûmun zalime karşı günü zalimin mazlûma karşı gününden daha şiddetlidir. Hz. Ali
IŞIĞIN VERMEKLE BİTMEZ Korkma. Işığın ve ısın vermekle bitmez. Uzun dönemde verdiğinden daha fazla aldığını görebilirsin. Cengiz Alkış
ATASÖZÜ Yağına kıymayan çöreğini kuru yer.
ÜMİT Bilirsin ki günahım çok İlâhî! Ümidim senden ayruk yok İlâhî! Kadı Burhaneddin Ahmed
HİZMET ETMEK Kaderinizin ne olacağını bilmiyorum fakat bir şeyi biliyorum: Aranızdan nasıl hizmet edildiğini arayıp bulmuş olanlar mutlu olacaklardır. Albert Schweitzer
GÜZELLİK Bilen söyler nikât-ı râz-ı hüsnü, bilmeyen söyler…(Güzelliğin sırrındaki incelikleri, bilen de söyler, bilmeyen de…) Nâbî
Ebu Umame’ye, “Bana Rasulullah’tan duyduğun bir söz söyle” dedim. O da “Rasulullah (asm), Kur’ân’dan başka sözü ağzına almazdı. Allah’ı çok anar, kısa ve öz konuşur, namazı uzatırdı. Bir yoksulla, bir zayıfla gidip işlerini görmekten kat’iyyen arlanmaz, kibirlenmezdi.” dedi. Neserî, el-Bidaye: 6/45.
GERÇEK HÜKÜMDARLAR Gerçek hükümdarlar ebediyen hükümrandırlar. Hazineleri yağma edildikçe zenginleşirler. Cemil Meriç - Bu Ülke
EŞLERİN KAVGASI Eşlerin kavgası, eğer huyların çarpışması değilse, geçici bir sağanaktır. Geçtikten sonra hava daha güzel açılır. Cenab Şehabettin
SELİM GÜNDÜZALP
************************************************************************************************** |
URFA’DA VUSLAT |
Tamamlanmış ulvî ve nurlu hizmet Kur’ânî bir cadde bahşetmiş rahmet.
Bütün hayatını adamış nura. Mü'minler kavuşmuş böyle huzura.
Yorgun düşmüş, altmış yıl bu çileyle. Boğuşmuş bir ömür; inkâr, hileyle.
Cesaretle, bir kale gibi durmuş. Dessas hücumlara, Kur’ân’la vurmuş.
Hep müstakim durmuş; sebat, şiarı. İmana hizmette bütün nazarı.
Dünya zevki diye bir şey tatmamış. Kaygısız, telâşsız bir gün yatmamış.
‘’Bu gençler kurtulsun, yansam da ne gam.’’ Hep bunu düşünmüş, sabah ve akşam.
Hep duacı olmuş ehl-i imana Büyük vazifedar, ahir zamana.
Her sürgün diyarı, vatanı olmuş. Nur aşıklarıyla ünsiyet bulmuş.
Bütün dünyalığı, bir tek elinde Müsbet hizmet tarzı, daim dilinde
Isparta’da yatağında yatıyor. Kalbi, vuslat aşkı ile atıyor.
Aldırmamış sürgünlere, cefaya. ‘’Hazırlanın, gidiyoruz Urfa’ya’’
Bu emri ısrarla verince Üstad. Hazırlık yapılır, hemen son sür'at.
Yirmi Mart sabahı yolculuk başlar. Tahiri uğurlar, gözünde yaşlar.
Ev sahibi Fitnat Hanım çok üzgün. Isparta’da kalan dostlarda hüzün.
Yola çıkılır yağmurlu zamanda. Polisler yağmurdan kaçar o anda.
Yoldaş olur; Zübeyir, Hüsnü, Bayram. Dillerde dualar, gönüllerde gam.
Konya’ya biraz tedirgin girerler. Sağnak yağmur ile devam ederler.
Korunurlar mücessem rahmet ile. Yağmur himayeye olur vesile.
Yola devam ederler aranmadan. Emniyet ile geçerler Konya’dan.
Kardeşine veda eder Konya’da. Maddeten uzak kaldılar dünyada.
Abdülmecid üzgün, gözünde yaş var. Seyda’sına bakar, hasret kalpte bar.
Yollarının üstünde ‘’Gâvur Dağı.’’ Bundan böyle ismi olur ‘’Nur Dağı.’’
Antep’e sabah erkence varılır. Burada kısa bir mola verilir.
Çamurlu bir yağmur yağar bu saat Bu ulvî vedaya ağlar kâinat.
Yirmi Bir Mart günü öğleye yakın. Urfa’ya varırlar, izniyle Hakkın.
Bir Aziz Misafir gelmiş Urfa’ya. Hiç önem vermemiş, fani dünyaya.
Hizmet, meşakkatle geçmiş bir hayat. Zalimler O'na hiç vermemiş rahat.
Abdullah Yeğin’i bulurlar önce. Buruk sevinç duyar, böyle görünce.
İpek Palas Otel’inde bir oda. İki gün misafir kalır burada.
Yirmi Yedi Nolu Oda, son makam. Hizmetinde itina ile Bayram.
Urfalılar duyunca bu haberi. Otelin önü andırır mahşeri.
Üstad kabul eder gelen herkesi. Dua, şefkat dolu, çok kısık sesi.
Tahir Küçük, Üstad’la gelir aşka. Ahmet Rüzgar’da heyecan bambaşka.
Aylardan mübarek Ramazan Ayı. Dostlara açıktır gönül sarayı.
Farklı her zamandan bugünkü hali Sanki veda eden yolcu misali.
Zübeyr, Bayram şaşırırlar bu hale. Üstad yönelmiş bir kutlu visale.
Emniyette büyük bir telâş başlar. Haber duyulunca çatılır kaşlar.
Amirlerden emir alır polisler. Otele gelirler, karışık hisler.
Yaşlı bir âlim zat hasta yatıyor. Burada kalpler sevgiyle atıyor.
Arka arkaya gelince emirler. İstemeden emri tebliğ ederler. ‘’Ankara’dan talimat var Urfa’ya.’’ ‘’Döneceksiniz hemen Isparta’ya.’’
Urfalılar tepki gösterir buna. Toplanırlar otelin etrafına.
Kızgınlıkla gelirler galeyana. Sahip çıkarlar Manevî Sultan’a.
‘’Üstad’ı göndermeyiz hiçbir yere.’’ ‘’Kıymetli bir misafirdir bizlere.’’
‘’Hem yaşlı, hem hasta, hem de âlim zat.’’ ‘’Son zamanlarında eylesin rahat.’’
Ankara’ya bir telgraf yağmuru: ‘’Bozmayın Urfa’da mevcut huzuru.’’
Odada sükûnet, dillerde dua. Hemen hissedilir manevî hava.
Dâvet edilir otele bir doktor. Seyahat edemez diye bir rapor,
Hazırlar, vererek yetkililere. ‘’Bu ateşle dayanamaz sefere.’’
Göndermek isterler, rapora rağmen. ‘’Ambulans da tahsis edelim hemen.’’
Mehmet Hatiboğlu bir aziz insan. Demokrat Partiye Urfa’da başkan.
Haberi duyunca otele koşar. Üstad’ı bu halde görünce şaşar.
Oradan da emniyete gidiyor. Müdüre saygıyla rica ediyor.
‘’Misafirimizi rahat bırakın.’’ ‘’Çok hasta, vefatı belki de yakın.’’
Müdür bu ricaya kulak vermez pek. ‘’Kesin talimat var, gitmesi gerek.’’
Mehmet Hatiboğlu çeker silâhı. ‘’İşlemeyin böyle büyük günahı.’’
‘’Gönderemez kimse burdan bu zatı.’’ ‘’Urfa, kabul etmez, bu icraatı.’’
Görevliler tekrar otele gider. Kendileri Üstad’a rica eder.
‘’Isparta’ya dönün büyük baskı var.’’ ‘’Ankara’da hükümet vermiş karar.’’
‘’Bu halde dönemem, ben Isparta’ya.’’ ‘’Belki de ölmeye geldim buraya.’’
Yirmi İki Mart günü böyle geçer. İftarda sadece biraz su içer.
Ateşi daha da yükselir akşam. Ona pervanedir, Zübeyir ve Bayram.
Sürekli üstünden atar yorganı. Uçacak faniden artık bu canı.
Bir manevî hava çökmüş odaya. Kapanmış kapılar, sanki dünyaya.
Zübeyr çıkar, Bayram kalır Üstad’la. Maziyi düşünür bir ulvî yadla. Bu asrın sultanı ediyor veda. Kıyamete kadar baki bu sada. Cemiyetin imanına hizmetkâr. Bir büyük dâvâda eylemiş karar. Hiç tereddüt göstermemiş hizmette. Hep geride kalmış lezzet, ücrette. Bu dünyadan fani beden gidiyor. Manevî bir hizmet devam ediyor. Mart’ın yirmi üçü, sahur zamanı. Hakka kavuşacak, huzur zamanı. Kadir Gecesinin nuru var gibi. Bu beden, bu ruha artık dar gibi. Eliyle dokunur son kez Bayram’a. Ardından kavuşur, Rabb-ül Azam’a. Göğsünde birleşmiş halde kolları. Bu dünyada sona erer yolları. Bir ömür sürgünde, zindanda geçmiş. Bir otelde ecel şerbetin içmiş. Bayram habersiz bu büyük vuslattan. Namaz vakti bir ses bekler Üstad’tan. Ses çıkmayınca çağırır Zübeyr’i Namaza kaldırmak için o eri. Uhrevî âleme gitmiş o Bedî. Hakkın gani rahmetine, ebedî. Ramazanın yirmi beşi bu gece. Nur âleminin güneşi bu gece. Kavuşmuş âlemin Büyük Rabbine. O sonsuz mağfiret ve rahmetine. Muayene eder sabah bir doktor. Vefatıyla ilgili yazar rapor. İlâve de eder: ‘’Vücut çok sıcak.’’ ‘’Hemen defnetmeyin, bekleyin ancak.’’ Telgraflar çekilir her tarafa. Haberi alanlarla dolar Urfa. Tesbit yapar bir tereke hakimi: ‘’Seccadesi ve Kur’ân-ı Kerim’i,’’ ‘’Bir saati, çaydanlık, birkaç bardak.’’ ‘’Cübbesiyle yirmi lira var ancak.’’ ‘’Sarık, birkaç kitap tüm sermayesi.’’ Allah’ın rızası, bir tek gayesi. Evlenmemiş, çoluk, çocuk yok ama. Milyonlarla hizmet etmiş İslâm’a. Alınır mübarek naaş dergâha. Avuçlar açılır, Rahim Allah’a. Dergâhta yıkanır ve kefenlenir. Abdulhamid Hoca bunu üstlenir. Yakın şakirtleri hazır bulunur. Buradan Ulu Camiye alınır. Dergâhın üstünde misafir kuşlar. Beyaz güvercinler devamlı uçar. Kur’ân’lar okunur sabaha kadar. Dualar, niyazlar göklere çıkar. Perşembe gününün ikindi vakti. On binlerce mü'min dergâha aktı. Bütün ekâbirle, vali, binler can. Belediye Başkanıyla, tüm ihvan. Katılırlar duayla merasime. Hürmet gösterilir, bu nur isime. İki saatte alınır kısa yol. Bu tabuta uzanır binlerce kol. Parmakların üstünde gider tabut. Gönüllere mahbup yapmış ol Mabud. Garip kuşlar tabuta eşlik eder. Beyaz güvercinler ardından gider. Çiseliyor yağmur, rahmet misali. Karşılar kâinat, kutlu visali. Defnedilir dergâhtaki mezara. Tevdi edilir ebedî diyara. Üstad yatar kabrinde gufran ile Şakirtler hizmet eder, iz’an ile. Mezara büyük bir alaka olur. Halk dualar eder, ünsiyet bulur. Üstad sağ iken rahatsız bu halden. Şöhret, hürmet, ilgi türü ahvalden. Vasiyeti: ‘’Mezarım gizli kalsın.’’ ‘’Dostlarım şevk ile nurlara dalsın.’’ ‘’Bu hal mevtten sonra devam etmeli’’ ‘’Mezarı birkaç şakirdim bilmeli.’’ Bu arzuyu yazar, vasiyet eder. Beşer zalim, kader adalet eder. Yirmi Yedi Mayıs bir kara gündür. Millete verdiği elem, hüzündür. Millî iradeye karşı bir darbe Tezgâhlanır, ‘’kubbe yapılır habbe.’’ Dessas komiteler fitne peşinde. Vatandaş habersiz, kendi işinde. Rahat durmaz, kaynatırlar kazanı. Kabullenemezler aslî ezanı. İnanca hürmet edince iktidar, İhtilâl yapmaya verirler karar. Ufak tefek bahaneler bulurlar. Sonra idareyi ele alırlar. Devleti öfkeye ederler alet. Üzülür, içine kapanır millet. Yüz on bir gün geçer, vefattan sonra. Bir gece saldırı olur mezara. Hukuk tanımazlar bir kılıf bulmuş. Abdulmecid Nursî hüzünle dolmuş. Zorla imzalatılmış bir dilekçe. Boğazına geçmiş sanki bilekçe. Sokağa çıkma yasağı konulur. Naaş alınınca biter sanılır. Askerlere kırdırırlar mermeri. Emirle iner balyoz darbeleri. Çıkarırlar mezarından Üstad’ı. Nurlarıyla yaşar şerefli adı. ‘’Yıkılmış bir mezarım ki’’ demişti. Bu zulmü önceden haber vermişti. Yeni vefat etmiş gibi bedeni. Çoğunluğu beyaz kalmış kefeni. Bindirirler tabutu bir uçağa. Gizli bir yerde verirler toprağa. Yıllar önce eylemişti vasiyet. ‘’Mezarım gizli kalsın,’’ da var hikmet. ‘’Alet edilmesin kabrim dünyaya. Yanlışlara, bid’alara, fenaya.’’ ‘’İki üç talebem bilsin sadece. Hep nura çalışın gündüz ve gece.’’ ‘’Dostlar uzaktan okusun Fatiha.’’ İltica edilsin Rahim Allah’a. Hatırlanır nebbaşlar nefret ile. Üstad gönüllerde muhabbet ile. Her gün biraz daha parlıyor bu nur. Nafile, ne kadar eyleseler dur. Şahıslar fanidir, dâvâ sürüyor. Hakka hizmet eden kervan yürüyor. Talebeler devam eder hizmete. Mazhar olup İlâhî inayete. Nur hizmeti yayılır tüm dünyaya. İhlâs sırrıyla yol vermez riyaya. Varlığı olmamış, dünya adına. Kulak vermiş gençliğin feryadına. Görevini yapmış asrın âlimi. Kolaylaşmış onunla din ilmi. Mü'min kardeşlerin gönlünde yaşar. Ehli dünya bu muhabbete şaşar. Milyonlarca insan nura kavuşmuş. İnkâr zihniyeti sinmiş, savuşmuş. Risâleler, insanlığa mirası. Bu başarısının sırrı; İHLÂSI.
ABDULKADİR MENEK
************************************************************************************************** |
Buz-su ayrışımı |
Buz, bütün katılığıyla etrafa soğukluk saçıyordu. Bencil ve kibirli duruşuyla, “ene” edasıyla etrafı rahatsız ediyordu. Hâlbuki su; berraktı, sakin ve sıcak bir tavır içerisindeydi. Bu ayrışımın en etkili faktörü ise, suyun buza göre renksiz oluşuydu. İçerisinde ne kadar buz erirse erisin renksizliğine halel vermiyordu. Birbiri ardınca dizilmiş molekülleriyle “Nahnü” deyip, üstünde duran buz parçacıklarını da “Nahnü”ye katma isteğindeydi. Buz ne kadar “Ben kendime yeterim” de dese, suyun ağırlığına ulaşamıyor, her zaman suya göre hafif kalıyordu. Hafif kalması normaldi tabiî, milyonlara mukabil, ferd kalmak elbette hafif olacaktı... Buz, sadece ben birinci olayım, herkes benim arkamda kalsın isteğindeydi. Fakat su, bir inci olabilmenin telâşına düşmüş, geride kalanları kendi yanına çağırıyor, hatta daha ileriye nasıl gideceklerini hesap ediyordu. Buz, zamanla erimeden bir şeyler yapamayacağını anladı. Sonunda erimeden kendine de bir faydası bulunmadığını idrak etti. Buz, suyun içerisinde erimeliydi, arada hiçbir perde bulunmamalıydı. Zira perdeli bir şekilde erimesi, poşete geçirilmiş ufacık bir buzun suya dönüşmesi gibi olacaktı. Su, su dolu poşeti yine kabul etmiyordu ve üstte bırakıyordu. Buz, suda erimeye başlamıştı artık. Rengini suya vermemek için çaba sarf ediyordu. Eridikçe daha çok alana dağılıyor ve koskoca havuzu kazandığının farkına varıyordu. Çok sürmedi, ‘fark edilebilme’ korkusu. Çünkü suda tamamen eridikten sonra suyun seviyesi değişmemişti! Bir buz parçası olan kaskatı kesilmiş enaniyetimizi, tevazuya niyet ederek (poşet içerisinde) değil, tevazuya sahip olarak eritebilmek için, kendimizi suyun (şahs-ı manevinin) sıcaklığına bırakabilmek duasıyla... Evet, bahtiyar (odur ki), kevser-i Kur’ânî’den süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için, bir buz parçası nevîndeki şahsiyetini ve enâniyetini o havuz içine atıp eritendir.1
Dipnot:
1- Lem’alar, s. 159.
FURKAN DEMİR [email protected]
************************************************************************************************** |
Ey ruh! |
Sıkıştın mı kirli giyisilerin için de ey ruh? Terk etmek, çıkıp gitmek mi istiyorsun? İlk gün verdiğin sözü unutup; Kaderinden kaçıp kurtulmayı mı ümit ediyorsun? Ağır mı geldi bu yük? Kulluğu yapamam mı sanıyorsun? Vakit geldi mi diyorsun? Bunu nereden biliyorsun? Gitmek isteme ey ruh! Gidebilecek yüz iste! Daha çok, daha çok imân iste! Kararmış kalbini, aydınlatmak iste! Hz. Muhammed’in (asm) şefaatini iste! Yaradanın rızasını iste! Yaradılandan helâllik iste! Çırpınma isyan denizinde; Neden geldim deme... Nasıl affettirir, nasıl sevdiririm kendimi de... Nasıl daha iyi yaşarım de... Ey ruh! Silkele varlığını... Varlığının sebebini hisset, bırakma kendini... Sev Rabbini, O’na hazırla bedenini... O istediğinde alacaktır merak etme, o ağır gelen yükünü... Yeter ki sen unutma, ateşlerden kurtaracak sözünü, Af dile, kıbleye dön yüzünü... Sakın ha sakın unutma, o mübarek özünü... Ey ruh! Allah’ a emanet ol...
Beyda ÖZSOY
************************************************************************************************** |
Gaflet |
Karanlık akşamda gafletle birlikte uyandık belki de? Sessizlik çığlıklarla bu sefer daha ağır bastı Dün artık hakikatını aramaya başladı Nefis kendisini zorladı Gönül yaralarını sarmaya Gün ağır ağır gölgesini düşürmeye başladı. Ağlayan gözler bu sefer kalbe indi Gafletten kurtulmaya çalıştı Aciz olduğunun farkına vardı Belki de herşey yeniden başlıyor kimbilir Sessizlik yine sürdü Umut, sabır, duayla...
Zeynep MENTEŞE
************************************************************************************************** |
20.03.2010 |