Elif Eki |
|
Isparta Tugay Camii temel atma merasiminde yaşananları anlatıyor |
Eski baskı Tarihçe-i Hayat’ta da bulunan resimde Isparta Tugay Camii temel atma töreninde daire içine aldığım genç Ali Yılmaz’dır. O zaman Isparta İmam Hatip Okulu’nda okuyan Ali Yılmaz Hoca 1967–68 öğretim yılından beri İzmit’te öğretmenlik görevinde bulunmuş ve şu an emekli olarak yine iman, Kur’ân hizmetlerinde hayatına devam etmektedir. İzmit Yeni Asya büromuzda gerçekleştirdiğimiz röportajında şunları anlattı.
Sizi tanıyabilir miyiz?
1936 yılında, Isparta merkez köylerinden Deregümü Köyünde doğmuşum. 1948’de ilkokulu bitirdim. O yıllarda Kur’ân kursları yasaktı bildiğiniz gibi. 1946 yılındaki seçimlerde Halk Partisi kaybettiği halde, kazanmış gibi gösterildi. Fakat Hasan Saka’nın istifası üzerine Türk Tarihi ve İslâm Kavimleri Tarihi profesörü olan Şemsettin Günaltay başbakan olduktan sonra, Kur’ân kursları ve 8 aylık imam-hatip yetiştirme kursları açılmaya başlamıştı. Bu kurslara ortaokul mezunlarını alıyorlardı. (Şemsettin Günaltay Demokrat Parti iktidarına kadar başbakanlığını sürdürmüştür.) Memlekette imam kalmamıştı o yıllarda. Ezanlar Türkçe okunuyordu, bütün millet gökten nur yağacak diye beklediği bir dönemde, ilkokuldan sonra Isparta merkezde 1948 yılında hafızlığa başladım. Orada hocamız Nurettin Kutlu Savaş vardı. Hafızlığa başladık, 1, 2, 3 derken biz hafızlığa devam ediyorduk. 1950 seçimleri yapıldı. Demokrat Parti iktidara büyük bir çoğunlukla geldi. 1951–52 yılından itibaren Türkiye genelinde 7 adet İmam Hatip Okulundan biri olan Isparta İmam Hatip Okulu da açıldı. Biz de Kur’ân kursu hocamız Nurettin Kutlu Savaş’ın teşviki ile başladık okumaya. Bir sene daha devam etseydim, hafız olacaktım. Bu okullar ilk açıldığında orta kısmı 4 yıl, lise kısmı 3 yıl olmak üzere 7 yıl idi. Lise muâdili ve yedek subay hakkı verilmişti. O zaman Millî Eğitim Bakanı Tevfik İleri idi. Kökten temiz bir aileden gelen bir insandı. 1958–59 öğretim yılında mezun oldum. Yüksek İslâm Enstitüleri de açılmıştı aynı dönemde. İslâm Enstitülerini açan bakan yine Tevfik İleri’ydi. 1950’den sonra işler, yani memleketin görüntüsü değişmeye başladı. Hani derler ya, iki türlü alacakaranlık vardır. Biri sabah vaktindeki alacakaranlık, biri de akşama doğru olan alacakaranlık. Birincisinde karanlıktan sonra aydınlık gelir, diğerinde ise daha koyu bir karanlık gelir. 1950’den önceki durum akşama doğru olan karanlığa benzetilebilir. Bunlar tabiî ki dinî eğitim yönünden yapılan bir kıyaslamadır.
Üstad ile ilk ne zaman görüştünüz?
1951 yılında İmam Hatip’e başladıktan sonra Isparta’ya devamlı gidip gelmelerimizde Üstad’ı görmeye başladık. İlkokulda ve Kur’ân kursunda iken babalarımız bize devamlı Üstad’dan bahsederlerdi. “Bediüzzaman hapse girdi, Bediüzzaman Isparta’ya geldi, mahkemeye çıktı...” gibi devamlı bu haberleri duya duya büyüdük. O zamanlar küçüktük tabiî. Benim şuurlu olarak Üstadı ve Risâleleri tanımam 1951 yılında olmuştur. 1951 yılından sonra 1960’a kadar 9 yıl devamlı Üstad ile görüşmelerimiz olmuştur. Görüşmemiz ve konuşmamız çok kolaydı. Bir arkadaşım vardı. Şu anda profesör olan Zekeriya Kitapçı. İmam hatipte hem sınıf, hem de sıra arkadaşlığı yaptık. Çok güzel yazı yazardı. Osmanlıca yazı kabiliyeti vardı. Bunun için devamlı ağabeylerle görüşürdük onun vasıtasıyla. Özellikle Hüsrev Ağabeyin tevafuklu Kur’ân’ı yazarken devamlı teşrik-i mesaisi olurdu. Âyetlerin tanziminde, tertibinde onlara yardım ederdi. İşte bu arkadaşın sayesinde istediğimiz zaman gider, ziyaret ederdik Üstad’ı. Bizim dışımızdaki insanlar kolay görüşemezlerdi. Devamlı tarassut ve gözetim altında ve hasta olduğu için.
Üstad ile özel bir hatıranız oldu mu?
Dediğim gibi, devamlı görüşürdük ve duâsını talep ederdik. O da bize duâ ederdi. Dışarıda gezmeye arabayla şoförü olan Ceylan Çalışkan’la çıktığında ben köye gidip gelirken (bizim köy merkeze çok yakın olduğundan) dışarıda, kırlarda Üstad’la karşılaşırdık. Karşılaştığımızda bize el sallar ve duâ ederdi. Bunun dışında, Cuma günleri Cuma namazına Isparta Merkez Ulu Camiine gelirdi. O zaman biz okuldan bütün öğrenciler sırayla küçük sınıflar önde, büyük sınıflar arkada olmak üzere bütün okul Cuma’ya giderdik. Orada da birçok kereler görmüş olduk.
Eski baskı Tarihçe-i Hayat kitabında bir temel atma merasim resmi var ve orada siz de varsınız. O günkü olayları anlatır mısınız?
Mezun olacağımız yılda, 1958 yılında son sınıftayız. Duyduk ki, okul müdürümüz Fevzi Özdemir Hocamızı Isparta Tugay Camiinin temel atma töreninde ilk harcı koyması ve duâ etmesi için çağırmışlar. Hocamız da Üstad’a bağlı olan talebelerden olduğu için, “Üstad burada varken kesinlikle ben bu işi yapmam” diyor. O zamanki tümen komutanı Tümgeneral Zekai Okan Paşa (ki beş vakit namazında bir paşaydı) hiç tereddütsüz Üstad’ı dâvet ediyor. Bu temel atma töreni ve dâvet olayını duyunca “Bunu muhakkak görmeliyim. Bakalım askerlerin Üstad’ımıza davranışları nasıl olacak?” diye meraktan, son dersten sonra koşa koşa temel atma yerine gittim. Aşağı yukarı mesafe 5 km vardı. Kan ter içinde yetiştim. Temel atma yerine vardığımda konuşmalar yapılıyordu. Girişken bir yapım olduğu için hemen en önlere doğru girebildim. O resimde görüldüğü gibi hemen ön tarafa geçtim ve olayları gözlemeye başladım. Resimde Üstad’ın hemen solunda görünen kişi Zübeyir Ağabeydir. Zaten Üstad nereye gitse yâver-i has gibi daima yanındaydı. Zübeyir Ağabey gibi başka ağabeyler de daima yanında bulunurlardı: Bayram Yüksel, Tahiri Mutlu, Mustafa Sungur, v.s. Resimde görüldüğü gibi, sağımda iki sivil var, onlardan sonra Bayram Yüksel ve onun yanında da Üstad. Benim fotoğraf çekildiğinden haberim yok. Merakımdan en öne geçmişim olayları izliyorum. Cami ile ilgili konuşmalar oldu. Konuşmalar bitince Üstad’ın eline malayı verdiler ve “Buyurun” dediler. Üstad Zübeyir Ağabeyle birlikte temele indiler. İlk harcı Üstad koydu. Merasim bitti ve dağıldık. Akabinde bildiğiniz gibi çok acı bir olay yaşandı. 27 Mayıs İhtilâli oldu. İhtilâlin akabinde bu tür subaylar, generaller emekliye sevk edildiler. İhtilâl’den 2 ay evvel de zaten Üstad vefat etmişti bildiğiniz gibi. İhtilâl sırasında biz İstanbul’da Yüksek İslâm Enstitüsünde birinci sınıftaydık. Yine Zekeriya Kitapçı ile beraberiz. Hatırladığım kadarıyla, 1960 yılı Mart ayının 10–20 arasıydı zannederim, Üstad İstanbul’a geldi. Fazla durmadan Ankara’ya geçti. Ankara’ya geçmesinin sebebi, hükümeti ikaz etmekti. Çünkü o sıralarda artık hükümete karşı gösteriler başlamıştı. Ankara’ya geldiğinde o zamanki İçişleri Bakanı Namık Gedik, Üstad’ın Ankara’ya girmesine izin vermiyor. O da mecburen Urfa’ya doğru yola çıkıyor. 23 Mart’ta da Üstad’ın vefat haberi geliyor. Üzüldük tabiî. Hatırlarsanız İhtilâl’den sonra öğrenciler Namık Gedik’i pencereden attılar ve intihar süsü vermişlerdi. 1960 Temmuz ayının 11–12. günlerinde hemen bütün gazetelerde aynı başlıkla bir haber yayınlandı: “Bediüzzaman’ın cesedi Urfa’dan bir semt-i meçhule götürüldü.” Bu olayın teferruatını birçok hatıralarda okumuşsunuzdur. Kardeşi Abdülmecid Ünlükul’un hatıralarında anlatıldığı gibi, Isparta’ya getiriliyor. “Selvi ağaçlarının olduğu yere gömdük” diyor. 2003 yılında Isparta’da bir vesileyle bulunduğumda, hastane bahçesinden ilerilere bakarken, Abdülmecid Ünlükul’un hatıraları aklıma geldi. Ona göre baktığımda Isparta Mezarlığını tarif ettiğini anladım. Ama biz biliyoruz ki Üstad kabrinin bilinmesini istememiş, “Birkaç kişiden başkası bilmeyecek” diye vasiyeti var. Onun için daha önce hiç merak etmemiştim. Fakat hastane bahçesinden bakarken kardeşinin tarifi ile benzerlik kurunca meraktan bir gidip bakayım dedim. Mezarlık duvarı etrafında gezerken iki çeşme dikkatimi çekti. İkisi de akıyor. Ankara plâkalı bir araba var. Nur yüzlü bir zât ile yanında her halde oğlu olacak bir kişi var. Merak ettim, yanlarına gittim, selâm verdim; “Hayrola bey amca, sebeb-i ziyaretiniz nedir?” dedim. “Üstad’ı ziyarete geldik” dedi. ”Allah Allah, Üstad’ın kabri bilinmiyor ki. Ben buralıyım, ben bile bilmiyorum” dedim. “Olur mu evlâdım, bak iki çeşme var, işte bunların yanındaki kabir Üstad’ın kabri” dedi. Adamın dediği yerde üç kabir var. İki yandaki kabirler de kimin oldukları yazılı. Ortadakinde isim yok. “İşte bu ortadaki kabir” dedi. Ben hâlâ ısrar ediyorum, kabrin bilinmediğini, o da o kabir olduğunda ısrar ediyordu. Adamın kim olduğunu bilmiyorum. Orada sormayı unuttum. Daha sonra ağabeylere sordum, “Evet doğru, orası” dediler. “Ancak” dediler “Burası bilinince, Üstad’ın naaşı tekrar taşındı (kesin olarak bilinmemekle beraber Barla veya Sav’a.)” Hiç aklımda, hayalimde olmadığı halde böyle bir olay başımdan geçti işte.
Üstad’la ilgili başka hatıralarınız var mı?
Çok enteresan hadiseler var. Meselâ Vahşi Şaban Ağabeyle ilgili bir tane var. Zekeriya Kitapçı ile beraber Vahşi Şaban Ağabeyin köyüne gittik. O anlattı. Bizi misafir etti. İnönü’nün muhafız alayında görev yapmış. Neşeli bir ağabeyimizdi. Üstad ile bir konuşmaları esnasında, Üstad’a “Ben vahşi bir adamım” deyince, Üstad da “Sen vahşi olamazsın, esas ben vahşiyim” diyor. Başka bir olay da şu; Üstad su almaya bir gün Vahşi Şaban’ı yolluyor. Biraz oyalandığı için geç kalıyor. (Üstad bu tür işlerde saat tutarmış.) “Keçeli, sen bu işi beceremeyeceksin, senden başkasına vereyim bu görevi” demiş. Bunları anlatmıştı bizlere. Başka bir hatıra; bir gün ağabeylerle ders yapıp otururken, “Evlâtlarım, kardeşlerim beni kendi halime bırakın” diyor. Aradan 5–10 dakika geçiyor, tekrar ağabeylerin yanına geliyor. “Şimdi, on bir tane serçe kuşu pencerenin önüne dizildi, İnşallah hayırlı bir haber gelecek” diyor. O anda da on bir tane Nur Talebesi hapiste imiş. Üstad’ın konuşmasından kısa bir süre sonra kapı vuruluyor. O on bir kişinin serbest bırakıldığına dair bir telgraf geliyor. Bütün bu hatıraları biz ağabeylerden dinledik. Bizzat Üstad’tan değil. Çünkü ben gündüzleri okulda oluyor; geceleri eve, köye dönüyordum.
Üstad’ı ziyaretinizde sizi nasıl karşılardı?
O yıllarda bildiğiniz gibi, Üstad çok hasta ve rahatsızdı. Biz ziyaret için yanına gittiğimizde elini öperdik, fakat yüzüne hiç bakmazdık. (Yüzüne direkt bakılmasından rahatsız olduğunu biliyorduk.) Bize duâ ederdi. Bakışları çok keskindi.
Zübeyir Ağabeyin davranışları nasıldı?
Üstad’a en sadık, sadakatli, en bağlı, en çok seven biriydi, hiç yanından ayrılmazdı. Nerede görsem, hep yanında ve sağında dururdu. Yaveriydi adeta, sağ koluydu Üstad’ın.
Başka ağabeylerle teşrik-i mesainiz, sohbetiniz oldu mu?
Bayram Yüksel, Tahiri Mutlu, Zübeyir Gündüzalp, Ceylan Çalışkan gibi ağabeylerle konuştuğum olmuştur, fakat daha çok (Zekeriya Kitapçı ile birlikte olduğumuz için) Hüsrev Ağabeyin yanına gider, onun sohbetlerine katılırdık.
İzmit’e ne zaman geldiniz?
1963 yılında, İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nden mezun olduktan sonra, Ankara İHL’ye depo tayinim çıktı. Orada 1 ay kaldıktan sonra, Balıkesir İHL’ye tayin oldum. 1965’e kadar burada görev yaptım. Bu okulda, bir şans olarak saydığım, Hasan Basri Çantay Hoca ile beraber çalıştım. Her hafta külliye dedikleri yerde sohbetlerine katılırdık. Üstad Bediüzzaman nasıl ki Doğuda savaşa katılmış, H. Basri Çantay da Ege bölgesinde savaşlara katılmış. O günkü olayları anlatırdı.
Hasan Basri Çantay’ın Üstad hakkındaki görüşleri nasıldı?
Üstad’ın Ankara’ya M. Kemal tarafından çağrılması olayından bahsederdi. Olayların iç yüzünü bilen bir kişiydi. “Önce bizi el üstünde tuttular, sonra adeta bir kenara koydular ve yüzümüze bakmadılar” diyordu. H. Basri Çantay ile beraber aynı zamanda Şifa-ı Şerif2 isimli kitabın incelemesinde de bulunduk. 1965 yılından 1967’ye kadar yedek subay olarak Ankara’da görev yaptım. Askerlik görevi bittikten sonra o sene yeni olarak açılan 21 yeni imam hatip lisesinden biri olan İzmit İHL’ye tayin edildim. 1997’ye kadar görevde bulundum ve emekli oldum.
Dipnotlar:
1- Konya, Isparta, Adana, Maraş, İstanbul, Kayseri ve Ankara.; 2- Şifâ-i Şerif, Endülüslü İslâm âlimi Kadı İyaz tarafından yaklaşık bin yıl önce (1304 yılında) kaleme alınmıştır. Hz. Peygamber’in şemâili, davranış örnekleri, olaylar karşısındaki tutumları ve belli başlı özelliklerini ele alan eser, alanın başucu kitapları arasında gösterilmekte. Kitabın başlıca özelliği ise hadisler, âyetler ve çeşitli sahih rivayetlerin ilgili konu başlığı altında (Hz. Peygamber’in vefakârlığı, zühdü, şecaati vb.) sınıflandırılarak belli bir bütünlüğe sahip olması.
M. FAHRİ UTKAN
************************************************************************************************** |
CAHiL KİMDİR? |
Süfyan-ı Sevri’ye “Cahil kimdir?” diye sorulunca, o da şöyle cevap verdi: “Cahil, ihtiyaçlarını Allah-u Teâlâ’dan isteyinceye kadar O’nu tanımayan kimsedir. Onun durumu, hükümdarın evinde bir işle meşgul olan adamın durumuna benzer. Hükümdar o adama bir iş buyurur. O da o işi bırakır, hükümdarın komşularından birinin kapısına gider. Ondan yemek için bir dilim ekmek ister. Hükümdar bu yaptığını bilseydi onu öldürmez miydi? Ona sarayına girmeyi yasaklamaz mıydı?”
BiN AYNALI TAPINAK
Hindistan’da yüksek bir dağın doruğuna yapılmış “Bin aynalı tapınak” adlı ihtişamlı bir tapınak vardı. Günlerden bir gün bir köpek dağa tırmandı. Tapınağın merdivenlerinden tırmanıp içeri girdi. Tapınağın bin aynalı salonuna girdiğinde bin tane köpek gördü. Korkarak tüylerini kabarttı. Kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırdı. Korkutucu hırıltılar çıkararak dişlerini gösterdi. Ve bin köpek de tüylerini dikti, kuyruklarını bacaklarının arasına alıp korkunç sesler çıkarıp dişlerini gösterdi. Köpek paniğe kapılarak tapınaktan kaçtı. O andan başlayarak bütün dünyanın tehlikeli korkunç köpeklerle dolu olduğuna inandı. (…) Bir süre sonra bir başka köpek gelip dağa tırmandı. O da tapınağın merdivenlerinden çıkıp bin aynalı tapınağa girdi. Tapınağın bin aynalı salonuna geldiğinde bin tane köpekle karşılaştı ve çok sevindi. Kuyruğunu salladı, neşeyle oradan oraya zıpladı ve köpekleri oynamaya çağırdı. Bu köpek tapınaktan çıktığında dünyanın dost ve sevecen köpeklerle dolu olduğuna inanıyordu.
ABDÜLKADİR GEYLANİ HAZRETLERİ’NDEN
* Dünya herkesi boğacak kadar engin bir denizdir. * Sen talebi terk etsen de, kısmetin seni terk etmez. * Allah’ı seven başkasını neylesin?
YAPTIĞIN İŞİ İYİ YAP
Eğer sizden sokakları süpürmeniz istenirse Mikelanjelo’nun resim yaptığı, Beethoven’in beste yaptığı veya Shakspeare’in şiir yazdığı gibi süpürün. O kadar güzel süpürün ki; gökteki ve yerdeki herkes durup burada dünyanın en iyi çöpçüsü yaşıyormuş desinler. Martin Luther King
BİR AVUÇ KELİME
Düşünce bir köprü: Kıldan ince, kılıçtan keskin… Kalabalıklar geçemez üzerinden. Ülkeler asırlarca habersiz yaşamış birbirinden. (…) Bir avuç kelime, kıt'aları birbirinden ayırır. Yer sarsıntısı gibi uçurumlara köprü atan cümleler de var. Cemil Meriç - Bu Ülke
ALDANMA!
İnsan dedikleri duvara benzer; Hele suvakları dökülsün de gör… Gördüğün her güzele aldanma; Saç ağarsın, beli bükülsün de gör!.. Âşık Murat Çobanoğlu
YAŞLILIK
Son zamanlarda yapılan ilginç bir bilim araştırmasına göre, olumsuz bilgiyi işleyen beynin bölümlerinin, yaşlanmayla birlikte çalışması yavaşlarken, öte yandan olumlu bilgi işlenmesini barındırır ve hatta arttırabilir. Bu belki de yaşlanmayı dört gözle beklememiz için bir nimettir. Teşekkür Ederim, Dr. R. A. Emmons
İNANMAK
Dağları oynatabileceklerine inananlar bunu yaparlar. İnanmayanlarsa bunu yapamazlar. İman insanın yapma gücünü harekete geçirir. D. J. Schwartz
ALLAH İLE TİCARET
Fakirleşirseniz sadaka vererek Allah ile ticaret yapınız. Hz. Ali
GÖNÜLDE BİTEN GÜLLER
Toprakta biten güller solar gider; gönülde biten güller ebedîdirler. Mevlânâ
HIRSIZ FARE!
Ambarında hırsız bir fare yoksa kırk yıllık kulluk buğdayın nerde? Gazalî
İNSAN OLMAK
Balçıktan insana giden yol uzundur. Çokları yarı yolda kalakaldılar. Selahattin Şimşek
ÇİÇEKLERİ GÖRMEK
Aya ulaşma umutları içindeki insanlar ayaklarının dibinde açan çiçekleri göremez oldular. Albert Schweitzer
OLMAK İSTEDİĞİMİZ
Olmamız gereken şeyi, olduğumuz gibi kalarak olamayız. Max de Pree
HAKİR GÖRMEK
Neyi hakir görürsen, işte tam bununla tanınırsın. Frank Herbert
BEBEK DERSİ
Bebekler büyüklerin anlayacağı dili bulana kadar pek çok dili denerler.
EKSİK BİLGİ
Filozoflardan biri der ki: “Bilgisi eksik bir hekim, halk için vebadır.” Molla Câmi
ATASÖZÜ
Biri hakkında karar vermeden önce onun ayakkabılarını giy ve ay üç defa görünüp kayboluncaya kadar karar verme. Kızılderili Atasözü
DEĞİŞİM
Değişim ancak içeriden açılabilen bir kapıdır. Neil
TEVBE
Tevbe ettim ki etmeyem tevbe Tevbeye tevbe-i nasûh olsun Bezmî
İNANMAK
Dağları oynatabileceklerine inananlar bunu yaparlar. İnanmayanlarsa bunu yapamazlar. İman insanın yapma gücünü harekete geçirir. D. J. Schwartz
SELİM GÜNDÜZALP
************************************************************************************************** |
Yıkılma sakın! |
(Hizmetimize kendini vakfetmişlerden biri olan Semrâ U. ablamız şu an Silifke’de ve tedavi görüyor. Hastalığı ağır olsa da “pençesinde” demiyorum. Zîra hasta hastalığın pençesinde değil, ancak Rabbin zıllindedir. Semrâ vakıf için duâ istiyorum, şifâ sabr ve geriye dönmekler nâmına. Dilimizden yanlış kelâmlar çıkarsa, mâzur görünüz..)
“Fe hüve yeşfîn..”* “Sana durulanmış kelimeler getireceğim pörsümüş bir dünyayı kahreden kelimeler..”** Sana kelimeler getirdim... Pörsümüş dünyayı henüz kahredemiyorlar ama. Yıkılma sakın dedim sana abla, lâkin ben yıkıldım. Yıkılma sakın.. Kelimelerimi çalıyorlardı Semair, ben sana sakın yıkılma diyordum. Ben bugün hep susmuştum, sonra geldin ve duymadığım; duymam gerektiği halde duymadığım haberi duydum. Ben bugün hiç ağlamamıştım abla.. Diyordum ben bu gece ağlamadan uyuyacağım. Lâkin demek göz kapaklarımla kirpiklerim arasında bekleşiyormuş demirden bâde.. Suretim mi ? -Kandan çehre.. Sen yine de yıkılma sakın! “kelimeler, bazıları tüyden bazısı demir seni çünkü dik tutacak bilirim kabzenin, çekicin ve divitin tutulduğu yerden parlayan şiir..” Kelimelerim vardı, evet duâlarım da.. Mâsum olmasa da.. Kelimeler ikiye ayrılıyordu acıdan sonra, kimisi tüyden kimisi demir, şairin dediği gibi.. Seni dik tutacak; söyleyeyim.. Acıdı kelimelerim.. Kabzem tutuk Semair! Çekiçler başıma indi Semair, -hastaymışsın- duyunca. Bende şiir yok Semâir, divitimde kan var! “Zorlu bir kış geçirdim, seninki gibi neftî” Kışım zorluydu, kalp sancılarıyla geçti bu zemheri.. Gazeller döküldü, gazeller okundu, lâkin dinmedi aşkın zehri.. Bir haber düşerse göğe, durdurabilir mi dehri? Durur zaman, üşür vakit ve dehr delidir artık!.. Semair nefti’lik benim yüreğime kalaydı, acın olmasaydı olmaz mıydı? Olmazdı.. Bilirim Rabbin emridir, derd O’ndan ve derman ancak O'ndandır. Amennâ demiştik: “Dönüş yalnız O’nadır..” “beynim her sabah devrimcinin beyniydi ayaklarım donukladı gelgelelim sağlığın yerinde mi?” Beynim her sabah devrimcinin beyni değildi Semâir, hem bizim için de yazılmamıştı bu şiir.. Ne bilsindi bize uyacağını bu şiirin, ne bilsindi şâir? ‘beynin’de bir devrimci var biliyorum, ama sen ondan daha devrimcisin.. Yıkılma sakın.. Olur mu? Ayaklarım donukladı evet, duyunca rûhum kalbime yıkıldı.. Bir sâralı gibi titredim.. Uyuştu ellerim, uyuştu fikrim, beynim.. Gelgelelim sağlığın yerinde mi Semair? Semâir söylemedin ki, deseydin Rabbimden şifa dilerdim.. Semâir gelgelelim akıl sağlığım yerinde değil, delireceğim. Sen yine de yıkılma sakın. “Yaraların kabuğu kolayca kaldırılıyor”muş diyor şair, haklı di mi özel amca haklı di mi Semair? “yaşamak bizimçün dokunaklı bir şarkı değil ki.” Hangi şarkı dokunaklıdır abla, ben her şarkıda ağlıyorum. Sesini hatırlayamıyorum, bir sesi hatırlamak isteyince de ağlar mı insan? Dokunaklı bir şarkıdan başkası değil hayat.. Hastayız belki, benim kalbim paslı belki.. Sen hastasın belki.. Ama hastalığı veren de O ya Semâir, artık ağlamayacağım. Yıkılma Sakın. Hâyâl kurmuştum Semâir.. 16 Mayısta bütün dostlarım gelecekti Ankara’ya.. Şenlikdi adı üstünde.. Bütün ablalarım gelecekti.. Ben öyle hayal etmiştim.. Manisa’dan Büşranur Abla gelecekti, Sonra Tûbanur Abla gelecekti, Süeda gelecekti, Gülnihalim gelecekti belki, Vildan Abla belki.. Esra Abla gelecekti.. Öyle çok geleceklerdi ki.. Hayal kurmuştum, ne diyeyim çocukluk işte.. Çocuklar çok hayal kuruyor Semair.. Sonra ben seni karşılayacaktım Ankara’ya geldiğinde, hafızım diyecektim. Ağlayacaksam omzunda ağlayacaktım. Sen bana inşirah okuyacaktın, belki Sekine.. Sonra o gün sana ne yemek yapmalı diye düşündüm. Ne giyeceğimi.. Sana ne hediye alacağımı.. Evet, evet kitap almalı en iyisi.. Ne hayaldi.. Sonra ben seni Kurtuba’ya kahve içmeye de götürecektim. Ankara’da deniz yoktu, sahil kenarında dolaşamazdık. Ama kupkuru toprağa bastırırdım kelimelerini.. Çok hayal kurdum Semâir.. Ama söz verdin bana! Geleceksin gelmelisin! “Elifim geleceğim İnşallah dedin”.. Ama yine de yorma kendini.. Elif'in gelir, Silifke’ye.. Olmaz mı? Yorma cânını.. Yıkılma sakın Semair! Hiç şekva duymadım dilinden, kaç vakit olmuş henüz duyuyorum hasta olduğunu.. Vefasızlık mı cefa mı bilemedim, yok sayamıyorum yokluğumu.. Affet Semâir.. Affetmesen bile yıkılma sakın.. Vakıf Semâir.. Risâleleri elinden düşürme demiştin, düşürmedim.. Kalbimin düştüğü oldu yerlere.. Ama düşmedim, yıkılmadım. Ağladım, ama yıkılmadım hiç Semâir.. Hadi al eline 25. Lem’a’yı.. Oku Semâir hem hastalığım seninkinden ziyâde.. Oku ruhûma, kavlime.. Ben de sana okuyayım olmaz mı? Amennâ demişim: “fe hüve yeşfîne” diye.. Devam etsin şiir ben susayım Semâir.. “ama budandıkça, fışkıran da bizleriz ölüyoruz, demek ki yaşanılacak.” Budanırsa insanın rûhu, budanmaya lüzumlu mudur eli kolu? Budanmış bu rûhu bin Fatihâ paklardı, ben unuttum acıdan Semâir harfi mahreci. Fışkır Semâir, teskin, sabır her neyse adı.. Duâm bu delirmek çağında lekesizdir, kabule şâyandır İnşallah, Rabbim İnşallah verecek şifayı, sabrı.. İnşaallah verir.. Ama yaşıyoruz Semâir, demek ki ölmeli.. Ölüyoruz, demek ki yaşanılacak.. Ben böyle şekvaperest iken, Semâir sen neden sükûttasın? Sen beni dinleme Semâir, yıkılma sakın! Çocuklar ablasız kalmasın, Allah’ım? Olmaz mı Allah’ım? Sen bilirsin Allah’ım.. Semâiri Şâfî isminle iyi eyle Allahım.. Yanlış kelimeler çıktıysa dilimden affet Rabbim.. Hastayım, hastayım ne dediğimi bilmiyorum Rabbim, ben âkıl değilim.. Ben şekva ediyorum Semâir yine de! Kimseden duymadım, duyamadım hasta olduğunu.. Gazete hep gördüğümüz ‘geçmiş olsun’larda adını göremedim bir kere! Ben mi kördüm Semâir, yoksa unuttular mı? Eğer öyleyse, eğer unuttularsa Üstadı çağıracağım, Üstâdı.. Gelsin talebelerinin hâlini görsün... Eğer unutmadılarsa nûra kendini adamış, bu uğurda eğitiminden, dünyasından geçmiş olan bu Semâiri; dursunlar Semâir’e duaya dursunlar.. Çünkü duâ silâhımızdır, göğümüz, kalbimiz; aklımız azığımızdır! Semâir.. Yıkılma sakın!
HAMİŞ: * Fe hüve yeşfîn (Şuâra Sûresi 80) - “Şifa veren de O’dur!” ** Yazıda kullanılan mısralar: İsmet Özel - Yıkılma sakın / erbâin.
ELİF RUHEFZÂ ALTUNER
************************************************************************************************** |
Deprem |
Yattığınız yerden bir daha kalkamamak, uykuya dalıp bir daha uyanamamak. Gecenin her şeyi örten karanlığında kalmak. Bir daha gün ışığını göremeyecek olmak… Oysa ki sabah işlerinizi kafanızda programlayıp yatmıştınız. Gece âniden bir deprem olabileceğini hesaba katmış mıydınız? Gözlerinizi açtığınızda ya beton yığınlarının arasında kurtarılmayı bekliyorsunuz veya yeni bir dünyada açtınız gözlerinizi… Bütün yaptığınız plan ve programlar toz olup uçtu. Aklınıza bile gelmiyor. Toprak altındaki bedeniniz kurtarılmayı beklerken; ruhunuzun ışığı görme umudu her an azalıyor. Çok para verdiğiniz ve giymeye kıyamadığınız giysileri hiç düşünmüyorsunuz veya sabah yapacağınız işleri, akşam yapacağınız ve yiyeceğiniz yemeği, dünya ile ilgili hiçbir olay, kişiler, yer ve zaman hepsi silinmiş durumda… İşte en fazla bir dakika süren deprem bin yıllık hasar açtı. Konuşamıyorsunuz, haykıramıyorsunuz, “Anne!” diyemiyorsunuz. Deseniz bile kimse duymuyor. Aileniz aklınıza geliyor, ama hareket edemiyorsunuz. Yağmur misâli gözyaşlarınız çamurla siyahlaşıyor. Yaşayan bir ölü oluyorsunuz… Deprem; yer sarsılır binlerce hayat yıkılır. Yıkılan her hayat, her kapanan hayat sandığı. Hayatımızı bir sandığa benzetsek yanlış olmaz sanırım, içine her yaptığımız amelleri doldururuz. Tıpkı bir çeyiz gibi, açılan sandıklardan güzel olanlar değerlidir, sevabımız olurlar. Kötü olanlar ise leke yaparlar, hiç çıkmayan sandık lekesi olurlar… Hayat gemimiz ahiret limanına demir atar. Orada bize lâzım olacak ganimet dolu bir sandık olmalıdır. İşte çok sevdiğimiz dünya hayatından ayrılıyoruz. Beton yığınları arasında ağlamaktan oluşan çamurlar yüzümüzü tozla kaplamış. Sedyede cansız yatıyoruz. Ruhumuz bedenine bakıyor, ne hayallerimiz vardı diyor. “Hoşçakal!” diyebiliyor. Veya çıktığımızda bize yardıma koşan birden fazla iyi kalpli yürekler sevgileriyle sarıyor bizi. Etrafımıza bakıyoruz, ailemizi arıyoruz yıkıntıların arasında. İşte ne olacağını hiç bilmediğimiz bir hayatın içindeyiz. O zaman anlıyoruz ki önemli olan sadece yaptığımız ibadetler. Amellerin niyetlere göre olması. Niyetimizin her iki dünya için olması. Her musîbette bin hayır aramak; “Neden?” diye sorgulamamak sınavın önemli yeri... Bize ne olacağını bilmeden geçiyor saatler. Her an ölümümüze bir adım daha yaklaşıyoruz aslında. Ölüm bize şah damarımızdan daha yakın olsa da, biz hep çok uzakta görüyoruz. Her gün, her işimizde öleceğimizi düşünmek belki mutlu etmese de bizi, “her nefis bir gün ölümü tadacaktır.” Büyüklerimizin bir duâsı vardır. “Allah’ım, hayırlı ömür, hayırlı ölüm nasib eyle…” Gördüğüm kadarıyla, içli bir “âmin” diyorum bu duâya…
MERVE İRİYARI
************************************************************************************************** |
Ve hüzün, yine hüzün... |
Aylardan hüzün, günlerden Cumartesiydi. Yatağına uzanmış boş bakışlarla tavanı seyrediyordu. Böylesine acıyla dolu bir kalbin bakışları nasıl bu kadar boş olabilirdi, anlayamıyordu. Sadece bakıyordu anlamlandırmak istercesine hayat denilen yaşanmışlıkları. Kekremsi bir tat damağında, alabildiğine çiğniyordu mutluluk sanılan hatıraları. Eski resimlerdeki kadar içten gülmüyordu hayat insana. Vefalı değildi sevdicekler satırlardaki cümleler kadar. Ve hiçbir şey canını acıtmıyordu insanın kaybedilen bir dostun yokluğu kadar... Acısı büyük kayıpların büyük olmasına, ama boşluğu da derin, bakışlar kefil buna. “Daha dün gibi acısı yüreğimde, yıllar oldu halbuki derler ya; daha dün kaybettim acısı sanki yıllardır tanışıkmışız gibi. Bir yangın... İçinde gözyaşlarım İbrahimvari... Derin bir kuyu... Sinesinde hasretim Yusuf gibi...” Duraksadı düşüncenin tam burasında. Çekti gözlerini tavandan, yöneldi semaya İbrahimvari... Bir imtihan sahnesine konulduğunu anladı, canlar pazarında satılan Yusuf gibi... Sildi gözyaşlarını; öyle ya, hiçbir göze Yakup’unki gibi kara bulutlar inmedi. Hiçbir sine acıyı böylesine mesken eylemedi. Ve hiçbir beşer Yakup gibi teslimiyetle kol kola gezmedi... Kayıptı Yusuf, yoktu ailesi. Ancak o, Züleyha’ya meyletmedi. Yoktu kimsesi, ama nefsinin haykırışlarını gemledi. Yusuf dimdikti, Yusuf dipdiri. Kimsesizdi, ama kimseye boyun eğmedi. Hiçbir kayıp Yusuf’u kendinden geçirmedi. Yusuf herşeyden öteydi; ama herşey Yusuf’a beriydi. Çünkü Yusuf tevekküldü, teslimiyetti. Bütün kaybedişlerin sonunda Sonsuz’u buluş vardı. En güzel şekilde geri dönüş vardı. Anladı en sonunda anlamlandıramadığı, anlamsız sandığı hayatı. Her yitiş bitiş değil; yeniden başlamaktı. Ve her başlamak kaybettiğinden daha güzelini bulmaktı. Duraksadı düşüncenin tam burasında. Yusuf... dedi, aktı gözyaşı. Yakup...dedi, sinesi çatladı. O gün aylardan hüzün, günlerden Cumartesiydi. Anladı ki mevsim yaz, sene fark edişti...
CANSU KARATAŞ
************************************************************************************************** |
Yeni Asya |
Yağmurlar yağdırdın, gönlümüzün kurak çukurlarına... Emeğin değdi! Hissettik zamanın hârikasını baştan ayağa... Nadide, büyük bir ışık saçtın küçücük ruhlarımıza... İlk seni gördük; bu kadar istikrarlı cihad yolunda!... Aynen devam et sakın durma yarıda! Seninleyiz merak etme; biz her zaman yanında... Yalan yanlış yok bizde! derdimiz; Allah yolunda cihad etmekte...
Beyda ÖZSOY
************************************************************************************************** |
Rüya içinde hakikat |
Gün batımında boynum bükülür ta uzaklara dalarım. Ve öylece kalakalırım… Hatta hayalim nereye, ben de oraya giderim. Ve orada emellerime ve elemlerime dair ne varsa onlarla iştigal eylerim. Belli ki; dünyada ne ile iştigal, orada onlarla haşir neşir… Bakıyorum dünyamda ne varsa, numuneleri hayalimde. İşte o an; hayal ve hakikati birbirine karıştırıyorum. Sonra hayalime biniyorum gezintiye çıkıyorum… Bakıyorum ki; her yerde emellerim ve elemlerim… Uzun bir süre yol alıyorum sonra karşıma; bana benzeyen bir suret, “bana bak” diyor. Kemal-i taaccüple hane-i cismime bakıyorum. Her şey sür'atle akıp gidiyor. Med–cezir… Neye baksam, neyi sevsem beni yaralıyor… Neye elimi uzatsam ellerim parçalanıyor. Ve her ayrılıkta; kalbim buruşan bir mektup misal buruşuyor. Ne geçmiş zamana gidebiliyor, ne de gelecek zamana söz geçirebiliyorum. Her şey istikamet üzere. Ya ben! Bu gün beni düşünmeye sevk eden gün batımı ve ölüm. Yarınımı deşmeme vesile oluyor. İşte; her şeyin nihayet derecede uzak olduğu, ruhumun çekildiği, nefesimin sesinin kesildiği, herkesi korkutan ölüm sessizliği bedenimi sarıp sarmalıyor. İşte o an; Ölüme an be an yakınlaştığımı hissediyorum. Ve hatta sergüzeşti hayatımın en karanlıklı, en korkunç gafletle geçen günah günleri, yirmi dört kare önüme seriliyor. Kendimle hesaplaşıyor, kendimle kavga ediyorum. An geliyor kendimden utanıyor, kendimden korkuyor, kendimden kaçıyorum. Ve o an; Dünya ile alâkadar olduğum ipler kopmaya başlıyor. Hatta umutlarım, ümitlerim, emellerim ama her şey kopmaya başlıyor. Bana ait ne varsa diyorum. Elemlerden başka bir şey kalmıyor ellerimde. Kalbim daralıyor, vücudum sarsılıyor. Dünya ile alâkam kesiliyor. Geçmiş geliyor. Dehşete kapılıyorum. Avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum, ama nafile… Vücudumu etkisi altına alan ve hareket kabiliyetimi kısıtlayan Azrail’in güçlü kolları vücudumu sarıp sarmalıyor. Ve yanında aldatmaz ve aldanmaz ciddî bir adam; “Uyan, aklını başına al! Emellerin bekasız, elemlerin ruhta baki kaldığını... Enaniyetine güvenenin yıldız böceğine, güvenmeyenin arıya benzeyeceğini” söyleyerek beni sarsıyor. O sarsıntıyla aklım başıma geliyor ve ayılıyorum. Köşeme çekiliyor, istiaze ve istiğfar etmeye başlıyorum. Bir müddet sonra bakıyorum karşımda yine Azrail! Bu sefer görevi icabı gayet ciddî! Ve yanındaki aldatmaz ve aldanmaz ciddî adama bakıyorum. Gülümseyerek, ‘hoş geldin kardeşim’ diyerek kollarını açıyor. Birdenbire irkiliyorum telefonun çalan sesiyle, sabah ezanı okunuyor. Masanın üzerinde 17. Söz ve Gençlik Rehberi…
ABDULBASİR ŞEKER [email protected]
************************************************************************************************** |
Uyu bebek |
kapatıp gözlerini dalarken hülyalara gülümser yüzün sen uyurken ışık düşer yüzüne en güzel mevsim gelir salınır usulca yapraklar ay sana bakar çadır kurar gamzelerine incitmez seni kayan bir yıldız ışık sızar uzak âlemlerden rüzgâr şarkılar söyler sana saçını okşar şefkatle eller melekler girer rüyalarına her akşam kanat açarken ruhun gülümser yüzün cennetin ırmaklarında nur ile yıkanırsın nur ile yıkanırsın tertemiz olur kalbin gülümser yüzün
kanat açarken ruhun mavi den/izlere melekler girer rüyalarına saçını okşar şefkatle eller sevgiler bırakılır rüzgâr şarkılar söyler
ışık sızar uzak âlemlerden sevincin göz yaşları incitmez seni çadır kurar gamzelerine düşen çiğ taneleri salınır usulca yapraklar en güzel mevsim gelir bilmezsin sen uyurken gülümser yüzün sana bir bahar gelir kapatıp gözlerini
Yusuf BAL
************************************************************************************************** |
13.03.2010 |