Elif Eki |
İSMAİL TEZER |
Yola devam! |
Merhaba Elif okuyucuları! Beş haftalık bir Ramazan arasından sonra yeniden sizlerle birlikteyiz. Bu hafta, geçtiğimiz Ramazan’ın başlarında ahirete uğurladığımız, değerli sinema yönetmeni ve senarist Yücel Çakmaklı’yla 1977’de İbrahim Özdabak ve M.Emin Elmas tarafından “Çok Sesli Bir Ölüm” filmi üzerine yapılmış ve yine o zamanki Elif ilâvemizde yayınlanmış röportajı, bir nostaljik hatıra olarak takdim ediyoruz. İlgiyle okuyacağınızı tahmin ettiğimiz röportajla alâkalı lâtif bir tevafuğu da ifade etmeden geçmeyelim. Röportajın tarihi, 26 Ağustos 1977 ve yine bir “yaz Ramazanı”. Yücel Çakmaklı ise, bu röportajın yayınlandığı tarihten otuz iki sene sonra, yine bir “yaz Ramazanı”nda ve “Ağustos” ayında vefat etti. Röportajın konusu ise, “Çok Sesli Bir Ölüm” ve ana tema Bediüzzaman’ın “Ölüm hiçlik değildir” ifadesi. Temennimiz o ki, Çakmaklı, tıpkı “Çok Sesli Bir Ölüm” filmine de konu ettiği, Bediüzzaman’ın o meşhur “Mevt (ölüm) idam değil, hiçlik değil” ifadesinin devamında yer alan “saadet-i ebediye tarafına” gitti. Bir kez daha, Allah’tan gani gani rahmet diliyoruz. |
“‘Ölüm hiçlik değil’i Bediüzzaman’da okudum” |
Geçtiğimiz Ramazan ayının başlarında vefat eden Yücel Çakmaklı: Takdim
Yıl 1977, üniversite yıllarımın sonlarıydı. Mezun olmuş ve öğretmenlik için tayin bekliyorduk. Aynı zamanda sınıf arkadaşım olan Mehmet Emin’le birlikte Yeni Asya’nın Elif ilâvesi için çeşitli röportajlar yapıyorduk. Bunlardan biri de geçtiğimiz günlerde ebedî âleme irtihal eden, millî sinemamızın öncüsü Yücel Çakmalı’ydı. O yıllarda TRT’de gösterilen “Çok Sesli Bir Ölüm” filmi hakkında konuşmak istiyorduk. Bu filmde Bediüzzaman Said Nursî’den bir cümle alıntı yapılmıştı. Bu, TRT’nin ilklerindendi. Bu ibare, filmin en dikkat çeken cümlesi olarak hafızalara nakşolmuştu. Aynı zamanda bu film uluslar arası bir yarışmaya gönderilmiş ve ödül almıştı. Bu da TRT’nin ilklerindendi. Bütün bu olanları yönetmenin ağzından dinlemek istiyorduk. Yücel Beyden randevu istedik. Said Halim Paşa Köşküne randevu verdi. Belirlediği gün ve saatte gittik. Meğerse Köşte Necip Fazıl Küsekürek’in “Bir Adam Yaratmak” filmini çekiyormuş. Bizi çok sıcak karşıladı. Filmin setini gezdirdi. Bir de sahne çekti. Sonra bir odada sorularımızı cevapladı. Bu söyleşiyi yine bu seneki gibi yaz Ramazanlarını yaşadığımız bir günde yapmıştık. “Elif” ilâvemizde yayınlanmıştı. Yücel Beyin vefatından sonra Umut Bulut adlı bir okuyucumuz bu röportajı bulup gazetemize göndermiş. Kendisine teşekkür ediyor ve 32 yıllık bir yoldan gelen bu nostaljik röportajla sizleri başbaşa bırakıyoruz...
İBRAHİM ÖZDABAK
“Ölüm hiçlik değil”i Bediüzzaman’da okudum
Yücel Çakmaklı ile 1977 Ağustos'unda, “Çok Sesli Bir Ölüm” filmi üzerine yapılmış ve o zamanki Elif’te yayınlanmış röportaj
* Sayın Çakmaklı, Uluslararası Televizyon Film Festivali Yarışmasında Jüri özel ödülünü alan ‘Çok Sesli Bir Ölüm’ filminden bahseder misiniz?
Baştan başlayalım. Televizyona geçeli iki sene oldu. Nevzat Bey (Nevzat Yalçıntaş o zaman TRT genel müdürü) liste hazırlamamı istedi. Yani televizyona uygulanacak liste... ‘Hikâyelerden seçmeler’ bölümünde Rasim Özdenören’in ‘Çok Sesli Bir Ölüm’ü vardı. Daha önce ‘Süleymaniye’de Bayram Sabahı’nı gerçekleştirmiştik. ‘Çok sesli Bir Ölüm’ baştan beri yapmak istediğimiz ve gösterilmesi gereken bir eserdi. Geçen sene Şubat ayında yapımcı Ahmet Beyazıt ve yönetmen Tuncay Öztürk arkadaşımla Maraş’a gittik. Bir buçuk ay kaldık. Şevket Bulut’un ‘Oynaş’ hikâyesiyle beraber çekimi yaptık. Sonra birbiri peşi sıra Mayıs ayında televizyonda gösterildi. Büyük ilgi gördü. Netice itibariyle ‘Çok Sesli Bir Ölüm’ büyük yankı yaptı. Gerek kamuoyunda, gerekse onun tercümanı olan basında en çok üzerinde durulan ve adından bahsedilen film oldu. Bu sırada Çekoslovakya’da yapılmakta olan Uluslararası Televizyon Filmleri Festivaline Türk Televizyonunu temsilen bir film isteniyordu. Bundan önceleri yine dünya çapında her sene yapılan iki üç festival vardır. Onların hemen hepsine “katılacak film yoktur” diye katılınmazdı. Çok eskiden bir iki belgesel filmle katılınmış. Ama böyle belgesel dramatik konulu bir film ile TRT ilk defa ‘Çok Sesli Bir Ölüm’le katıldı. Türkçe kopyasını ve bir sayfalık ana konuşmalarını yansıtan özetini verdik. Fazla ümitli değildik doğrusu... Şu bakımdan: Dünya film standardı, renkli ve çok üstün teknik seviyesindeydi. Onların yanında bizim siyah - beyaz iptidaî sayılabilecek film çalışmalarımızın kazanma şansı zayıftı. Bir bakıma katılmak için katıldık desek doğrudur. Netice itibariyle, festival yöneticisinden bir teleks geldi. ‘Çok Sesli Bir Ölüm’ün jüri özel ödülünü kazandığı bildiriliyor ve tebrik ediliyordu. Bu haber televizyon camiasını çok sevindirdi. Sonra gayriresmî olarak da öğrendiğimize göre, jüri üyeleri filmi çok beğenmişler, etkilenmişler, gerek filmin mesajı, gerekse anlatımı ve estetik özellikleri çok ilgi çekmiş. İşte renkli olmaması ve geri teknik eksiklerle resmî olarak birinci ilân edememişler. Ama özel ödül ile değerlendirildi. Uluslar arası bir derece alması, film üzerinde zaten var olan ilgiyi arttırdı. Bunun üzerine tekrar programa alındı ve yayınlandı.
* Sizce filmin en büyük özelliği nedir?
TRT’nin en önemli fonksiyonu, kitle haberleşme vasıtası olmasıdır. Bunun yanında millî kültüre ve eğitime yardımcı olması kanunen TRT’ye yüklenmiş bir görevdir. İşte bu çalışma millî kültürü yansıtan bir çalışma oluyor. Bu da benim daha önce Türk sinemasında tatbik ettiğim millî sinema anlayışının televizyona uygulanması demektir. Daha önce ‘Süleymaniye’de Bayram Sabahı’nı beraber yaptığımız Tuncay Öztürk ve Ahmet Bayazıt’la bu millî sinema anlayışı üzerinde konuştuk. İşte bu ekiple millî sinema anlayışını ‘Çok Sesli Bir Ölüm’ filmiyle televizyona yansıttık.
* Sayın Çakmaklı, Bir de ‘Çok Sesli Bir Ölüm’de esas tema olan ölümün hiçlik olmadığı anlatılıyor. Acaba sizce bu ölüm temasının filmin gördüğü ilgi üzerinde bir rolü var mıydı?
Tabi tabi bizim millî sinema anlayışı bakımından özellikle Türkiye için ise, bir yerde bütün insanlık için önce millî bir hüviyet kazanan bir eser, sonra da uluslar arası bir özellik kazanabiliyor. Bütün insanlara has bir temayı işlediğinden ve insanlara has genel özellikleri ele aldığı için bütün dünyada yankı yapabiliyor. Burada dediğim gibi festivalde de ilgi çekmesi bu ölüm olayına bu açıdan bir yorum getirmesi tabiî. Filmin sonunda “ölüm hiçlik değil” diye başlayan kısım aslında hikâyede yoktu. Dedik ki bir Anadolu Türk insanının ölüme bakışı, ölümü anlayışını böyle en veciz, en kısa ifadelerle belki kitaplar dolusu yazı yazılabilecek bir konu üzerinde çok veciz ve özlü cümlelerle Anadolu Türk insanının ölüme bakışını ifade eden cümleler olması gerekirdi. “Bunu nereden buluruz?” diye bir araştırma yapıyorduk. Bu araştırmada, yazarın kendi hikâyelerinden bir şey bulalım diye düşündük. Ve onun eserini karıştırdık. Mavera dergisinden çıkan bir hikâyesinde bu cümleleri bulduk. Filmde kullandığımız cümleleri gördük. Bu aynı yazarın bir başka yazısında olması bakımından zaten bizim de tercihimizdi. Bu cümlelerle istediğimiz şeyi gerçekleştirmiş olduk.
Rasim Bey, “Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin ‘Mektubat’ isimli eserinden ben o cümleleri sadeleştirerek yazdım” dedi. Bediüzzaman’ın büyük bir insan olduğunu söyledi. Ben, ‘Mektubat’tan o kısmı okudum. Bu cümleler büyük bir anlayışın ifadesi idi. Ve büyük bir insanın düşüncesinden çıktığını aksettiren sözlerdi. Ben doğrusu filme büyük bir değer kattığı inancındayım bu anlayışın, bu düşüncenin...
* İnsanlara öldükten sonra dirilme gerçeğini sevdirme ve onun gerçeğini yansıttığın zaman insanlarda bir ferahlama ve ruhlarda yükselme oluyor. Yoksa ruh sıkılıyor, çıkış yolu bulamıyor...
Bu çok önemli, yani bir yerde millî sinema anlayışının en önemli özelliği, millî gerçekçilik açısından olaylara, insanlara, eşyaya bakabilmek, diye açıklıyoruz. Bu günkü Türk insanının, hikâyenin geçtiği çevrelerde, Anadolu insanının acı gerçekleri var. Orada gördüğümüz gibi yolsuzluk, susuzluk ve doktorsuzluk gibi çeşitli sıkıntı ve mahrumiyetleri, çilekeş bir hayatı var. Yine millî gerçekçilik açısından bakarsak bu insan Müslüman bir insandır. Her şeye rağmen bir tevekkül anlayışı vardır. Solcuların yaptığı gibi, bu tarafını görmeyip, bu insan yolsuzluktan doktorsuzluktan öldü, şu oldu bu oldu, pisi pisine gitti, anlayışı değildir. Bizim millî sinema anlayışımızın diğer sinema anlayışlarından, “toplumsal gerçekçi” diye adlandırılan sinema anlayışından, Marksist sinema san'at anlayışından ayrılan tarafı bu oluyor. Kendi gerçeğimizi aksettirmesi açısından şunu da söyleyeyim, ben bu sözleri hikâyede okuyunca çok beğendim.
* Bir de şu dikkatimizi çekiyor: Görüyoruz ki Türkiye’mizde yapılan yerli filmlerin çoğunda fon müziği olarak Batı müziği kullanılıyor. Lâkin bir ud, bir tanbur, bir ney taksimi Batı müziğinin yerini aldığı gibi insanımızın da ilgisini ve sevgisini kazandığını, televizyon için çevrilen bazı yerli filmlerimizde müşahade ettik. Bu girişle aklımıza şöyle bir soru geldi: Milletimizin kendi öz musikîsini kullanmayarak onun ruh yapısını zorlarcasına, Batı müziği dinletmenin ve kullanmanın sebeplerini nasıl değerlendirirsiniz? Bunu bir kültür emperyalizmine bağlayabilir miyiz?
Evet evet... Bizim kültürümüzde hâkim olan Batı emperyalizminin kültürümüze etki eden vasıtalarından biri de müziktir. Batılı aydınlarımız şartlanmışlar. Bu arada resmî devlet anlayışı ile de yaygınlaştırılıp halka sevdirilmesine çalışılmıştır. Onları yolundan çevirmeye bir yerde imkân yoktur. Ama yeni bir uyanış içinde kendi öz kaynaklarımıza dönüş için çalışmalar ve gayretler var.
(Yeni Asya / Elif İlavesi, Sayı: 30, 26 Ağustos 1977)
İşte filme damgasını vuran o paragraf
“Çok Sesli Bir Ölüm” isimli filmin son kısmında geçen ölümle ilgili, orijinali Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerine ait ifadelerinin aslı ve tamamı şöyledir:
“Ve yumît” Yani, mevti veren O'dur. Yani, hayat vazifesinden terhis eder, fâni dünyadan yerini tebdil eder, külfet-i hizmetten âzâd eder. Yani, hayat-ı fâniyeden, seni hayat-ı bâkiyeye alır. İşte şu kelime, şöylece fâni cin ve inse bağırır, der ki: Sizlere müjde! Mevt idam değil, hiçlik değil, fenâ değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam değil. Belki, bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır.
Mektubat, 220-21
LÜGATÇE:
mevt: Ölüm. tebdil: Değiştirme. külfet-i hizmet: Hizmet külfeti. âzâd: Serbest bırakma, hür olma. inkıraz: Sönme, son bulma. firak-ı ebedî: Sonsuz ayrılık. adem: Yokluk. in’idam: İdama gitmek, mahvolmak, yok olmak. Fâil-i Hakîm-i Rahîm: Bütün merhamet ve hikmet fiillerinin sahibi olan Allah. tebdil-i mekân: Mekân değişikliği. vatan-ı aslî: Asıl vatan. mecma: Toplanma yeri. âlem-i berzah: Kabir âlemi. visal: Kavuşma. |
Depresyonu, Allah ve ahiret inancıyla aşmak |
Değerli ve muhterem hocam Halit Ertuğrul,
Hayatımda yazdığım mektupları toplasam, üç-dördü geçmez. Çok istemeden veya çok zor durumda kalmadan mektup yazmam. Şimdi çok zor durumdayım. Bu mektubu yalnızca bir mektup olarak değil, bir ümit, bir yardım, bir şifâ dileğiyle yazıyorum. Ben bir öğretmen adayıyım. Okulumuzun bitmesine bir yıl kaldı. Kalabalık ve yoksul bir ailenin kızıyım. Evimizde fakirlik ve tartışmalar eksik olmaz. Bu kırıcı ve stresli ortam, sinirlerimi yıprattı. Kendimi çok kötü hissediyorum. Yardıma ve tedaviye ihtiyacım var. Kendimi bitkin, yorgun, dağınık ve zavallı hissediyorum. Direncim ve ümidim yok. Dünya boş, insanlar düşman gibi geliyor. Bunalımlar ve depresyon içindeyim. Durmadan ağlıyorum. Olaylar beni çok etkilediği zaman da baygınlık geçiriyorum. Kendimi teselli edersem, arkadaşlarım ve yakınımdaki insanlar destek olursa, kendime geliyorum. Yoksa yaşayan bir cenaze gibi oluyorum. Hocam bana yardımcı olur musunuz? Sizin önerilerinize uyarım. Yeter ki, bu sorunumu halledeyim. Ne olursunuz bana mektup yazın, sorunumla ilgilenin. Allah’ım yâr ve yardımcınız olsun. Saygılarımla...
Ayşenur E.
TAVSİYELER
Sevgili Ayşenur Hanımın mektubunda ifade ettiği psikolojik bunalım ve depresyon, çağımızın en ciddî hastalığı haline gelmiştir. Bu konuyla ilgili, gerek öğrencilerimden gerekse de okuyucularımdan çok sayıda şikâyetler alıyorum. Dolayısıyla bu konu çok ciddî bir çalışma gerektirmektedir. Önce psikolojik bunalım ve depresyonların sebeplerini belirleyelim. Bu hastalık nasıl ortaya çıkar, sebepleri nedir? 1- Aile huzursuzluğu. 2- Arkadaş grubu ve çevrede yaşanan problemler. 3- Okul veya iş başarısızlığı. 4- Maddî kayıp, iflâs, ölüm veya şok olaylar. 5- Uzun süren hastalıklar. 6- Çok istediği bir amaca ve hedefe kavuşamama. 7- İnanç bunalımı, fikir veya ideolojik çalkantılar. 8- Hassas, çabuk kırılma hali. 9- Başkalarının kendisi hakkındaki görüşlerine çok değer verme 10- Duygu ve düşüncelerini dışarıya yansıtmama. 11- Stresle başa çıkamama. 12- Kendisini ifade edememe. Psikolojik bunalımı olan kişilerin büyük kısmında “ağlama” ortaya çıkar. Başka bir ifadeyle dozu kaçmış bir ağlama alışkanlığı da bir depresyon belirtisidir. Bu konuyu biraz açalım: Ağlamayı doğuran uyaranlar hem hüzün verici, hem de sevinç uyandırıcı uyarılardır. Beynin duygusal merkezlerinden çıkan emirlerle göz yaşı bezleri faaliyete geçer ve göz yaşı üretilmeye ve akmaya başlar. Tabiî ki, bu arada stres, gerginlik, aşırı sevinç ve heyecan giderilmiş ve yatıştırılmış olur. İnsanın kas ve sinir sistemini yatıştıran bir işlevi vardır ağlamanın... Bazen ağlama olayı normal sınırları aşar ve kişinin hayatını olumsuz etkileyebilir. Kişilik problemi veya psikolojik bir bozukluğu olan birçok insanda ağlamanın dozu kaçar. Aşırı ağlamanın en sık görüldüğü durumların başında depresyonlar gelir. Duygu dünyasında ve düşüncesinde hassâsiyet gelişen, alıngan olan insan, yolda gördüğü bir dilenciye, özürlüye... vs. acıyıp ağlar veya birisinin bir sözünden, davranışından yanlış anlamlar çıkarıp, ağlar veyahut da geçmişteki çok mutlu anları veya olumsuz günleri hatırlayıp ağlar... Depresyonun getirdiği enerji azlığından, yorgunluktan ve isteksizlikten dolayı çocuklarına, eşine, işine karşı görevlerini yerine getiremeyen depresyonlu insan, kendini suçlar ve üzüntüden ağlar; çocuklarına tahammülü azaldığında onlara bağırır, onları döver, sonra da pişman olup ağlar. Çekingen, utangaç ve sosyal ortamlarda yüzü kızaran, çarpıntısı olan, elleri ve sesi titreyen, sıkıntı yaşayan, çevrenin bakışlarını üzerinde hisseden, hep yanlış yapacakları endişesi taşıyan sosyal fobik insanlar da sık sık ağlarlar. Bu insanlar, depresyona da yatkındırlar. Çok alıngandırlar. Bu yüzden tepkilerini dışarı vuramayıp, içe atarlar ve de ağlarlar. Bazen de çevrenin hiç beklemediği bir şekilde ani tepkisel ve sinirsel davranırlar. Diğer yandan, ana babaları ve diğer büyükleri tarafından sürekli eleştirilen, aşağılanan ve diğer insanlarla mukayese edilen çocuklar ve gençler, eşler de eğer demokratik bir ortam yoksa, tepkilerini daha çok ağlayarak belli ederler. Görüldüğü gibi, dozu kaçmış bir ağlama davranışı içinde olan kişiye dikkat etmek lâzımdır. Bu ciddî bir problemin habercisidir. Bu tür ağlama davranışı gösteren bir öğrencim dikkatimi çekmişti. Çevresinde canını sıkan ve istemediği her şeye ağlayarak tepki vermeye çalışıyordu. Sonra tedavi oldu, sağlığına kavuştu. Bir kişide psikolojik bunalım ve depresyon belirtileri ise, şu şekilde kendini gösterir: 1- Yorgunluk ve bitkinlik. 2- Sürekli uyuma ve yataktan kalkmak istememe. 3- Çeşitli ağrılar, uyuşmalar ve yanmalar. 4- Mide ağrıları. 5- Neşesizlik ve hayattan zevk alamama. 6- Ani çıkışlar, çabuk sinirlenme, alınganlık hali. 7- Gürültü ve kalabalığa karşı hassasiyet. 8- İştahsızlık hali. 9- Uyku düzensizliği, uyuyamama. 10- Alkol ve uyuşturucuya yatkınlık. 11- Kalabalıktan uzaklaşma, yalnızlığı tercih. 12- Hayattan bezme, ölmek düşüncesi. 13- Gelecek korkusu. 14- Deli olma, çıldırma korkusu. Uzmanlara göre yukarıda sayılanların yarıdan fazlasını yaşayan bir insan, bir depresyon içindedir. Derhal bir uzman doktora başvurması gerekmektedir. Psikolojik bunalımı olan ve depresyon eğilimi belirlenen insanlar ne yapmalıdır? Bu konudaki tavsiyeleri şöyle sıralamak mümkündür: 1. Önce paniğe kapılmayın. Çok ciddî bir hastalıkla karşı karşıya bulunulduğu korkusuna girmeyin. Unutmayın ki, normal sınırlardaki hastalık hissi, insanın kendi kendini daha iyi koruma ve kollamasına yardımcı olur. Eğer panikleyerek endişe içine düşerseniz, o zaman ilk ciddî sıkıntılar baş göstermeye başlar. 2. Derhal konunun uzmanı bir doktora gidin. Kimsenin sizin için ne diyeceğine bakmayın, derhal tedaviye başlayın. Tedavi 3-5 ay sürebilir. Hiç önemli değil. Büyük bir riski uzaklaştırmış olursunuz. 3. Hoşnut olmadığınız ve üzerinizde kötü etki yapan çevrenizi değiştirmeye çalışınız. Veya aynı etkide bulunan arkadaş grubunuzu bırakın, yeni bir arkadaş grubu oluşturun. 4. Sevmediğiniz işinizi, okulunuzu veya sizi sıkan hayat anlayışınızı gözden geçirin. Daha olumlu alternatifler arayın. 5. Size müsait şartlar sunamayan aile ortamınız için çareler düşünün. Anne babanızla konuşun. Öğrenci iseniz, okulunuzu başka bir şehirde seçerek çevre değiştirin. 6. Sizinle ilgili dedikodular sizi rahatsız ediyorsa, bunun kaynağını bulun, düzeltmeye çalışın ya da göze batan hareketlerinize dikkat edin. 7. Moral değerler açısından güçlenmeye ve yeterli olmaya çalışın. Moral değerler, insan psikolojisini etkileyen birçok probleme çözümler sunarak, kişiyi rahatlatır. Konuyu bir hatırayla bağlamak istiyorum: Yaşadığı olumsuz şartlar dolayısıyla uzun bir zaman psikolojik bunalıma giren bir öğrencimin bana anlattıkları önemli tesbitleri vardı. “Hocam,” demişti. “Bu hastalığı şu şekilde yendim: “Önce hasta olduğuma inandım, tedavi olmak zorunda olduğumu anladım. Sekiz ay bir klinikte ilâç tedavisi aldım. Sonra da doktorumun tavsiyesine uydum. Doktorum bana hem ilâç hem de bazı koruyucu tavsiyelerde bulundu. Ayrıca kuvvetli bir imanın da, psikolojik bunalımlarımın aşılmasında etkili olduğunu söyledi. Zaten içinde Allah’a ve ibadetlere karşı bir eğilim vardı. Bu alanda bol bol kitap okudum, sohbetler dinledim, yeterli kişilerle ve uzmanlarla tanıştım. “Bu dünya içinde bir yolcu olduğumu, esas mekânımın ahirette bulunduğunu fark ettim. Bu, bana müthiş bir şekilde sabır ve dayanma gücü verdi. ‘Allah’tan gelen safa geldi, hoş geldi’ diyerek bir tevekküle kavuştum. O zaman hadiselerin beni çok yıpratmadığını fark ettim. Yani Allah’a dayanmak ve teslim olmak insana direnç, güç ve kuvvet veriyor. Bu da hastalıklarla mücadelede çok önemli bir avantaj sağlıyor.” Özet olarak, psikolojik bunalımı ve depresyonu olan, mutlaka hem ilâç, hem de moral değerler açısından kendisini tedavi ettirmesi gerekir. |
On bir ay da sen bizi tut oruç! |
Zamanın sel dolaplarında Ramazan ne çabuk geçti, bayram bir içim su gibi aktı; ömür, hızlı akan bir nehir gibi hız kesmeden koşuyor sona, ölüme doğru… Ömrü hayatı geride bırakılanlar, ileriye gönderilenlerle doluyor, dolduruluyor… Daha yeni alışmış, daha yeni aşina olmuştuk mağfiret ve bağışlanma ayına, doymadan doyamadan yitip gitti ömür ellerimizden, gönül tellerimizi duâ duâ titreterek… Bir rüzgâr gibi esti, sel gibi aktı, yıldız gibi kaydı ömür semamızdan, bayramın aydınlığı bile kayboldu günlerin koşuşturmalarına terk ederek… Şimdi yapılacak olan oturup hüzün devşirmek değil; geride bırakılanların, ileriye gönderilenlerin muhasebesini yapmak; Ramazanda ne gibi iyi bir haslet kazandık, ne gibi kötü bir hasleti ıslâh ettik? Okunan Kur’ân-ı Kerim’ler, edilen duâlar, getirilen Salâvat-ı Şerifeler aklımız, kalbimiz, lâtifelerimizde ettiği yer nedir? Akleden kalple onları gözlemlemek, görebilmek zâhir davranışlara yansımasını, davranış düzeyinde seyredebilmek yaşantıda… Öfke atını ıslâh edebildik, hırs hasaretini tesirsiz hale getirebildik, dünyevî heyecanları söndürebildik, boş şeyleri boş verebildik, zamanı azamî derecede uhrevî işlere yönlendirebildik, imanî inkişafı dünya ve içindekilerinden daha bir önemser duruma gelebildik, tefekkür ve tezekkür şükrü, bizim için daha sevimli bir hâl aldıysa biz oruç tutmuş, oruç da bizi tutmuştur… Ne güzel böylesi tutuşmalar, ne güzel böylesi buluşmalar… “Kıl beni ey namaz!” demek yetmez, önce sen namazı kılacaksın ki namaz da seni kılacak; oruç da öyle, diğer ibadetler de… Cehennemden kurtaran cennete ulaştıran bundan ötesi rızaya eriştiren ibadetler; biz onlara yöneldikçe onlar da bize yönelir, bir adım da olsa irademizle biz atmalıyız öncelikle, ubudiyet bunu gerektirir… Çapraz sorgularla nefis bertaraf edilebilecek duruma geldiyse, suçunu itiraf eder; Yunus’un (as) balığın karnında yaptığı zikri yapar içtenlikle samimiyetle, sonrasında sahil-i selâmet… Şecere-i yaktîn yenir ki, o gün bayramdır, kurtuluştur, bağışlanmışlıktır… Nuh (as) tefekkürü damgasını vurdu bu Ramazan’da, sel sular ubudiyet deryasına aktı yürek yatağından, ibret nazarlar boş vermedi küçüğünden büyüğüne olan her hadiseyi… Şimdi o tefekkürü yenileyerek ve genişleterek yaşatmakta; yeni mecralara taşımak ve taşmak, yürek yükselmeleri, gönül dalgalanmalarıyla… Hangi Peygamber kıssası hayatımıza ışık ve yön veriyor? Bize göre olumsuz olan bir hadise, nasıl bir Kur’ânî açılım sergiliyor aklımızda, kalbimizde… Yoksa manşetlerin esiri miyiz? Hayır, hayır ne biz oruç tutmuş, ne de oruç bizi tutmuştur, namazlarımız da kezâ öyle… Ramazan bir yılın, bin ayın milâdı; Ramazan’dan önce ve sonrasında bir değişiklik yoksa ubudiyet ve ibadet babında, tefekkür açılımında, zikir şevkinde, biz ziyandayızdır, veyl o kimselere… Dert dalgalarında sabır ve şükür kulaçlarıyla ubudiyet denizinde yüzüyorsak, tevekkül gemisine binmeyi Hak’kın izniyle hak etmişizdir, Rahmet eli bizi tutmuştur… Deniz de, çöl de olabilir, şehrin ortası da, dertlerin yumağı da; değişmeyecek olan tevekküldür, tevekkülü besleyen tefekkür ve tezekkürdür… Biz bir ay oruç tutmuşsak, o da on bir ay bizi tutar; şükürsüz sellerden, isyankâr depreşmelerden korur, boş şeylerden çekip çıkarır… İleriye gönderdiğimiz; okunan Kerim Kur’ân’ın sevabını, edilen duâların icabetini, getirilen salâvatların makbuliyetini bilemeyiz… Dönüp geriye kendi zâhirimize bâtınımıza bakabiliriz; ne kadar kötü hasletimizi bertaraf edebildik, ne kadar iyi haslet kazanabildik? Bu soru bizim cevaplayacağımız soru, bunla meşgul olup Rububiyet işlerine karışmadan on bir ay böyle geçirirsek ömrü hayatımızda bereketi yakalamışızdır... |
Yıllar |
İnsanı saran, çevreleyen zamân; zamânın insan ömrüne göre bölünen dilimleri: yıllar! Bir kısmı geçmişte, bir kısmı gelecekte; kimi sisli, kimi berrâk; mütebessim, müteellim; hayâller, inkisâr-ı hayâller... Yıllar: sevimli, günâhsız, tatlı... Yıllar: şaşkın, kararsız, mütecessis... Yıllar: güvenli, azimli, tuttuğunu koparır... Yıllar: olgun, müsâmahakâr, ölçülü... Yıllar: tahassür, muhâsebe, pişmanlık... Yıllar: mâzî, mâzî, mâzî... Her biri bize bir şeyler getiren; her biri bizden bir şeyler götüren... Geçmişte dün gibi, sür’atli; gelecekte uzak, gelmek bilmez... Bu koskoca hüsrân ağacının tohumu mâzîde ufacık bir hatâ... Hayretmeyen pişmanlıklar, pişmân etmeyen hayırlar... Kırgınlıklar, muhabbetler; nefretler, sevgiler; düşmanlıklar, dostluklar: Dört nala giden yıllar... Öğrenişler, tecrübeler; kaybedişler, arayışlar; bekleyişler, buluşmalar; ayrılıklar, kavuşmalar; düşüşler, kalkışlar; hakàretler, alkışlar; hastalıklar, iyilikler; kederler, sevinçler; ağlayışlar, gülüşler; doğumlar, ölümlerle yüklü yıllar... Yıllar: Gafletle geçen. Yıllar: Milim milim ölçülen. Yıllar: İsyân, günah, çirkinlik, şer, sapıklık dolu. Yıllar: İtâat, sevap, güzellik, hayır, hidâyet yolu... Dursun deyip durduramadığımız, geçsin deyip bitiremediğimiz yıllar. Saâdetlerin ânî, zevklerin fânî olduğu akan yıllar, yakan yıllar... Kıymetini bilenleri kıymetlendiren; ağlayanları güldüren; saatlerde, takvimlerde, ömürlerde çeviren, döndüren, öldüren yıllar... Çölleri vâha, kıraçları orman, çukurları göl, vîrâneleri mâmûre, metrûk harâbeleri meskûn, mütereddî kavimleri umrânın zirvesinde, hakirleri izzetli, mağlûpları gàlip, makhûrları haşmet ve azametli, esirleri müstevlî, zayıfları kavî, ihtiyarları genç, ölüleri hayâtdâr gören yıllar... Nokta nokta, harf harf levh-i mahfûzda kayıtlı yıllar... Hesâbı görülecek yıllar, defteri dürülecek yıllar... |
İman merkezli hayat |
Tanpınar, mahallenin erkeklerinin akşamüstleri Elâgöz Mehmet Efendi Camii’nin bahçemsi avlusunda oturarak konuştuklarını anlattıktan sonra, camiin, dolayısıyla ibadetin eski hayatımızdaki yerine şöyle değinir: “Bundan otuz kırk sene evvel eğlence için bir yere gelmezlerdi. Hatta asıl birleştirici olan şey bunlar değil, ibadetti. İman dediğimiz duyguyu içinde duysun ya da duymasın, herkes evinden çıkarken onun kisvesine bürünürdü. İman sadece bizi Allah’a bağlayan bağ değil, ortak kıyafet, yüz ifadesi, yaşama şekli, özetle toplum hayatında nezaket ve merasim dediğimiz şeylerin, yani karşılıklı ilişkilerin tek kaynağıydı.” (B. Ayvazoğlu, Şehir Fotoğrafları, s. 51) BİR ÇOBANIN DUÂSI
Davar güden bir çobana öyle ilhamlar gelir, kendi başına öyle duâlar eder ki, bazen o gönül zevkini ne mektep, ne de medrese veremez: “‘Yâ Rabbi! Bunlar bana emanet, ben bunlardan mes'ulüm. Sen kâinatın sahibisin, herkesin rızkını verirsin, beni mahcup olmaktan koru, güttüğüm bu davarlara bol süt ver. Sen birçok peygamberine nübüvvet vermeden evvel çobanlık yaptırdın. Önce hayvan gütmesini öğrensin ki, sonra insanları idare etsin... Beni de bu hayvanların başına çoban yapmışsın, ıssız dağların başında yalnız Seninleyim, kusurlarımdan dolayı beni bağışla,’ diye yalvardığı zaman bu münâcata her halde melekler bile imrenir.” (Benim Köyüm Değirmenlik, Ali Sümbül, s. 95)
AYDINLIK NE ZAMAN?
Bir bilge öğrencilerine demiş ki: “Geceyle gündüzü nasıl ayırt edersiniz? Tam olarak ne zaman karanlık başlar, ne zaman ortalık aydınlanır?” Öğrencilerden bir tanesi dedi ki: “Uzaktaki sürüye bakarım. Koyunu keçiden ayıramadığım zaman akşam olmuş demektir.” Başka bir öğrenci söz aldı: “İncir ağacını, zeytin ağacından ayırdığım zaman anlarım ki, sabah başlamıştır.” Bilge böylece söz alan öğrencilerini dinlemiş, ancak hiçbir şey söylememiş. Meraklanan öğrencileri, bilgeye kendisinin ne düşündüğünü sormuşlar. O da şunu demiş: “Yürürken karşıma bir kadın çıktığında, güzel mi, çirkin mi, siyah mı, beyaz mı diye ayırmadan, ona kız kardeşim diyebildiğimde; ve yine yürürken yoluma çıkan erkeği, yoksul mu, zengin mi diye bakmadan, milletine, ırkına, dinine aldırmadan insan kardeşim sayabildiğimde anlarım ki sabah olmuştur, aydınlık başlamıştır.”
GIYBETİN KÖTÜLÜĞÜ
*Peygamber Efendimiz (asm) gıybetçinin kötü akıbeti hakkında şöyle buyurmuşlardır: “Mi'râca çıktığım gece, tırnakları ile yüzlerini tırmalayan bir takım kimseler gördüm. Cebrail’e: “Bunlar kimdir?” diye sordum. Cebrail de: “Bunlar insanları gıybet edip çekiştirenler, gizli hallerini araştıranlardır,” dedi.
*Süleyman bin Câbir anlatmaktadır: Resûl-i Ekrem’e gittim ve: “Bana faydalanacağım bir hayrı anlat,” dedim. Resûl-i Ekrem: “Kardeşini güler yüzle karşıla ve ayrıldığı zaman gıybetini yapma,” buyurdu.
İLGİ
Adamın birinin muhteşem bir bahçesi vardı. Çiçeklerin her türlüsünün bulunduğu bu bahçe, ülkenin her yanında ünlenmişti. Bahçıvan da, bahçeye gözü gibi bakardı. Bir gün ev sahibi uzun bir iş gezisine çıktı. Aylar sonra döndüğünde o dillere destan bahçesinin harabeye döndüğünü gördü. Derhal bahçıvanı çağırttı. “Bu ne haldir, bu bahçeye ne oldu böyle?” diye sordu. “Beyefendi, siz buradayken, her gün bahçeyi dolanır, yaptıklarımın çok güzel olduğunu söylerdiniz. Yokluğunuzda baktım ki, bu güzelliklerle ilgilenen takdir eden hiç kimse yok. Ben de boşverdim.”
HAYATIN ANLAMI
Hayatın anlamını arıyorsanız bunun iki yolu vardır: Biri, kitapları okumaktan geçer; diğeri sevgiden.
Mevlânâ
DUÂ ETME İSTEĞİ
Ben duânın kabul edilmemesi kaygısını taşımam. İçimde duâ etme isteğinin olmaması kaygısını taşırım. Çünkü kişiye duâ etme isteği verilmişse, kabul onunla beraberdir.
Hz. Ömer (ra)
MUSÎBETE NASIL BAKMALI?
Maddî musîbetler, büyük gördükçe büyür, küçük gördükçe küçülür.
Bediüzzaman
EŞ SEÇERKEN...
Eş seçmek, kitap seçmeye benzer. Güzel bir kapak ve cilt ilginizi çekebilir. Fakat, muhtevası iyi olmadıkça sonunu getirmek zordur.
Konfiçyüs
DÜNYA ÜÇ GÜNDÜR
Dünya üç gündür: Dün, bugün ve yarın. Dün geçti, yarının geleceği belli değil, öyle ise, bugünün kıymetini bil!
Hasan-ı Basrî
HİKMET
Tanrı’nın hikmetini bilmek isterdim, gerisi ayrıntıdır.
Albert Einstein
İNSAN VE KÂİNAT
İnsana sığabilene kâinat derim, kâinata sığamayana insan derim.
Muhammed İkbal
DİN VE BİLİM
Hiçbir inanç sisteminde din ve ilim kaynaşması İslâm’da olduğu kadar ayrılmaz bir şekilde gerçekleşmemiştir.
Rosenthal
“AKŞAM OLUYOR...”
Tanburacı Osman Pehlivan’ın, bir gün Hamdullah Suphi’ye söylediği sözü ne kadar beğenirim. O; “Ne haber?” diye sorunca, “Akşam oluyor...” demiş.
Abdülhak Şinasi Hisar
BİR BAŞKA SÖZLÜK
Hasta: Sıhhatin değerini anlamaya başlayan insan. İsraf: Delik kese. İmlâ: Düz yazının güzel huyu. Balon: Uçucu, geçici şöhret. Sükût: Belâgat, dehşetli söz.
(Âlî Bey, Lehçetü’l-Hakâyık / Hakikatlerin Dili) |
GECE |
Gece olunca insan yine kendisiyle baş başa kalıyor, gayriihtiyarî yine derin bir tefekküre dalıyor, aklından veyahut kalbinden kim bilir neler neler geçiriyor; belki hayır belki de şer, kim bilir, insan değil mi? Mazisini, ânını hatta istikbalini düşünüyordur, çünkü düşünmek için geceler çok uygun bir vakit ve çok iyi bir dinleyici; haykır, bağır, çağır, ağla, istersen gül kendi kendine, korkma gece sana deli demez. Gece seni çok iyi anlar, o çok iyi bir dost… Hatta kimilerimiz sevmez. Sebepleri ise mânâsız korkular. Keşke Allah korkusundan, günahlarının korkusunda olsa ama değil işte. Her biri lüzumsuz endişeler… Geceler benim en güzel dostum, yoldaşım. Az mı ağladım, az mı güldüm sana benim değerli arkadaşım. Uyku bile seninle tatlı ey gece. Değil mi ey insanlar, uykuyu yoksa gündüzleri mi seversiniz? Elbette geceleri… Şimdi sana sesleniyorum benim sus pus olmuş yârim. Benim, benim gibilerin derdini dinledin, hiç sıkılmadın, hiç usanmadın, bizlere kucak açtın ama ne yazık ki insanlardan eskisi gibi vefa göremiyorsun değil mi? Her biri değişmiş, dürüstlük, doğruluk ekseninden sapmış, sana iki üç kuruşluk dünya derdini paylaşıyorlar, sen bu kadar basit dertleri dinleyecek hâle mi gelecektin ey gece! Biliyorum sen de dertlisin, haklısın tabi, yıllardır insanoğlunun kahrı çekilir mi? İnsan insanın kahrını çekemez oldu, artık senin en büyük hakkın dertlenmek... Ağlayabiliyorsan, ağlayabilmek senin en büyük hakkın. Lisân-ı hâlini anlayabilene ne mutlu. Ben seni şimdi anlayabiliyorum. Benimle konuşmak ister misin? Ağlaşalım birlikte, her birimiz kendi hallerimizle dertleşelim, çünkü biz dostuz. Önce ben başlayayım derdime, sonra sen devam edersin. Gece: -Eee anlat bakalım Tahir, nedir derdin? Yine neyden şikâyetçisin? Tahir: -Bu sefer kendimden şikâyetçiyim gece, kendimden ve nefsimden. Dünya derdine öyle düşmüşüm ki, ne fakiri görür oldum, ne mazlûmu, ne yetimi, ne de Hakk’ı görür oldum. Gözlerim görse de asıl gözlerim kör oldu, kalp gözüm kör oldu. Gece: -Bir zaman padişah balık tutan bir adama rast gelir. Padişah adama der ki: ‘Hangi ağırlıkta balık tutarsan sana sarayımdan o ağırlıkta altın vereceğim. Adam atar oltayı denize, ama balık değil de kemik parçası çıkar denizden. ‘Olsun’ der padişah, doğruca saraya varırlar. Terazinin bir kefesine kemiği koyarlar, diğer kefesine de altınları. Fakat ne çare bir türlü kemiğin ağırlığına denk gelmez altınlar. Âlimlerden biri durumu anlar ve der ki: ‘Bu kemik açgözlü, doymak bilmeyen bir insanın kemiğidir, siz ne kadar altın koyarsanız koyun o kemik yine altınların ağırlığına denk gelmez.’ İşte Tahir, insan yaratılışından bu yana ihtiyacı, istekleri, dünyadan beklentileri hiç bitmez. Sürekli devam eder. Baksana dünyanın haline, insanların vaziyetine, dün neyin derdiyle yanıyorlardı, bugün neyin derdine ağlıyorlar. Hep fani, boş işler yüzünde kendilerinden başkalarını düşünmez olmuşlar. Kimileri ağlanacak hallerine kahkaha atar hâle gelmişler. Bediüzzaman’ı bilir misin? O zat, insanların halini daha önceden görmüş, gösterilmiş ki, şu sözcükler dilinden dökülmüş: ‘Ben cemiyetin iman selâmeti yolunda âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası, ne Cehennem korkusu var. Cemiyetin, yirmi beş milyon (Türkiye’nin o günkü nüfusu) Türk cemiyetinin imanı nâmına bir Said değil bin Said feda olsun. Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cennet’i de istemem. Orası bana zindan olur. Milletimin imanını selâmette görürsem Cehennem’in alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken gönlüm gül gülistan olur.’ Eee Tahir, Peygamberler 'nefsi nefsi' derken, Kâinatın Gülü (asm) ‘ümmeti ümmeti’ dememiş miydi? İnsanlara ne oldu, biliyor musun? İnsanlar Haktan uzaklaştı, gaflete daldı. Güzelliklerin arkasındaki san'atkârı göremez oldu, maddiyata bel bağladılar, Allah (cc) yerine maddiyâttan medet umdular. Torunlarına da bunu aşıladılar. Aman sen sakın ha, asıl Rabbin olan Allah’ı unutma, sakın nefsine itimat etme, onun isteklerini yerine getirme. ‘Nefis daima kötülüğü ister’ diye buyurur Kur’ân. (Bu arada sen Bediüzzaman’ın kitaplarını oku, sana hadsiz faydası dokunacak, kendini bulacaksın. Peygambere aşık olacaksın, insan olmanın gerektirdiklerini kavrayacaksın. Sırlara vakıf olacaksın zamanla.) Bakıyorum da gözlerinden yaşlar damla damla süzülüyor. Ağla Tahir, ağla, Allah için ağla, günahların için ağla, insanlığın gittiği kötü hâle ağla. Ama en çok kendine ağla, günahlarına, hatalarına, vefasızlıklarına, riyakârlığına, isyankârlığına ağla… Ölüm hakikatini de sakın unutma, basit değil ölmek, hatta öldükten sonra dirilmek ve işlediğin her günah için hesap vermek o kadar kolay değil. Diyorlar ki; insan o hesap gününde terleriyle boğulacak. Aman kardeşim ne olur hayatını dikkatli yaşa ne olur. Benim derdime de gelince, sen yeter ki iman sahibi olmaya çalış, gayret et. Dediğim gibi Risâle-i Nurları çok çok oku. Başkalarının da imanına vesile olmaya çalış, o bana yeter. ‘Cennet ucuz değil cehennem dahi lüzumsuz değil.’ Gayen tek olsun. Kalbin nurlarla dolsun. Bu söylediklerimi yaparsan benim de derdim kalmaz. Çünkü Tahir, Allah için geceleyen eskisi gibi kimse kalmadı. Yaman Dede ne güzel de halini anlatmış şiirinde:
Seccadeden kumlardı Devirlerden, diyarlardan Gelip göklerde buluşan Ezanların vardı!
Mescit mü’min, minber mü'min Taşardı kubbelerden Tekbir, Dolardı kubbelere; âmin!
Ve mübarek geceler, duâlarımız, Geri gelmeyen duâlardı Geceler ki pırıl pırıl, Kandillerin yanardı!
İşte onun özlemi, benim özlemimdir. Onun derdi benim derdimdir. Başka zaman tekrar beklerim dertleşmeye kardeşim, selâm eder, Allah yar ve yardımcın olsun. |
Duâ |
Rabbimizle bir olduğumuz zamandır Duâ Rabbimize sığındımız zamandır, Duâ İçinde bir sürü istek olduğu zamandır Duâ Tek aslında O’nun olduğunu bildiğimiz zamandır, Duâ Zamanla, sabırla ve umutla beklediğimiz zamandır, Duâ
ZEYNEP MENTEŞE |
25.09.2009 |