Elif Eki |
|
Kimin cenazesini taşıyacağımı Urfa'da öğrendim |
NEJAT EREN - [email protected] - [email protected] Bediüzzaman’ın naaşını taşıyan uçağın pilotuyla konuştuk
Kimin cenazesini taşıyacağımı Urfa'da öğrendim
Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin hayatı, eserleri, dâvâsı ile ilgili araştırma ve çalışmalarımız devam ediyor. İlmî ve şahsî kişiliği ile uğraşırken, onun dirisine ve ölüsüne yapılan muâmeleleri ve sebeplerini de hür bir ortamda araştırılıp açığa çıkarılmasını istiyoruz. Bu bakımdan ölümünden sonra yapılan muamelelere de tarafsız bir gözle bakmak için sevenlerine ve kamuoyuna kaynağından bilgileri aktarmaya devam ediyoruz. Tabutunu Urfa’dan Afyon’a taşıyan dört kişilik mürettebattan hâlen hayatta olan ikinci kişiyi de bulup, hadiseyi, bizzat canlı şahidi olan pilot Ahmet Kırlay’la konuştuk. Hâlen emekli olup İzmir’de yaşayan; 1960 tarihinde TSK Hava Komutanlığında kullanılan “C 47” nakliye uçağında pilot olarak görev yapan Ahmet Kırlay’ın ismini, 17 Temmuz 2005 tarihli Yeni Asya gazetesinde röportajını yayınladığımız Bursalı emekli astsubay, aynı uçakta teknisyen olan Kadir Özkartal’ın hatıralarından öğrenmiştim. O röportajda; Kadir Özkartal, uçakta dört kişi olduklarını söylemiş ve sadece İzmir’de ikamet eden Ahmet Kırlay’ın ismini bize vermişti. Dört seneden beri çeşitli vesilelerle İzmir’e geldiğimde evine ve kaldığı sosyal tesislere telefonla ulaşmamıza rağmen çeşitli sebeplerden bir türlü buluşamamıştık. Nihayet 16 Kasım 2009 Pazartesi günü kendisini bulduk. Ahmet Kırlay’ın adresini tesbit ettikten sonra yanıma İzmir’de ikamet eden ve yakın arkadaşlarımızdan olan Cihat Cantürk ve Erol İnce Beyleri de alarak birlikte ikamet yerine gidip, tarihe mâl olmuş bu önemli hatıraları canlı şahidinden dinleyip kayıt altına aldık. Emekli Pilot Ahmet Kırlay 88 yaşında olmasına rağmen, çalıştığı dönemdeki bütün komutan ve görevli personelin isimlerini, soy isimlerini ve memleketlerini gayet iyi biliyor maşallah. Uçağın dört personelinden hava pilotu albay Abdullah Öztürk’ün vefat ettiğini bildiren Ahmet Kırlay’ın, o günkü telsiz görevlisi Nureddin Öztürk’ün yaşayıp yaşamadığını bilmediğini ve memleketini de söylüyor. Onu da araştırıyoruz. Sağ ise ona da ulaşacağız İnşallah. Kırlay’a, Kadir Özkartal’ın hâlâ sağ ve Bursa’da olduğunu, Mart 2005 yılında evinde kendisini ziyaret edip bu konuda detaylı bilgi alıp Yeni Asya gazetesinde yayınladığımızı söyleyince de bundan son derece memnun oluyor. Kendisinin ismini de Kadir Özkartal’dan aldığımızı ve dört yıldır kendisini bulmaya çalıştığımızı söyleyerek, sorularımıza geçiyoruz. Ahmet Kırlay, eşini dört yıl önce kaybetmiş. Bir kızı, bir de oğlu var. Oğlu da sivil pilot olarak bir şirkette çalışıyor. Kızı emekli öğretmen. Bediüzzaman’ın naaşının nakli konusunda şimdiye kadar kendisine sadece 1975 veya 76 yıllarında Fehmi Koru gelmiş. Bu konuda bir mülâkat yapmış. Kırlay: “Fehmi Koru ‘Halk arasında, Said Nursî’nin cesedinin uçaktan Kıbrıs açıklarında denize atıldığı söylentisi var. Bu konuda ne dersiniz?’ diye bana geldi. Ben de bildiklerimi konuştum. Ses kayıtlarımı almıştı” diyor. Emekli Pilot Ahmet Kırlay’a bugün Said Nursî’nin kitaplarının 50’ye yakın dile tercüme edildiğini, bu konuda Türkiye’de ve dünyada bu büyük âlim ve eserleri hakkında şimdiye kadar bine yakın konferans, sempozyum, anma toplantısı, seminer, panel yapıldığını ve bu ilginin artarak bütün dünyada devam ettiğini söylüyoruz. Ayrıca; kendisinin bahtiyar ve mutlu bir insan olduğunu, böyle değerli bir zatın tabutunu naklettiğini belirtiyoruz. Tebrik ve takdirlerimizi bildiriyoruz. Hatta Kadir Özkartal’ın 1957 yılında Risâle-i Nurları okuduğunu ve istifade ettiğini belirtiyoruz. O da bunu hayretle ve takdirle karşılıyor ve arkasından kendisinin gece hayatı gibi gayr-ı meşrû bir hayatının olmadığını, sade bir hayat yaşadığını belirtiyor. Kendisine bir adet Yeni Asya gazetesi hediye edip, nâmı ve ünü dünyaya yayılan bir âlime son anda bile olsa hizmet etmenin onun hasenât sahifesine yazılacak bir iş olduğunu söylüyoruz. ÖNEMLİ NOT: Röportajda, pilot Ahmet Kırlay, Abdülmecid Nursî’nin, ağabeyinin cenazesinin nakli için Urfa Belediyesi’ne dilekçe verdiğini beyan ediyor. Tabiî o, duyduğunu söylüyor. Fakat bu röportajdan iki gün sonra, değerli ilim adamı Manisalı İsmail Hakkı Hocamızla da-–Üstad Bediüzzaman’ı gördüğü için—bir röportaj yaptık. Onu da ileriki tarihlerde gazetemizde yayınlarız İnşaallah. Orada muhterem hocamız, bir soru üzerine Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin kardeşi Abdülmecid Nursî’yle sağlığında bizzat görüştüğünü ve Abdülmecid Nursî’nin bu olayla ilgili olarak: “o zamanın ihtilâlcilerinin, tabanca zoruyla Urfa Belediyesine ağabeyinin nakli için baskı yaparak dilekçe verdirttiklerini, Afyon’dan sonra kapalı bir askerî araçla gece cenazeyi defnetmek üzere askerlerin eşliğinde götürdüklerini, araç kapalı olduğu için hiçbir yeri göremeden gidip tekrar aynı yere geri bırakıldığını” üzülerek söylediğini beyan etti. Keyfiyeti okuyucuların takdir ve bilgilerine bırakıyorum. Emekli Pilot Ahmet Kırlay’la, bahar havasını andıran güzel bir günde İzmir’de ikamet ettiği resmî sosyal tesislerin bahçesinde yaptığımız röportajı sizlere takdim ediyorum. Buyurun birlikte takip edelim.
Sizi tanıyalım. Adınız ve memleketiniz?
İsmim Ahmet Kırlay. 1921, Adapazarı doğumluyum. 1938 yılında Konya’da astsubay okuluna girdim. Normal astsubay olarak mezun oldum. 1943’te mezun oldum. Fakat o günkü komutanımız havacı personele ihtiyaç olduğunu söyleyince, yirmi kişi birden havacı olmak istedik ve hepimizi kabul ettiler. Bunun üzerine Konya’dan mezun olduktan sonra Eskişehir’de hava birliğine katıldım. Burada bölük komutanı Münir Baygın’ın nezaretinde hem okuyup hem de tek motorlu Alman uçaklarında uçuş eğitimi aldım. Ve 1943’te mezun olarak Hava Kuvvetlerine pilot olarak katıldım. Sonra Gazi Emir’e, 3. Tayyare Taburu’na tayin oldum. Orada iki-üç yıl kaldım. Daha sonra İstanbul Deniz Kuvvetlerine bağlı Yeşilköy hava üssüne tayin oldum. Orada da iki-üç yıl kaldıktan sonra tekrar İzmir Gazi Emir’e tayin oldum. Buradan da son olarak Diyarbakır Tümen İrtibat Kıtası komutanlığına tayin oldum. Tümen Kuvvet komutanı Mustafa Adaklı idi. Orada 1955 senesine kadar kaldım.
Bütün bu görevlerinizde aynı uçakları mı kullandınız?
Evet, Diyarbakır’da tümende görev yapmaya başladım. Bu görevlerim sırasında hep “C 47” çift motorlu tayyareleri kullandım. Bu uçaklar ABD’den Marshall planına göre Türkiye’ye verilmişti.
Size 1960 yılında Kadir Özkartal’ın dediğine göre bir emir gelmiş. Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin naaşının Urfa’dan Afyon’a nakli için. O gün vazifeniz neydi? Bu olayı anlatır mısınız?
1960 senesinde Bediüzzaman öldüğünde Diyarbakır Tümen İrtibat Komutanlığı’nda pilot olarak bulunuyordum. Bize bir emir geldi. Uçağı hazırlayıp Urfa’ya doğru yola çıkacaktık
O gün uçakta sizin göreviniz neydi?
Ben Pilottum. Bir de Albay Abdullah Öztürk pilottu.
Uçağı hanginiz kullanıyordu?
Uçağı Abdullah Albayla ben münavebeli kullanıyorduk. Ama daha fazla ben kullanıyordum. Çünkü Etimesgut’ta ben bu uçaklar hakkında a’dan z’ye ne varsa çok iyi öğrenmiştim. Neyi nasıl yapacağım konusunu çok iyi bilen ihtisas sahibi birisiydim. O günkü diğer uçak personeli ise, pilot Albay Abdullah Öztürk, Teknisyen Kadir Özkartal ve Telsizci Nureddin Özçelik idi.
1960 senesinin Temmuz ayında size verilen o emri kimin verdiğini ve mahiyetini kesin olarak hatırlıyor musunuz? Neydi o emir ve nasıl hareket ettiniz, neler yaptınız?
Evet, bu emir üzerine; o gün Diyarbakır’dan kalkıp ilk önce Konya’ya indik. Oradan Said Nursî’nin Kardeşi Abdülmecid Nursî’yi alıp Ankara’ya geçtik.
Bu emri kimden aldınız?
Emri veren o zamanki Güneydoğu İlleri Sıkıyönetim Komutanı olan Tuğgeneral Cemal Tural’dı. Bu şahıs, daha sonra Genel Kurmay Başkanı olmuştu. Diyarbakır’dan itibaren yanımızdaydı.
Uçaktayken size başka emir verdi mi? Veya konuştu mu?
Hayır. Hiçbir şey konuşmadık.
Tarihi tam olarak hatırlıyor musunuz?
Tarih olarak 1960 senesinin Temmuz ayıydı. Ama gününü tam olarak hatırlayamıyorum.
Rotanız neresiydi?
İlk önce Diyarbakır’dan kalkarak Konya’ya indik. Konya’dan Abdülmecid Nursî’yi de alıp Ankara’ya indik.
Niye Ankara’ya indiniz?
Çünkü Güneydoğu İlleri Sıkıyönetim Komutanı Tuğğeneral Cemal Tural bizimleydi. Emirleri o veriyordu. Konya’ya, Ankara’ya inince, bize: “Yemeğinizi yiyin ve uçaktan ayrılmayın. Ben İçişleri Bakanlığı’na gidip hemen geri geleceğim. Beni bekleyin” dedi. Biz de aynısını yaptık. Biraz sonra geldi, birlikte havalandık ve doğru oradan da Urfa’ya kadar geldik. Biz cenazeyi alıp Afyon’a getirdik. Cemal Tural oradan Diyarbakır’a döndü.
Siz kimin cenazesini taşıyacağınızı ve nereye gideceğinizi tam olarak biliyor muydunuz?
İlk önce bilmiyorduk. Fakat Konya’ya gelip Abdülmecid Nursî’yi alınca Urfa’ya gideceğimizi öğrendik. Telsizci ve teknik eleman bize bu konuda yardımcı oluyordu.
Abdülmecid Nursî’yi Konya’dan alınca yeni bir bilgi öğrendiniz mi?
Bize Konya’da Abdülmecid Nursî’nin Şanlıurfa Belediyesine ağabeyinin mezarının kendisinin bulunduğu yakın bir ile nakli için dilekçe verdiği söylendi. Ben ise şahsen cenazenin Bolvadin’e defnedileceğini sanıyordum. Ama bu benim şahsî düşüncemdi ve sadece tahmindi. Bu konuda hiçbir kimseden bir şey duymadım.
Sonra ne oldu?
Urfa’ya inince Cemal Tural uçaktan ayrıldı ve Diyarbakır’a geri döndü. Biz ise tabutu cenaze arabasından aldık. Uçağa koyup Afyon’a getirdik. Orada da cenaze yine bir cenaze arabasına konuldu. Biz de hemen uçakla Diyarbakır’a geri üssümüze döndük. Ben cenazenin Emirdağ veya Bolvadin’e konulacağını zannetmiştim. Bediüzzaman oralarda yaşadığı için. Fakat daha sonra Fehmi Koru benimle 1975 yılında bir mülâkat yaptı. O zaman kendisinden Isparta’ya defnedildiğini öğrendim.
Kadir Özkartal uçuşun gizli olduğunu, havalandıktan sonra zarfı açıp rotayı o zaman bileceksiniz denildiğini, sabah erken Urfa’dan kalktığınızı, sonra Afyon’a vardığınızı, tabutu orada teslim ettikten sonra geri Diyarbakır’a döndüğünüzü, tabutu taşırken saydam bir suyun sızdığını ve güzel bir koku olduğunu söyledi. Bunlara ne dersiniz?
Doğrudur. Çünkü ben ve Abdullah Bey görevli pilot olarak sadece uçağı kullanıyorduk. Kadir Özkartal ve Nureddin Özçelik teknik eleman ve telsizci idiler. Uçağın rotasını onlar Ankara’yla temas kurarak bize bildiriyorlardı.
Siz ne zaman Said Nursî’nin cenazesini taşıyacağını öğrendiniz?
Urfa’ya gelince öğrendik.
Said Nursî hakkında neler biliyorsunuz? Lehte, aleyhte bilginiz var mı?
Ben onun değerli bir din adamı olduğunu duyuyordum. Fakat devlet içerisinde dindarlara karşı bir hassasiyet var. Cumhuriyet gazetesi falan bu konuda aleyhte yayın yapıyorlardı. Oradan bir şeyler öğrendik.
Bize zaman ayırdığınız ve bu tarihî olayı ve güzel bilgileri bizimle paylaştığınız için çok teşekkür ediyoruz. Size hayırlı bir ömür diliyoruz.
Ben de teşekkür ediyorum. Başarılar diliyorum. |
Bir ateistle hasbihâl |
HALİT ERTUĞRUL - [email protected] Halit Bey, Önce saygı ve sevgiler... Sizi, okulda birlikte çalıştığımız bir öğretmen arkadaşımın anlattıklarıyla tanıdım. İkimiz de yeni öğretmeniz ve okuldaki ilk yılımız. Arkadaşım dindar bir insan. Dürüst, arkadaş canlısı ve sevecen. Benim ateist olduğumu bildiği halde, idare etmesini beceriyor. Beni kırmıyor, görüşlerimi anlayışla karşılıyor ve dinliyor. Bu arkadaştan doğrusu çok istifade ettim. Ama istifade ettiğimi ona söyleyemedim. Israrla size mektup yazıp, kendisine sorduğum soruları, size sormamı istedi. Aslında niyetini anladım. Kendisiyle aynı seviyede olduğumuz için, anlattıklarını kabul etmeme olasılığına karşın, sizden gelecek yanıtların daha etkili olacağını düşünüyor. Ben bir ateistim. “Ateistim,” diyorum ama bazı şeylerin değiştiğini hissediyorum. Benim ateistliğimin iki temel nedeni var. Birincisi “Bir yaratıcı sorunu”, ikincisi de “ahiret” sorunu. Bunlar benim için hâlâ bir varsayım. Zaten bu mektup da bu iki sorun için yazıldı. Bana yanıt vermenizi bekliyorum. Arkadaşımın gönlü hoş olsun yeter. İyi çalışmalar dileğiyle... MUSA ÖZYİĞİT
TAVSİYELER
Kısa ve samimî mektubunuz için teşekkür ederim. Saklanmadan gizlenmeden, eğip-bükmeden dobra dobra cümlelerle düşüncelerinizi dile getirmişsiniz. Ne kadar güzel ve medenîce... Ayrıca sizi çok etkileyen arkadaşınız öğretmen beyefendiye de tebrikler... Kullandığı metotla, taban tabana zıt bir kişinin ilgisini çekmek ve hayranlığını uyandırmak, takdire şayan bir durumdur. İnsanlarla iletişim kurmanın incelikleri bilinirse, bir ateistle bir dindarın, uyumlu ve düzenli bir diyalog kurmaları da mümkün oluyor. Özlenen de bu değil mi? Başka türlü, görüşler ve düşünceler nasıl dile getirilebilir? Sorularınızın cevabını her ne kadar size gönderdiğim kitaplarda bulacağınıza inanıyorsam da, biz yine de Allah’ın ve ahiretin varlığıyla ilgili yapılan bir tartışmayı sunalım: Bir arkadaşım ODTÜ Felsefe bölümünde okurken bir dönem Bilim Felsefesi dersini almaya başlıyor. Dersin hocası da, konusunda Türkiye çapında bir kişi. Ancak inançsız. Ve daha ilk dersinde “Arkadaşlar” diyor, “Allah’ın varlığı bir varsayımdan ibarettir, aslında böyle bir şey yok. Müslümanlar bütün düşüncelerini bu varsayım üzerine binâ etmişler. Sonra bu temelde sadece bir kabulden ibarettir.” Bunun üzerine arkadaşım itiraz ediyor ve “Hocam” diyor, “Sizin dediğiniz gibi değil. Biz Müslümanlar, akıl ve mantıkla iman ediyoruz. Ve Allah’ın varlığını, birliğini aklen, mantıken ispata hazırız.” Hoca “Hele bir ispat et bakalım, nasıl ispat edeceksin?” diyor. Ve arkadaşım anlatmaya başlıyor: “Bir harf kâtipsiz olmaz, bir iğne ustasız olmaz, bir köy muhtarsız olmaz değil mi?” “Evet?” “Öyle ise, bir harf bile kâtipsiz olmuyor da, nasıl olur şu muhteşem kâinat kitabının bir yazarı olmaz? Bir iğne bile ustasız olmuyor da, nasıl olur şu kâinat fabrikasının mükemmel bir ustası olmaz? Bir köy bile muhtarsız olmuyor da, nasıl olur koca kâinat şehrinin bir yüce idarecisi olmaz? “O yaratıcıyı tanımanın yolu da çok basit. Meselâ bir mektup, dikkatli bir okuyucu için, onu yazanı tarif eder. Mektubu yazanı görmesek de kişiliğini, isteklerini, ruh hâlini, ilgi alanlarını, mesleğini, mevkiini mektubundan anlayabiliriz. Tabiî okumayı biliyorsak. Aynen öyle de; bu kâinat, Allah’ın bizlere kendisini tanıttırmak için yazdığı mektuplarla doludur. Her bir ağaç, bulut, çiçek, hayvan, yani gördüğümüz her şey bize yaratıcısını tarif ediyor. Okumasını bilirsek tabiî.” Hoca beklemediği bu izah karşısında şaşırıyor. Sonra da “Ama bu yaptığınız bilimsel bir izah değil” diyor. Arkadaşım ise, bir karşı soru ile konuyu açmaya devam ediyor. “Hocam, siz atomun varlığına inanıyor musunuz?” “Evet.” “Peki deliliniz nedir? Atomu gördünüz mü? Veya gören var mı?” “Tabiî ki atomu gören yok. Zaten biz atomun varlığını direkt değil, endirekt yoldan biliyoruz. Meselâ Rutherford ve Geiger altın plâkaya çarpan alfa taneciklerinin izlerine bakarak atomun yapısını anlamışlardır. Yani atomu oluşturan parçacıkların iz ve etkilerinden hareketle atomun varlığını ve yapısını anlıyoruz. Bu tarz ispata da ‘çıkarım’ (inference) yolu diyoruz.” Hocanın bu açıklaması üzerine arkadaşım gülerek “Açıklamalarınız için teşekkür ederim hocam. Demek ki, az önce Allah’ın varlığını ispat için anlattığım delil de, atomu ispat için kullanılan delil gibi, çıkarım (inference) yolu ile ispat oluyormuş ve bilimsel bir ispatmış” diyor. Hoca şaşırıyor “Yani bunlar aynı şey mi?” “Tabiî ki aynı hocam. Neresi farklı ise, söyleyin. Siz ‘Altın plakadaki etki ve izlerden atom ispat ve tarif edilebilir’ dediniz; ben de ‘Kâinattaki varlıklardan, onlarda görünen özellik ve faaliyetlerden Allah’ı ispat ve tarif edebiliriz’ dedim.” “Yani aynı şey mi bunlar?” diye tekrar soruyor hoca. Bu esnada herhalde tartışmanın gidişinden memnun olmayan bazı talebeler söze girip, “Hocam bırakalım bunları, nereden geldik bu bahse?” diyorlar ve konu kapanıyor. Bundan sonraki derslerde de hoca ile arkadaşım arasında dinî konularda tartışmalar devam ediyor. Hoca hangi dinî inancı tenkit etse mantıklı cevaplar alıp susuyor. Sonunda ikinci yarı yıl başladığında hoca iyice düşünüp taşınmış, kafa yorulmuş ve artık işi kendince halledeceği bir yol bulacağına inanmış olsa gerek ki, ilk derste konuyu yine dine getirip, kendinden emin bir şekilde arkadaşıma hitaben diyor: “Bugün bu meseleyi bitireceğiz ve artık gündeme getirmeyeceğiz.” “Tabiî hocam, bitirelim.” “Yalnız bu meseleyi bilimsel çerçevede görüşebilmemiz için bazı kriterlere uymamız lâzım. Şöyle ki: “Bilimsel bir teori için, ‘Her şart altında doğrudur, gelişmeler ne yönde olursa olsun, araştırmalar nasıl çıkarsa çıksın bu teori doğrudur’ denilirse, o teori bilimsel olmaz, olsa olsa inanç veya ideoloji düzeyinde kalır. “Yani bir teori ortaya atıldığında ‘Eğer şu olay şöyle gelişirse, şu incelemenin sonucu şöyle çıkarsa, şu şöyle ise, bu teori doğrudur. Aksi takdirde bu teori yanlıştır’ denilebilmesi lâzımdır, o teoriye bilimsel diyebilmek için. “Oysa siz Müslümanlar, Allah’ın varlığını ispatlarken bir şart getirmiyor, alternatif bir kapı bırakmıyorsunuz. ‘Her hâl-ü kârda, her durumda Allah vardır’ diyorsunuz. Bu da bilimsel bir ispat olmuyor tabiî. Eğer Allah’ın varlığını gerçekten bilimsel bir şekilde ispat etmek istiyorsanız, diyebilmelisiniz ki: ‘Şu şu şartlarda Allah vardır, bu bu şartlarda da Allah yoktur.’ Eğer böyle şarta bağlı bir ispat getirebilirseniz, o zaman o şartları tartışırız ve yaptığınız ispat da bilimsel olabilir.” Ve hoca arkadaşımı mağlûp ettiği düşüncesi ile sözünü bitirip, muzaffer bir edâ ile cevap bekliyor. Anlaşılıyor ki hoca Bilim Felsefesi üzerine bütün bilgilerini irdeleyip, uzun düşünceler sonrası böyle kritik bir soru hazırlamış. Kritik bir soru, zirâ hiçbir Müslümanın “Şu şartlarda Allah vardır, bu şartlarda Allah yoktur” diyemeyeceğini düşünüyor. Hakikaten de zor bir soru, ama arkadaşım kısa bir düşünme sonrası, Bediüzzaman’ın “Risâle-i Nur” isimli eserlerinde sıkça geçen bir ispat şeklini hatırlıyor ve cevap veriyor: “Peki hocam, istediğiniz şartı yerine getireyim. Şöyle ki: Biz diyoruz ki, kâinatta atomlardan yıldızlara dek uzanan, hükmeden mükemmel bir düzen var. Bu düzenin gerçekleşmesi için, “1- Ya diyeceksiniz ki, her bir varlık, atomlardan tâ yıldızlara kadar, bu mükemmel düzeni biliyorlar ve bilerek, görerek, şuurla hareket ediyorlar; ki bu durumda Allah yoktur diyebilirsiniz. “2- Ya da diyeceksiniz ki, bu atomlar, gezegenler, unsurlar vs. akılsız şuursuzdur, öyleyse tüm bu kâinatı, zerrelerden yıldızlara dek idare eden ilim, hikmet ve kudret sahibi bir yaratıcı vardır. “Birinci şıkkı kabul edeceğinizi zannetmiyorum; zira taşa-toprağa, bitkiye-hayvana, atoma-yıldıza akıl, fikir, şuur vermenin ‘animizm’ diye adlandırıldığını, ilk çağlarda ortaya atılmış bâtıl bir inanış olduğunu siz söylemiştiniz. Demek ki ikinci şıkkı kabul edeceksiniz.” Hoca şaşırıyor, “Anlamadım?” “Bir örnekle açıklayayım hocam. Meselâ güneşli bir öğle vakti denizin yüzünde, su birikintilerinde, aynalarda, camlarda, parlak şeylerde oluşan akisleri, pırıltıları, ışık yansımalarını; “1- Ya diyeceksiniz ki, bunların hepsi kendinden ışık saçıyor. “2- Ya da diyeceksiniz ki; bunların kendisinde ışık yoktur, bu pırıltılar, yansımalar, gökteki güneşin ışığının akisleridir. “Aynen onun gibi, yeryüzünde, tüm kâinatta gördüğümüz ve ilim, hikmet, kudret, irade gibi sıfatları gerektiren eserler, olaylar; bütün kâinatın her bir zerresinde akıl, mantık, güç irade sahibi bir yaratıcının faaliyetlerinin yansımaları, akisleri, neticeleridir.” Hoca derin bir düşünme sonrası sınıftan apar topar çıkıyor. (Karaçay, 2000: 107-110) *** Allah’ın varlığıyla ilgili bu bölümü, bir zamanların ünlü Bolşevik yazarı Maksim Gorki’nin şu sözleriyle bitirelim: “Çok düşündüm... Bu sözlerim 40 yıllık bir düşünmenin ürünüdür. Ateist olmayı, Allah’sız olmayı çok istedim. O zaman başıma buyruk yaşayacak, kimseye hesap vermeyecektim. Ama olmadı. Çünkü evrendeki müthiş düzen beni inanmaya mahkûm etti. “Evet bir Allah var. Hem de erişilmez güce sahip bir Allah! Olmalı da... Yoksa adaletsiz insanlardan kim hesap soracak?” (Gouzenko, 1973: 80-93) |
Patiskayı işler gibi özenerek… |
ZEYNEP AKKUŞ “Risâle-i Nur’un fıtraten ve zamanın vaziyetine göre talebesi olacak; başta masum çocuklardır. Çünkü bir çocuk küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i imânî alamazsa, sonra pek zor ve müşkül bir tarzda İslâmiyet ve imanın erkânlarını ruhuna alabilir. Adeta gayr-i müslim birisinin İslâmiyeti kabul etmek derecesinde zor oluyor, yabani düşer.” (Emirdağ Lâhikası, s. 40)
Tertemiz olarak emaneten gelir çocuklar ailelerine. Bembeyaz bir patiskayı işlercesine işlenmek üzere verilir çocuklar bize. Onların beyaz patiska gibi temiz dünyalarına işlenecek iplikleri, renkleri, desenleri seçmek elimizde bir bakıma. Özenerek, dikkatle işlenmeliler. Tıpkı patiskayı işlerken olduğu gibi. Lekelenmemesine dikkat ederek… Hele ki çıkmayacak lekelerin bulaşmasına izin vermeyerek… Patiskamız olan çocuklarımızın ruhlarına, kalplerine, akıllarına leke yapabilecek şeyleri onların hayatından uzak tutmalı. Bir patiskaya özendiğimiz gibi özenmeliyiz onları işlerken. Onlarla konuşurken nazik olmalı önce. Dinlerken hassasiyetlerine dikkat ederek dinlemeli. Öyle ki herkesi dinlediğimizden daha farklı, daha dikkatli… Bunu yaparken, gül kokulu Nebî’nin (asm) çocuklara olan muâmelesini hatırda tutmalı. Tutmalı ki; davranışlarımızda bir hataya düşmemeli. Günlük işlerin telâşesi içinde bir kenarda bırakmamalı. Yalnızlığa, umutsuzluğa düşürmemeli, sevgiye muhtaç hâle getirmemeli. İsteklerine, ilgilerine, sorularına sünnet ışığında cevap vermeli. İzlerken bir televizyon programını, dizisini, onun ahlâkî gelişimini, duygularını etkileyeceğini unutmamalı. Onun dünyevî menfaatleri için birçok fedakârlıkta bulunurken, imanı için en azından bunu yapabilmeli. Gün içindeki yaşantılarımızda onun bazı şeyleri öğrenmesini kolaylaştıracak, ona olumlu örnekler oluşturacak yaşantılarda bulunmalı. Kendi isteklerimizin kurbanı etmeden, kulluk edilmesi gerekeni, Rabbimizi tanıtarak ona itaati öğretmeli. Öğrettiğimiz itaatin de sevgiden gelmesine dikkat etmeli. Emek verdiğimiz her şeyden öte, gerçek emek verilmesi gerekendir çocuklar. Çünkü her çocuk hayata gelmiş bir fidandır. Sulandıkça, ilgilendikçe, baktıkça büyür ve meyvelenir. Geleceğe doğru büyüyen çocuklarımızı, bir hanımın elindeki patiskayı işlerken özendiği gibi özenerek, lekeletmeden—zamanın eşsiz güzelliğinin ikazını dikkate alarak—işleyebilmek duâsıyla… |
Ebedü’l-âbâd yolculuğu |
N. SERKAN DAĞLI - [email protected] Kervanın harekete geçtiğini görmek, birgün bizim de bu kervana dahil olacağımızı bilmek, ebedü’l-âbâd yolculuğunda Cenâb-ı Hakk’ın rızasını kazanmak için acele etmemiz gerektiğini kulaklarımızı sağır edercesine haykırıyor. Evet, âhirzaman müceddidi Bediüzzaman Hazretleri ne söylüyordu çağın tefsiri Risâle-i Nur’da: “Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı. Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok.” İşte metod, işte ölçü. Âyetler bize yol gösteriyor bu yolculukta. Bir mumu dahi yakamayacak kadar aciz olan insana meş’ale oluyor adeta ve her şey Cenâb-ı Hakk’ı haykırıyor, kâinat onu tesbih ediyor, gökyüzü O’nun kusursuzluğunu gösteriyor, yeryüzü O’nun rahmet esintilerini hissettiriyor. Biz aciz kullar ise, bu kusursuzluklar içinde birer kusurlu olarak yaşamaya devam ediyoruz ve Cenâb-ı Hakk’a nasıl hesap vereceğimizi unutmuş, dünyanın gösterişine, yani maddiyâta tabi olmuş biçare bir şekilde gidiyoruz. Oysa Kehf Sûresi 28. âyet-i kerime bize ne söylüyor: “Sabah akşam Rablerine duâ ederek O’nun rızasını kazanmaya çalışanlarla beraber sıkıntılara karşı dayan. Dünya hayatının süslerine kapılıp da gözlerini onlardan ayırma.” Beni bana hatırladan Cenâb-ı Hakk’a hamd-ü senâlar olsun. Evet Salim b. Umeyr’i biliyor muyuz? O (ra), Allah Resûlü (asm) ile savaşa gidemediği için ağlayan sahabeydi. Şu anda da bir savaş var, ehl-i küfür imana savaş açmış. Bir imansızlık tufanı almış başını gidiyor. Hz. Peygamber (asm) demiyor muydu: “Âhirzamanda imanı muhafaza etmek, elde ateş korunu tutmaya benzer” diye. İşte o kor yakıyor yüreğimi, işte o kor beni daha çok hizmete koşturuyor. Üstad Hazretleri’nin dediği gibi; “Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum...” Selâm ve duâ ile.. |
Şükür etmek |
MERVE İRİYARI “Elhamdülillah” lâfzını bir günde defalarca tekrar ederiz. Aslında bazen farkında olmadan söyleriz. Artık bu kelime hayatımızda bir alışkanlık olmuştur. Yemek yedikten sonra, su içtikten sonra, Rabbimize şükür etmek için kullanırız. “Elhamdülillah Müslümanız” deriz, şükür ederiz. Besmele’yi her işimizde kullanırız. Zikir ederiz. “Elhamdülillah” ise bizim Rabbimize şükür aracımız olur. Bununla ilgili Risâle-i Nur’da çok güzel bir örnek vardır. Birinci Dünya Savaşı sıralarında mübarek bir zat hastalanmış ve yüz gün yatamadığını şikâyet etmiş. Üstad buna çok üzülüp şöyle bir cevap vermiş: “Kardeşim, geçmiş sıkıntılı yüz günün, şimdi sürurlu yüz gün hükmündedir. Onları düşünüp şekvâ etme. Onlara bakıp şükret. Gelecek günler ise, madem daha gelmemişler; Rabbin olan Rahmânü’r-Rahîmin rahmetine itimat edip, dövülmeden ağlama, hiçten korkma, ademe vücut rengi verme. Bu saati düşün. Sendeki sabır kuvveti bu saate kâfî gelir. Divane bir kumandan gibi yapma ki, sol cenah düşman kuvveti onun sağ cenahına iltihak edip ona taze bir kuvvet olduğu halde, sol cenahındaki düşmanın sağ cenahı daha gelmediği vakitte, o tutar, merkez kuvvetini sağa sola dağıtıp, merkezi zayıf bırakıp, düşman edna bir kuvvetle merkezi harap eder. “Dedim: ‘Kardeşim, sen bunun gibi yapma. Bütün kuvvetini bu saate karşı tahşid et. Rahmet-i İlâhiyeyi ve mükâfat-ı uhrevîyeyi ve fâni ve kısa ömrünü uzun ve baki bir sûrete çevirdiğini düşün. Bu acı şekva yerinde ferahlı bir şükret.” “O da tamamıyla bir ferah alarak, ‘Elhamdülillâh,’ dedi, ‘Hastalığım ondan bire indi.’” (Lemalar, İkinci Lem’a, s. 17) Bizim de başımıza sıkıntılar geliyor ve çok bunalıyoruz. Bu hastalık oluyor, maddî ve mânevî bir sıkıntı oluyor. Bazen ise “Neden benim başıma geliyor?” diye düşünüyoruz. Böyle düşününce daha da sıkılıyor ve daralıyoruz. Aslında o anda şükür edip Rabbimize sığınsak derdimizi daha da hafifletebiliriz… Risâlelerde de kötü görünen her olay, her işe bir de “Elhamdülillah” diyerek bakıldığı zaman, o kötü görünenlerin aslında güzelliklerle kaplı olduğu anlatılır. “Hem vazifesinin hitamında ‘Elhamdülillâh’ der. Çünkü bütün ukûlü hayrette bırakan hikmetli bir cemâl-i san'at, faydalı bir hüsn-ü nakış göstererek Sâni-i Zülcelâlin medâyihine bir kaside-i medhiye gibi bir eser gösterir.” (Sözler) Rabbimiz bizim için her nimeti ihtiyacımıza göre yaratmış; zaman gelir bizi rahat bir hayatla, zaman gelir imtihanlarla sınar. Ama yine de kullarına sonsuz nimetler sunar. Bizden istediği ise, verdiği nimetlerin yanında küçük bir ücret olur. “Rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edersiniz?” (Rahman Sûresi) Bize bunca nimeti sunan Rabbimize şükürler olsun. Elhamdülillah. |
Çocukluğumun bayramlarını özledim |
KADİR TUNCAY - [email protected] Çocukluğumda bayramlar gelmeden bir hafta on gün önce bayram telâşı başlar, şayet bayramlık elbise diktireceksen en az iki ay önceden terzide sıraya girmek gerekirdi. En az üç defa, elbise dikilene kadar terziye prova yaptırmaya gidilir, ayakkabıcıya ayakların ölçüsü verilir, yapılması için 10-15 gün beklenirdi. Ayakkabı alamayacak durumda olanlar ayakkabılarının altına pençe yaptırırlardı. Tabiî şimdiki nesil bu anlattıklarımı anlamakta zorlanabilirler, çünkü cebinde paran varsa bir saatte elbise de alırsın, ayakkabı da. Giyim kuşamın dışında evlerde tatlı bir bayram telâşı olurdu. Bayramdan 4-5 gün önceden yufkalar açılır, cevizler kırılır, 1-2 tepsi baklava hazırlanıp pişirilmesi için fırından randevu alınırdı. Arefe Günü nar gibi kızarmış baklavalar fırından alınıp soğuduktan sonra şerbetleri dökülüp bayrama hazır hâle getirilirdi. Eskiden herkes birbiriyle bayramlaşırdı. İlk önce küçükler yakın akrabalardan başlayarak büyüklerin ellerini öpmek için yeni bayramlıklarının içinde mutlu gülen yüzlerle sokaklara dökülürlerdi. Bir de kurbanlıkların alınması vardı ki, 10 gün önceden kurbanlık koçlar gelir ve satışa sunulurdu. 3-4 gün önceden kurbanlıklar alınırdı. Hatta bazen tanıdık üreticilerden 3 ay önceden kurbanlıklara işaret koyulup ayırtılırdı. İşte yine bir Kurban Bayramı Ankara’da üniversite birinci sınıftayım. Gece okuduğum için gündüzleri Diyanet İşlerinde çalışıyorum. Bayramdan birkaç gün önce baba ocağı Mihalıçcık’a geldim. Çalıştığım için artık kurban kesmem gerektiğini düşünerek hiç kimseye söylemeden hayvan pazarına gittim. Boynuzları kıvrım kıvrım çok iri bir keçiyi beğendim. Satıcıya “Bu keçi beni sırat köprüsünden geçirir mi?” diye sordum. Satıcı şaşkın şaşkın suratıma bakıp; “Senin gibi iki kişiyi geçirir” dedi. Çok sevindim, satıcıyla pazarlık edip eve teslim etmeleri şartıyla aldım. Satıcı ile birlikte eve geldiğimizde annem “Oğlum bu ne?” dedi. Anne “Ben artık çalışıyorum, bu da benim kurbanım” dedim. Annem “Oğlum büyümüş de kurban kesiyor” diye sevinç gözyaşları döktü. Bayram sabahı camide bayram namazını kılıp eve geldiğimizde babam salonda annemi yanına alırdı, ilk önce annem babamın elini öper, sonra evdeki herkes sıraya girer ve bayramlaşılırdı. Sonra hemen bahçeye çıkılır, bir büyük bir de küçük çukur kazıldıktan sonra babam ilk önce kendi kurbanını keserdi. Biz de kendisine yardım ederdik. Sırayla annemin, ağabeyimin, eniştemin kurbanı kesildikten sonra babam ellerini yıkarken annemle beraber benim kurbanı getirdik. Babam “Bu da nereden çıktı?” dercesine şaşkınlıkla yüzümüze baktığında annem “Bu da oğlumuzun ilk kurbanı” dedi. Babam gülümseyerek beni yanına aldı, ilk önce kurbanlık koyuna bir tasın içinde su tutup içirdik, sonra babam kurbanımı kıbleye doğru yere yatırdı. Bir elimle boynuzunu tutmamı diğer elimle de bıçak tutan elini tutmamı istedi. Duâ ve tekbirlerden sonra “Bismillahi Allahuekber” diyerek kurbanı kestik. Ben o anda boynuzlarını sımsıkı tutmuş sanki Sırat Köprüsünden geçiyor gibiydim. Babam “Git iki rekât kurban namazını kıl” deyince kendime geldim. Her kurban üçe bölünür, bir parçası eve bırakılır, bir parçası misafirlere ikram edilir, bir parçası da eve sokulmadan kurban kesemeyen fakirlere dağıtılırdı. Tabiî ki bu dağıtılan parça bizde üçte birden fazla olurdu. Babam kendi kurbanını yüzerken göğsünden bir parça keser anneme verir, annem de daha önceden hazırlamış olduğu közlerin üzerinde pişirip yufkaların üzerine koyarak herkese ikram ederek oruçlarını açtırırdı. Sonra bir tabağın içine koyduğu pişmiş etleri evin en küçüğüne verir (ilkokul sonuna kadar o küçük kişi bendim, sonradan yeğenlerim bu işi yaptı) o da koşarak kurban telâşında olan komşulara ikram ederek oruçlarını açtırırdı. Bu her sene komşular arasında bir yarış gibi tekrarlanırdı. Bayramlaşmalara çok önem verilir, gelen her misafire üzerinde en az kavurma, yaprak sarma, turşu ve baklava olan bir tepsi ile ikramda bulunulurdu. Bir de büyükler tarafından küçükler arasındaki dargınlıklara son verdirilirdi. Bayram bir hoşgörü ve sevgi seline dönüşürdü. BEN ÇOCUKLUĞUMDAKİ BAYRAMLARI ÖZLEDİM. |
SADAKANIN FAYDALARI |
SELİM GÜNDÜZALP - [email protected] Hâlis niyetle Allah rızası için yapılan hayır hasenatın, sadakanın dünyada ve ahirette de pek çok faydası vardır:
1) Malı temizler: Hadis-i Şerif’te de buyruldu ki: “Malınızdaki günah kirlerini sadaka ile temizleyin.” 2) Günahları temizler. 3) Hastalıktan ve belâdan korur. 4) Muhtaçları sevindirir. 5) Rızkı arttırır. Malı bereketlendirir. Şeytan malı ya israf ettirir veya cimrilik ettirir. Hayra harcamaktan alıkoyar. “Yoksul olursun, elin daralır” diye korkutur. Sadakanın malı azaltmayacağı âyet-i kerimelerde de şöyle bildirilmiştir: “Mallarını Allah yolunda harcayanların hâli, yedi başak bitiren ve her başağında yüz dane bulunan bir tohuma benzer. Allah dilediğine daha fazla da verir.” (Bakara Sûresi, 261) Peygamber Efendimiz (asm), yemin ederek: “Sadaka vermekle mal azalmaz” buyurdu. Mehmet Oruç
HZ. ALİ’DEN (RA) HİKMETLİ SÖZLER
Cahil, bilmediğini sormaktan utanmasın. Âlim, içinden tam çıkamadığı bir meselede, “En iyisini Allah bilir” demekten sıkılmasın. * İlim kaynakları olunuz. Gecelerin aydın lambaları hâline geliniz. Elbiseniz eski de olsa, kalpleriniz yeni ve temiz olsun. Böyle olunca semalarda yaşayan melekler âlemini görür, yeryüzündekilere anlatırsınız. * Dünya kâbuslu bir rüya gibidir ki, sahibini sıkıntılı ve huzursuz kılar. Zahirde bal gibi tatlı görünür, fakat içinde öldürücü zehir gizlidir. Zevk-u sefası varsa da üzüntü ve keder ile karışıktır. * İyi düşünün, ihtiyatlı bulunun ki, nefis ve geçim sıkıntısı sizi aldatmasın. Her şey fanidir, biter, tükenir. İnsanoğluna ise yalnız kazanmış olduğu güzel ahlâk kalır. * Zenginliğin en iyisi, akıl zenginliğidir. En büyük fakirlik de ahmaklıktır. En büyük yalnızlık, kendini beğenmektir. En büyük şeref, güzel ahlâktır. * Elinde bol dünyalık varsa onunla çok ferahlanma… Ve ondan kaybettiğin olursa hüzne boğulma… Bütün gayretini ölümden sonrası için harca.
YILLAR SONRA BULDUĞU ÖĞRETMENİNE NE DEDİ?
Bir lisenin eski mezunlarının buluştuğu gün, bazı eski öğrenciler kürsüde okula dair hatıralarını anlatıyordu. Yirmi yıl önce mezun olmuş öğrencilerden biri, ikinci sınıftaki san'at öğretmeninden bahsetti. Üniversiteye gitmeye onun tavsiyesiyle karar verdiğini ve şimdi iyi bir üniversitede profesör olduğunu, hayatından da son derece memnun olduğunu söyledi. Günün ilerleyen saatlerinde öğretmen ile eski öğrencisi uzun yıllar sonra birbirlerini bulmayı başardılar. Öğretmen: “Öğrettiklerim hakkında söylediklerin için teşekkür ederim” dedi. “Benim çok güzel bir gün geçirmemi sağladınız.” “Rica ederim” diye cevap verdi eski öğrencisi. “Teşekkür etmek benim boynumun borcu. Çünkü siz günümü değil, bütün bir hayatımı güzelleştirdiniz.”
“BU GECE NASIL SABAHLADINIZ?” Seyyid Emîr Külâl Hazretleri’ne “Bu gece nasıl sabahladınız?” diye sordular: Ağlayarak şu cevabı verdi: “Ölümü unutmuş, günahı da çok olan bir kimsenin hâli nasıl olur?” buyurdu. Ve gözyaşlarını silip, “Ömrümüz azalıyor, günahımız artıyor. Akîbet cennet midir, cehennem mi, o da belli değil. Bu hâlde olan bir insan ağlamasın da ne yapsın?” buyurdu. BÖCEĞİN DERSİ Yine eski bir kitap içinden bir böcek çıktı bugün. Dedim: “Hayrola, bu telâş niye?” “Dostum” dedi, “Sana bir şey söyleyeyim mi? Gezindiğim satırların arasında bir cümle okudum, huzurum kaçtı.” Meraklandım, “Neymiş o?” dedim. Tam da o cümlenin önünde duruyordu. Cümle şu: “Hayatın anlamını arıyorsanız, bunu bulmanın iki yolu vardır: Biri kitapları okumaktan geçer, diğeri sevgiden.” Böcek, “Hadi eyvallah…” dedi. “Nereye?” dedim, “Hayatın anlamını bulmaya” dedi. “Aman ha! Kitabın kapağını sert kapama da hayatımdan olmayayım.” Gözüm böcekte, aklım o satırlarda kaldı… HÜKÜM ALLAH’IN ELİNDE Kimi Kâbe kapısının halkasına yapışır, kimi meyhanede sarhoş olur düşer. Fakat Allah o sarhoşun tövbesini kabul ettiği takdirde buna kim mani olabilir? Ötekini de kabul etmezse kim yerine getirebilir? Ne Kâbe’deki kendi amellerine güvenebilir, ne de sarhoşun yüzüne tövbe kapısı kapanır. Sâdi-i Şirazî
HAC’DAKİ GERÇEK KARDEŞLİK
“Dünyanın her yerinden gelen, yüz binlerce hacı vardı. Her renkten insan vardı; mavi gözlü sarışınlardan tutun da, Afrikalı karaderililere kadar. Ama hepimiz de, birlik ve beraberlik anlayışına bağlı kalarak, aynı ibadetleri yapmakla bütünleşiyorduk. Oysa Amerika’da gördüklerimize bakıp, beyazlarla ötekiler arasında hiçbir zaman, kardeşlik diye bir şeyin olmayacağına inanırdık. (…) “Çeşitli renklere mensup olan insanlar arasındaki samimiyetin ve gerçek kardeşliğin böylesine hiç şahit olmamıştım; birbirlerinin renklerine aldırdıkları bile yok.” Malcolm X’in Hac Mektubu'ndan
ANNE KALBİ
Annelerin kalbi sıcak kaldıkça, çocuklar hiç üşümezler. Selim Gündüzalp
ARABANIN ARKASINDAKİ SÖZ
Bir gün bir arabanın arkasında bu sözü okumuştum. O günden beri duâlarıma yeni bir renk ve âhenk geldi: İste Haktan, verir yoktan.
HAC
Hac, sadece Kâbe’ye doğru değil, Allah’a doğru bir yolculuktur. Ali Şeriati
AKIL GÖZÜ
Yalnız göz değil, akıl da görür. Samuel Simons
HACILARA MÜJDE
“Kim ki, hac ve umre yaptıktan sonra, bir sene içinde ölürse cennete girer.” Hadis-i Şerif
ESAS YORAN...
Bizi esas yoran, yaptığımız değil, yapmadan kenarda bıraktığımız iştir. E. Eschencbach
İNSANIN FITRATI
İnsan, fıtraten mükerrem olduğundan, hakkı arıyor. Bediüzzaman, Mektubat
ANA BABAYA ŞEFKATLE BAKMAK
Bir kimse ana babasına şefkat ve merhametle bakarsa, ona bakışından dolayı bir makbul hac sevabı yazılır. Hadis-i Şerif, Kenzü’l-Ummal
AZİMLE ARAMAK
İnsanoğlunun elde ettiği bütün ilim sahalarında sorularıma bir cevap aradım. Uzun ve zahmetli bir arayışla aradım... Yarım bir kalple, ya da aylak bir merakla değil; cefayla, ısrarla, gece gündüz, ölmek üzere olup ebedî kurtuluşu arayan bir kişi gibi aradım... Lev Tolstoy
UĞRUNDA YAŞADIKLARIMIZ...
Her hayat, kalbinin ekseninde döner. İnsanların uğrunda öldükleri, uğrunda yaşadıklarıdır! Selahattin Şimşek |
04.12.2009 |