Elif Eki |
HALİT ERTUĞRUL |
Çok sinirliyim... Çabuk kızıyorum, bunun çaresi yok mu? |
SORU: Çevremdeki insanları çabuk kırıyorum. Çok sinirliyim. Hemen köpürüp, sağa sola saldırıyorum. Sonra da bin pişman oluyorum. Bu huyumu hiç sevmiyorum. Ama terk de edemiyorum. Bu kötü huyumla mücadelemde bana nasıl yardımcı olabilirsiniz? (Faruk ERYILMAZ)
Her insanın, olaylar karşısında göstereceği “ilk tepki”si farklıdır. Bazı insan olaylara tepki verirken, hiç düşünmeden, tartmadan atlayıverir, yıkar, kırar. Sonucunun ne olacağını hesap etmediği ve tez canlı davrandığı için hem karşısındakini üzer, hem de kendisi üzülür. Bazı insanlar ise, son derece soğukkanlıdır. Bir olayla karşılaştığı zaman enine boyuna düşünür, zararı kârı hesap eder, ondan sonra tavrını ortaya koyar. Bazı insanlar da son derece politiktir. Olayı kendi lehine çevirmek için tam bir mantık oyunu sergiler, bir şekilde haklı veya kazançlı çıkmanın yolunu bulur. Buna sosyolojide “demagoji” denir. Söz kalabalığı ve mantık oyunuyla işin içinden sıyrılır. Bazen bağlı bulunduğumuz kültür adeta bizi öfkeli olmaya zorlar ve hatta deyim yerindeyse, şartlandırır. Bazı anlarda kızmak zorunda olduğumuz inancına kapılırız. Okullarda öğretmenler öğrencilere karşı bazen beklenmedik bir tavır takınırlar. Ciddiyetlerini asık suratlı ve öfkeli davranarak ispatlamaya çalışırlar. Bu yüzden de hiç yoktan öğrencilerle veya velileriyle tartışmaya yol açarlar. Tabi bizim bu öfkeli davranışlarımız zamanla psikolojik dünyamızda büyük çatlaklar açar; artık beğenmediğimiz kendimizden uzaklaşmaya başlarız. Bundan sonra kendinden emin olmayan, tedirgin ve çekingen veya tam tersi saldırgan bir hayat yaşamaya mecbur kalırız. Bir kere öfke, hayatımıza damgasını vurduktan sonra, artık felâketlerin ve yıkıntıların sonu gelmez. Ve geçmişin etkisiyle gün geçtikçe daha da öfkeli duruma geliriz. Öfke, herhangi bir sebeple kızan kişilerde uyanan şiddetli bir duygu olduğuna göre, o anda kişinin ne hale geldiğini daha yakından incelemeye çalışalım. Öfke ânında insan, adeta bir akrep gibi kendi kendini sokar. Çoğu zaman öfke açıkça kendini gösterir; hatta bazen hiddet şiddete dönüşür. Bundan sonra duyulan pişmanlık baskı altında tutulur. Hayatta bir insanı kontrolsüz öfke kadar hayvanlaştıran, sakatlaştıran başka bir şey yoktur. Öfke, denizlerdeki fırtınaya benzer. Fırtına dindikten sonra bile dalgalar devam eder. Öfkelenen kişiler alkol veya uyuşturucu kullanmış gibi sarhoş olur ve iradelerine hâkim olamazlar. Aniden öfkelenen ve kendine hakim olamayan insanlar, tıpkı uyuşturucu bağımlıları gibi kendilerine olduğu kadar başkalarına da zarar verebilirler. Bunları tedavi etmek, kötü alışkanlıkları olan diğer insanları tedavi etmek kadar önemlidir. Öncelikle öfke ânını anlamak gerekir. Öfke hiçbir zaman durup dururken gelmez. Mutlaka bir işaret verir, geldiğini belli eder. Isıtılan suda önce kabarcıklar oluşur; öfkelenen insanda da buna benzer, öfke kabarcıkları görünür. İnsanın hâl ve hareketleri değişmeye başlar; öfke o insanın konuşmasına, sözcüklerine yansır. Öyle ki bu insanların ruh halleri neredeyse yüzlerinden okunur. Öfkeyi hissettiğimiz an onun emrinden çıkmaya çalışmalıyız. Bir anda geçmiş ve gelecek kaygısından uzaklaşmalıyız. O anda olan olayları büyütmeden, öfkenin sebebi anlaşılmaya gayret edilmelidir.
Olaylara karşi ılk tepkımız nasil olmalidir? 1- İlk tepkinizde çok acımasız ve çok kırıcı olmamak için biraz beklemeyi veya oradan uzaklaşmayı deneyin. Araya ne kadar zaman girerse, o ölçüde kızgınlığınız hafiflemiş olur. 2- Tepki vermeden önce “Bu tepki bana ne kazandıracak ve ne kaybettirecek?” diye, düşünün. Çünkü, vereceğiniz her tepki, sizden bir şeyler götürmemeli, size bazı artılar getirmelidir. 3- Bazen çabuk tepki vermek, çok zaman yıkıcı olabilir. Tepki vermeden önce, kendinize düşünme payı bırakın. 4- Çok kızgın ve sinirli olduğunuzda, kalkın abdest alın, iki rekât namaz kılın. Allah’ın huzuruna çıkmış olmakla hem psikolojik açıdan rahatlarsınız, hem de öfkenizi atmış olursunuz. 5- Tepki verirken kontrollü tepki verin. Kontrolsüz tepkiler, kontrolsüz sonuçlara yol açabilir. 6- Tepki verirken ön yargılı olmayın. Bazen sevmediğiniz ve hatta düşmanım dediğiniz insanlardan da alacağınız bazı doğrular vardır. Sonuna kadar dinleyin ve sonra değerlendirin. 7- Tepkiniz ve yorumlamanız mevcut problemi çözmeye yönelik olsun. Eğer tepkiniz mevcut problemi daha da arttıracaksa, kendinizi kontrol etmeye çalışın. 8- Değerlendirme ve yorumunuz, amacınıza ve hedefinize katkıda bulunmalıdır. Çalışmalarınızı engelleyecek ve sizi hedefinize gitmede alıkoyacaksa, bu davranışınızın olumlu olmadığını bilmeniz lâzımdır. 9- Sert tepki, sert tepkiyi çeker. Hiçbir problem sert tepkiyle çözülmez. Belki bastırılmış ve çözülmüş gibi gözükür ama, ileride daha büyük tepkilere yol açabilir. Bir problemin en uygun çözümü sert tepkiyle değil, akılcı, seviyeli ve nezaket kuralları içinde karşılıklı konuşmayla mümkün olur. 10- Yaklaşım şekliniz; akılcı ve mantık ölçüleriyle olmalıdır. Eğer yaklaşımınıza duygusallık ve hisleriniz hâkim olursa, birçok gerçek gözardı edilir ve sizi sıkıntıya sokar. 11- Olaylara hep iyimser açıdan bakarak, kötümser yönlerini küçültmeye, azaltmaya ve aşmaya çalışın. Hareket noktanız, kötümser yönden olursa, hiçbir zaman sonuçlar iyimserliğe dönüşmez. 12- Cevap vermeden önce düşünün. Sözü ağzınızdan çıkmadan önce kontrol edin, çıktıktan sonra artık kontrol bitmiştir. 13- Çevrenizi ve arkadaş grubunuzu iyi oluşturun. Çünkü kişiliğin oluşmasında bu faktörlerin rolü büyüktür. 14- Olaylar karşısında bazen susma hakkınızı kullanın, o anda konuşmayın. Panik bitip, öfke dağılınca konuşmaya başlayın. 15- İbadetlerinizi aksatmayın. Bir insanın en büyük freni ve koruyucusu ibadetlerdir. Sonuç olarak kırıcı ve sert bir yapıya sahip olan insanlar, kendi kendilerini bir çocuk gibi görmek, denetim altında bulundurmak ve sivri yönlerini yontmak için bir çaba içinde olmak durumundadırlar. Bunu yapan her insan kendi kendini eğitmek şansına sahiptir. Bir teori veya varsayım değildir. Öğrencilerim arasında bunu başarmış birçok insan vardır. Şüphesiz ki, öfkenin ilâcı sabırdır. Sabrın öfkeyi frenlemesi için, öfkenin bir çare olmadığını, faydadan ziyade zarar verdiğini, öfkenin haklı bir dâvâyı, haksız duruma düşürdüğünü, düşünmek lâzımdır. Çok zorlanıldığında “Seni Allah’a havale ettim” deyip, rahatlamanın yolu seçilmelidir.
|
Ayet-i Kerime Meali |
O takva sahipleri, bollukta ve darlıkta bağışta bulunanlar, öfkelerini yutanlar ve insanların kusurlarını affedenlerdir. Allah da iyilik yapanları sever. Âl-i İmran Sûresi: 134 |
Son nefes |
Ehemmiyetine binâen yazılan bir hayat hikâyesi bu… Bizzat, doğrudan doğruya bir hayat bilmecesi… Yazarının duygu yüklü kaleminden dökülen harflerin birleşmesiyle anlam taşıyan bir öykü… Onu onunla yaşamak ve onu onunla bilmek ve ona bir derece yanaşıp görüşmektir bu yazı… Gözlerinde yaş, me’yusâne bir hüzün ve dayanak noktası arayan bir garip yolcu… Kalbi elinde, aklıyla yürüyüş yapıyorken ıssız sokaklarda, kendini arayan bir yazar… Bir bakış ile başlıyor her şey… Altı cihetten altı yöne bakıyor. Her bir bakış başka âlemlere, başka düşüncelere sevk ediyor… Sonra ölüm sessizliği, sokak kedileri… Dert ortağı oluyor geceler ve can dostlar… Sonra konuşuyor, konuştukça coşuyor. Coştukça koşuyor bir bilinmezlik, adını koyamadığı bir âleme doğru koşuyor ve ardına bakmaksızın kaçıyor. Ve ansızın duruyor. Kaçınca bilmem kaçıncı tercihini yaşıyor olacaktı ki; farkındalığına varıyor. Duruyor… Derin bir nefes alıyor… Başını eğip, kalbine bakıp, ruhunu arayan seyyah misâli. Kalbine bakıyor ve görüyor ki; gölgeye yapışmış avare bir ruh… Bir ruh ki; yirmi dokuz sene zarfında beka-i ruhu bulamamış koca bir gövde… Sonra başını kaldırıyor aklına bakıyor, geçmiş günlerin hesabını soruyor… Görüyor ki; renkli balonlarla oynamış bir çocuk… Geçen zamana bakıyor, her şey alt-üst, dehşetengiz… İstikbale bakıyor, karanlıklı, korkunç, muammalı, vahşetengiz bir kapı… Önden gidenlere bakıyor, her şey akıp gidiyor, büyük bir sür'atle yok oluyorlar, kendisinin de o yolun yolcusu olduğunun farkına varıyor… Arkadan gelenlere bakıyor, ‘Yahu bunlar nereden gelip nereye gidiyorlar?’, hayretengiz muammalı bir bilmece… Şimdi arkasında bir ‘aslan’ hissediyor ve görüyor ki; omuzunda bir ağırlık, Azrail pençesi bu… Bakış o bakış, gidiş o gidiş…
ABDULBASİR ŞEKER |
Göç zamanı |
Hazan mı geldi yoksa Neden uçuşuyor başımda turnalar. Göç zamanı geldi belki de. Vücudumun temel taşı.. Düşmüş bedenimden yere. Titriyor ellerim.. Ömrüm bir yokuştan koşarak iniyor. Gelmiş gibi son demim.. Gözlerimin feri siliniyor..
Her göç zamanı Büyür içimde hasret çınarı. Durduramaz hiçbir şey Çağlar göz pınarı. Hayal olur gider. Yaşarken her canlı. Nasıl varsa, her şeyin harmanı Öyle bir mevsimdir göç zamanı..
Gösterir güneş solgun yüzünü. Gölge kaplar bütün yamaçları Yavaş, yavaş kapanırken gözler. Aralanır sırlı perdeler. Bitiverir geçmez denen saatler. Bir acı kor gibi, yakar insanı Serinletmez soğuk sular bile Çatlayan dudakları..
Çok geç artık, canlansa bile Yaşanmamış günler gözünde. Süre dolmuş bir kere zamandan. Olmuş ömrün akşamı Göz açıp kapayana dek.. Gelir göç zamanı..
ŞEVKİ ÇİFTÇİ |
Îsar |
İnsanın, başkalarını kendisine tercih etmesi mânâsına gelen isar, toplumun menfaat ve çıkarlarını şahsî çıkarlardan önce tutmaktır. Susuz kalmış birkaç damla suyunu paylaşıyor Müslüman kardeşiyle, aç ve bir lokma ekmeği olmasına rağmen ekmeğini paylaşıyor Müslüman kardeşiyle... Onlar öyle mü’minlerdir ki, kendilerini sıkıntı içinde bulsalar dahi, başkalarını kendi nefislerine tercih ederler. (Haşr: 9) Bu âyet-i kerimede belirtildiği gibi, bizim için önemli olan belki de bizim kurtuluşumuza vesile olacak kavramın ehemmiyetini anlamak ve uygulamak. Biliyorum ve hissediyorum ki, günümüzde böyle mü’minler vardır. Onları her zaman bilemeyiz, çünkü onların sağ elinin verdiğinden sol elinin bile haberi yoktur. Onlar bunu bir vazife bellemişlerdir ki, onlar için bu kavram ekmek, su gibi vazgeçilmez olmuştur. Allah rızası için yaparlar her şeyi onlar. Allah yolunda harcarlar her malı candan, içten ve gönülden. “Malını Allah yolunda ver, biriktirip sayma, sonra Allah da (cc) sana verirken sayar. Malını bir yere koyup saklama, sonra Allah da (cc) senden saklar.” (Buhari, Müslim) O mü’minler öyle cömert, öyle cömerttir ki, onları görsek bir, şaşıp da kalırız. Tabiî ki onlara değil, çünkü onlar İslâmı anlamış ve kavramış insanlar. Kendimize şaşarız, acizliğimize şaşırırız, belki de hıçkıra hıçkıra ağlarız da gözlerimizden akan yaşlar damla damla gider o cimri yüreğimize, onu boğup da öldürür. Gönül dilimiz de nasibini alır bundan, o da düğüm düğüm olur. Çünkü o bizim acizliğimizi, vefasızlığımızı, şükürsüzlüğümüzü, cimriliğimizi, bencilliğimizi bilen tek şeydir. “Cömertlik, cennet ağaçlarından bir ağaçtır. Dalları yere sarkmış durumdadır. Kim o dallardan birine sarılırsa, o dal onu cennete götürür.” (Darekanti) Buradan bütün Müslümanlara sesleniyorum. Bu bir acizin seslenişi: Zaman cimrilik zamanı değil, zaman fedakârlık zamanı. Zaman bu dallara birlikte sımsıkı tutunma zamanı. Bu dallar bizi bekliyor. Sevgi ve saygılarımla.
N. SERKAN DAĞLI |
Hizmet |
İslâma, Kur’ân’a hizmet… Nura, imana hizmet... Zor şartlar ve mekânlarda insanlığa hizmet... Ne mutlu bu bilinci zihnine kazıyıp bu uğurda uzun yollara çıkanlara, engebeli dağlarda bir yol bulup vazifesini yapanlara... Asr-ı Saadet’i yüreğinde yaşama ve başkalarına da yaşatma arzusu taşıyanlara... Mutlu olsunlar, sevinçle dolup taşsınlar, hatta saklı kalan gözyaşlarını artık akıtsınlar. Gizli kalmasın hiçbir hakikat, yeter denilsin imana yapılan tahribat... Ve dillerde dolansın Nurlar, bir gün bize de yazılır elbet bir na’at. Evet hizmet… Hizmet bir gurbet, gurbet bir hicret… Yardan, anadan, atadan ırak olmak. Sineye özlem çekip, elleri duâya kaldırmak, tevekküle iltica etmek. Gün gelir yalnızlıkla tanışmak ve onunla dost olmak. Aslında o an insan düşünmeli, yalnızlığın bir nimet olduğunu. Yaratana bir kat daha yakın olduğunu. Belki de duâlarının kabule erdiğini. Düşünmeli. Düşünmeli… Yeis düşsün yeise, yakışmaz zaten teslim olmak bize, yakışan şey ümitvar olmak. Maziye de, istikbale de ümitle sarılmak. Yakışmaz bize başladığımız hizmeti yarıda bırakmak. Gereken, sınırları zorlamaksa onu yapmak ama bize yakışan hizmetimizi tamamlamak. Gaflete düşenlere uzatmalı Nurdan bir el, o eli geri çevirmemeli. Geri itilse de ellerimiz sabırla, inatla, aşkla, şevkle, inanarak, hissederek Nurdan elleri tekrar uzatmalı, gafleti mağlûp etmeli. Zübeyir Gündüzalp’i dinlemeli eğer rahat bir hayat istiyorsak. Bize ancak kabirde rahatlık var. Bize dünyada zahmet, ahirette rahmet var.
TAHİR DOKUMACI |
‘Cemaatleşme’nin sağlığa da faydası var! |
ABD’nin Michigan Üniversitesi’nde yapılan bir çalışma, yakın ilişki içindeki insanların izole yaşayanlara oranla daha mutlu ve sağlıklı olduklarını ve daha uzun yaşadıklarını ortaya koydu. Ayrıca birbiriyle iletişim hâlinde olmanın sağlığa iyi geldiği de belirtildi. Botanikle ilgili soruları cevaplandırması istenen deneklerin birbirleriyle iletişim hâlinde olmaları halinde progesteron hormonu seviyeleri artarken, soruları tek başına cevaplayanlarda hormonun düzeyinde düşüş tesbit edildi. Ekibin lideri Prof. Stephanie Brown, araştırma sonuçlarının, yakın ilişki içindeki insanların izole yaşayanlara oranla neden daha mutlu ve sağlıklı olduğunu ve neden daha uzun yaşadığını açıklar nitelikte olduğunu da söyledi. Ne diyordu Bediüzzaman? “Kimin himmeti yalnız nefsi ise, o insan değil. Çünkü, insanın fıtratı medenîdir. Ebnâ-yı cinsini (başka insanları) mülâhazaya (düşünmeye) mecburdur. Hayat-ı içtimaiye (sosyal hayat) ile hayat-ı şahsiyesi devam edebilir.” (Hutbe-i Şamiye, s. 64)
MUHAMMED İSMAİL |
Elif okuyoruz hep kana kana! |
Uzun yıllar hasret kalmıştık sana Elif okuyoruz, hep kana kana Ey Elif! Hoş geldin sen aramıza Elif okuyoruz hep, kana kana!...
Yıllar önce seninleydik ey Elif! Yine aramızdasın çok sevindik Geldin yine, hoş geldin aramıza Elif okuyoruz hep, kana kana!
Cumaları bekliyoruz Elif’i Burcu burcu kokluyoruz goncayı Hitabınsa her kesim insanlara Elif okuyoruz hep, kana kana!
Gonca gonca açıyorsun Elif sen Nurları beşere sunuyorsun sen Doğrudan güzelden gidiyorsun sen Elif okuyoruz hep, kana kana!
Elif’le gidiyoruz doğru yolda İman sunuyorsun bu insanlara Okuduk Elif’i, inandık sana Elif okuyoruz hep, kana kana CELÂL YALÇIN |
Terzi |
Boğazımda düğümlenir teyel iplikleri; Neresinden baksam eğreti gülüşlerim; Aynalar görmezden geldi hep beni Ütü tutmadı buruşuk düşlerim… Katlayıp koyamadım şöyle kendimi. Büyük beden acılar, dar gelen heveslerim… Toplu iğnelerle aram yok Delik deşik gömleğim… Yok mu bir çengelli iğne İliştirse beni düne … El içine çıkamaz oldu yamalı günlerim Terzi! Gel de dik şu söküklerimi! ÖZLEM KARA |
GÜLLER DİKENLER |
Gözler nûru, gönüller ışığı; ebedî âlemin benzeri; yeniden doğuşlar, günahlardan arınışların nümûnesi: Güzel, sevimli sabah! Yeni, yepyeni bir âlemin başlangıcı; ümitlerle dolu, bilinmezleri getiren tatlı aydınlık!... Günah ve kederden âzâde çocukluk yıllarına benzeyen; güç, kuvvet, hayat kaynayan gençliğe benzeyen; yeşil, tâze bahâra benzeyen sabah!... Hayâllerimizi süsleyen, geleceğe gülümseyen emellerin; tatlı düşlerden ayrılan dalgın gözlerin gül gül açıldığı berrâk sabah!.. En kötümser kalplerin bile en küçük ni’metlerdeki büyük saâdeti hissedip şükrettiği, lütuf ve keremlerle yüklü sabah!.. Gönülden gamı-gussayı, akıldan kederi-tasayı, kalpten kini-düşmanlığı alıp götüren, serin ve tatlı sabâ rüzgârının vakti!.. İnsanın duyarak ürperdiği, ürpererek duyduğu; yanık gönüllerden, gönüller Sâhibine yükselen ezanların yeri-göğü, kalbi-rûhu titrettiği, mahlûkàtın yaşamak şevkiyle bayram ettiği kudsî zaman!.. “Hû!” çeken kumruların, hançeresini yırtarcasına feryâd eden bülbüllerin, cıvıltılarından sabah neş’esiyle mest oldukları anlaşılan türlü türlü kuşların velveleye verdiği, târifi imkânsız dem!.. Uyanıp hayatta olduğunu, bu dünyâdaki vazîfesinin henüz bitmediğini anlayanların hamd ü senâlarıyla karşılanan feyizli vakit!.. Dillerin çözülüp gönüldekilerin dışa vurulduğu; dünyânın seslerle, cıvıltılarla, nağmelerle dolduğu; zikrin şükre, tekbîrin tehlîle, tâatin ibâdete, sükûtun uğultuya karıştığı ışıklı âlem!.. Cehâlet, dalâlet, gafletten ileri gelen karanlıkları gideren ilâhî hidâyetleri andıran sabah!.. Asr-ı Saâdette, gönüller sultânının (asm) nûruyla ışıklanan âlemi, o günlerin hasretiyle her geceden sonra yâd eden, tekrâr tekrâr yâd eden âşıkların âşığı hayırlı sabah!.. Ölümden sonraki dirilmenin, haşirden sonraki kurtuluşa ermenin, cennetlerde sonsuz hayâta girmenin, saâdetlerin saâdeti olan Cemâlullâh’ı görmenin timsâli olan sabah!..
EKREM KILIÇ
|
Mutluluğu halka yaymak |
Mutluluğu halka yaymak, İnsanı insan saymak, Olur mu hiç cana kıymak, Mü’minliğe sığar mı ki?
Ağlıyorken melûl mahzûn, Duymaz isen içte hüzün, Günah dolar hep gündüzün, Güzellikler yâr olmaz ki.
Yanmış isen aşk oduna, İçin yanıp kebâb olsan, Elestüde cevabına, Baş koyarak türâb olsan.
Takılma gel nefs bağına, Düşme lâînin ağına, Nedâmetle otağına, Başın eğip girer misin?
Bilmez misin işimiz zor, Hiçbir kulu görme ki hor, Bilmediğin bilene sor, Gurûrunu kırar mısın?
Aşk ehline keder gerek, Nefs atına semer gerek, Dem gemine kemer gerek, Boyun eğip biner misin?
Ölüm her an hatırımda, Nasîhatler satırımda, Ele demek kolayımda, Asıl nefse diyebilsem.
Havf ve recâ ortasında, Gidiyorken hayatımız, İstikamet yollarında, Son bulsun bu miâdımız.
EYÜP OTMAN |
Ölmek yaşlılara özgü değil |
“‘Gençlere ne tavsiye ediyorsunuz?’ “Şunu söylüyorum. Ölmek ve namaz kılmak yaşlılara özgü bir şey değil. Ölmeyi ve namaz kılmayı yaşlı işi zannediyorsanız, gidin mezarlıklara doğum ve ölüm tarihlerine bakın. Kaç yaşında ölmüş. Gazeteleri okuyun, TV’leri seyredin. Ölmenin ve namaz kılmanın yaşı yoktur. Şu ânı iyi değerlendirin. Nasıl bir arkadaşın sana bir şey hediye edince 10 defa teşekkür ediyorsun, Rabbim sana nimetler vermiş, senin teşekkürün ne olacak? Şükür. Şükrün ne olacak? İbadet. İbadetin ne olacak? Namaz. “Trafik kurallarına uyuyorsun. Sola dönme, sağa dönme, park yapma gibi. Ya da okula giderken, kıyafetlerine dikkat ediyorsun... (Ya Rabbinin kurallarına?)” (Yaşar Alptekin, haber7.com) |
KÜLTÜR EMPERYALİZMİ |
“Lİsede Sophokles okuduk, klâsik Türk musikîsine sövmeyi, Divan şiirini hor görmeyi, buna karşılık devletin yayınladığı kötü çevrilmiş Batı klâsiklerine körü körüne hayranlık göstermeyi öğrendik. Sanki Sinan Leonardo’dan önemsiz, Mevlânâ Dante’den küçüktü, Itrî ise Bach’ın eline su dökemezdi. Aslında kültür emperyalizminin ilmiğini kendi elimizle boynumuza geçiriyorduk, ulusal bileşim arama yerine hazır bileşimleri aktarmak hastalığımız tepmişti. (...) “Oysa yaptığımız Batılılaşmak değildi, ikincisi Batı bizim sandığımız gibi değildi, üçüncüsü Batının ulaştığı yer özenilecek bir yer değildi.” (Atilla İlhan, Hangi Batı, s. 15-16) |
FASIL GİBİ SOHBET |
Prof. Dr. Benun Akyavaş, babannesinin kendisini Sultan İkinci Abdülhamid’in kızı Ayşe Sultan’ı ziyarete götürüşü ile alâkalı hafızasında kalanları şöyle aktarıyor: “Ne yazık ki, o tarihlerde gözlerimiz de, kulaklarımız da pek gençti!... Bugünkü gibi göremiyor, bugünkü gibi duyamıyorduk. Sıcak bir öğleden sonra kalktık Serencebey yokuşunda oturmakta oldukları eve gittik. Bizi yaşlı başlı Ayşe Sultan, saray usûlü bir terbiye ve nezaketle karşılayıp iltifat ettikten sonra bir odaya buyur etti. Divanda çok yaşlı ve hasta Müşfika Kadıefendi (Abdülhamid Han’ın eşi) yatıyordu. “…Bu üç yaşlı hanıma bugün tarih olmuş, bir hürmet ve âfiyet temennilerinde bulunuldu, sohbet edildi; ama bugünün curcuna usûlü sohbeti değildi bu. Teşbihte hata olmaz. Hamamizade İsmail Dede Efendi’nin sultaniyegâh makamından bir fasıl gibiydi!...” Evet, “Medeniyetin en yüksek noktası san'atla değil, insanların birbirine üstün nezaket gösterebilme yetenekleriyle ölçülür” diyen Norman Cousins ne kadar haklı. |
TAVSİYE |
İskender geziye çıkarken yanında hocası Aristo’nun da kendisi ile beraber çıkmasını istemişti. Aristo da: “Halsizim ve rahatsızım, bu yolculuğa dayanamam. Beni yormayınız” deyince, İskender: “Peki, benim yapacağım ve tavsiye edeceğin ne vardır?” demişti. Aristo da şu tavsiyelerde bulunmuştu: “Köleleri alıp onların siyasetini güzel idare edebilen kimseyi kumandan olarak tayin et. Bağı bahçesi olup, onların ürünlerini en iyi biçimde almasını bilenleri vergi memurluğuna tayin et...” Böylece, karakter ve kabiliyetleri, uzun zaman tecrübe etmeye lüzum kalmayacak biçimde kimlerin hangi işleri yürütmeye elverişli olduklarını dikkatle ve titizlikle araştırmasını tavsiye etmiş oldu. (Edeb-i Dünya ve Din, s. 295) |
İMTİHAN |
Allah kuluna hoşlanmadığı bir iş verir ve kendisine nasıl yakaracağına bakar. Fadl B. Bezvan (k.s.) (Allah Dostlarından Yaşayan Sözler, s. 86) |
ATASÖZLERİNDEN |
l Dert bir olaydı, ağlamak kolaydı. l Düşüne düşüne görmeli işi, Sonra pişman olmamalı kişi. l Hasta yatan ölmemiş, eceli gelen ölmüş. |
GÜN |
Öyle gün olacak ki şaşıracağız. Gönlünüz ne hoş, mevsim ne güzel diye. Duyacağız ırmaklar akmada biteviye, Kurulacak bir kenarda evimiz… Belki de hurilerle düğün olacak… “Yâ Rab! Nihayet günümüz gün olacak.” |
DÜN DE, BUGÜN DE |
Eşeğin öfkesinden a canım ne korkun var? Meseleyi halleder, üç arşınlık bir yular. Mevlânâ |
MERAK |
Sordular: “Sırattan nasıl geçilir?” “Sırattan amel ile geçilir.” |
MÜHİM OLAN |
Güzeli, dedem de sever. Mühim olan, eğri büğrü deveyi sevmek. Sadi Şirazi |
BİR BESMELE YETMEZ |
“O kadar güzel bir meyveydi ki, her tattığım bir öncekinin tadını unutturdu” dedi. “O zaman” dedim, “Bir besmele yetmez…” |
“O” |
Hastaydım iyileştim. Hastalığım “Ben” idi. Devâsı, “O” oldu. İmam Abdulgani el-Nablusi |
AKILSIZLIĞIN ALÂMETİ |
Akılsızlığın alâmeti dörttür: Ahmağa fikir danışmak, cahile para vermek, dostların öğütlerini dinlememek, dünyadan ibret almamak. Feridüddin Attar |
OKUMA VE SAĞLIK |
Okumanın bedene faydaları: 20-60 yaş sürecinde okuyanlar, sonraki dönemlerinde dementia isimli musîbete daha dirençli oluyorlar. Entelektüel faaliyetlerden kopmayanlarda, Alzheimer’e yakalanma tehlikesinin üçte bir oranında azaldığı da tesbit edilmiş. |
BAZI MEŞHURLARIN OKUMA ALIŞKANLIKLARI |
İbnü’l-Cevzî
İbnü’l-Cevzî, okuduğu kitapların sayısının 20 bin cildi geçtiğini ifade eder. Bu zat tedrîs, telif ve fetvayla geçirdiği ömrünün bir ânını bile boşa harcamamıştır. Eser vermedik hiçbir ilim dalı bırakmamıştır. Bazısı 20 cildi bulan 340’tan fazla eseri vardır. Günde 4 defter doldurmaktaydı. Bir yılda yazdıkları 50-60 cildi bulmaktaydı. Bediüzzaman, onun için “dehşetli dahilerden, acib dehaları taşıyanlardan, meşhur allâmelerden, büyük bir muhaddis ve muhakkik” gibi sıfatları kullanmıştır.
İmâm-ı Vekî (746-812)
İmâm-I Vekî yemek yer, ekmek yemezdi. Sebebi sorulunca “Ekmeği çiğneme zamanlarında günde 50 tane âyet ve hadis öğrenirim” der, hep okurdu.
İbn-i Rüşd (1126-1198)
Eserlerİ Avrupa’da asırlarca okutulan Endülüslü büyük filozof ve bilgindir. Devamlı kitap okurdu. Kitap okumadan geçen yalnız iki gecesi vardır: Biri evlendiği, diğeri de babasının vefat ettiği gece.
Fahreddin-i Râzî (1149-1209)
Meşhur bir müfessirdir. Yemek yerken de birşey okumak ve öğrenmek isterdi, çare bulamayınca da üzülürdü. Çok defa sofraya oturduğunda bir yandan yemeğini yer, diğer yandan kitap okurdu. Evinden mescide giderken binek sırtında toplamda 300 bin talebesine ders verdiği anlatılır. Yazdığı kitapları yığsak, boyumuzu çok aşar. Sadece tefsire dair yazdığı eser (Tefsir-i Kebîr) 20 bin sayfadır. Hayatının her gününde 15-20 sayfa yazdığı kayıtlarda geçer. (Eğitim Bilim dergisi, Ekim-1998) |
Risâle-i Nur’u, İngiliz turistten duydu |
Takdim
* Risâle-i Nur eserleriyle nasıl tanıştınız?
Risâle-i Nur’u, üniversite son sınıfta okurken tanıdım. Bir dil kursuna gidiyordum. Aynı kursa katılan bir İngiliz de, Türkçe öğrenmek maksadıyla gelmişti. Onun elinde gördüğüm bir İngilizce Risâle-i Nur, bu eserlerle tanışmama vesile oldu. Dil kursunun Ünye’deki şubesinde yaşandı bu tanışma hadisesi. Aynı zamanda kursta çalışan Ünyeli bir hocamız da vardı. “Dil öğrenmek açısından siz de kursa gelin” diye bizi teşvik ederdi. Sanırım 2000 yılı, Haziran ayıydı. Biz kursta İngilizce dersleri alıyorduk, yabancılar da Türkçe dersleri alıyorlardı. Orada İngilizce Risâle-i Nur okuyan bir ‘yabancı’, bana Risâle-i Nur’la ilgili bir soru sordu. Tabiî onun okuduğu kitap İngilizce olduğu için, kitabın ne olduğunu bilmiyordum. Ben de, “Her halde okuduğu kitabı anlayamadı, yorumlayamadı. Onun için bana soruyor” diye düşündüm. Elindeki kitabı ne maksatla okuduğunu da bilmiyordum. Hatta “Bu kitap ne anlatmak istiyor?” diye sordum. O, benim konuştuğum İngilizce’ye nisbetle, Türkçe’yi daha iyi konuştuğu için aramızda Türkçe konuşuyorduk. O kişinin elindeki kitabın ismini tam olarak hatırlamıyorum, ama kitabın kapağında “Bediüzzaman Said Nursî” yazıyordu. Bu ismi duymuştum, ama kim olduğunu bilmiyordum... Ne Risâle-i Nur’dan, ne de Bediüzzaman’dan hiçbir haberim yoktu. O bana elindeki bu eserle ilgili bir şeyler sorunca, “Ben bu ismi ve kitabı tanımıyorum, bilmiyorum” diye cevap verdim. “Niçin bu kitabı okuyorsun?” diye sordum. “Sen tanımıyor musun? Bu İslâm filozofudur, âlimdir. Biz bunu onun felsefesini tanımak için okuyoruz” dedi. Ben de “Hayır, ben tanımıyorum” dedim. Bunun üzerine, “Sen Müslüman değil misin yoksa?” diye sordu. Bu soru üzerine hem sinirlendim, hem de utandım doğrusu. “Valla, çok sayıda İslâm âlimi duydum, tefsirlerden de haberimiz var ama bunu duymadım” dedim. Peki “Sen Müslüman mısın?” dedim. “Hayır, ben Katolik bir Hristiyanım. Annem Polonyalı, babam İngiliz....” dedi. Bu karşılaşma sonrası ben, “Artık bu Bediüzzaman Said Nursî’nin kim olduğunu ve kitaplarını da tanımam gerekir. Zira bir daha soran olursa ‘Evet, biliyorum, kitaplarını okudum’ diyebileyim ve böyle zor durumlara düşüp mahcup olmayayım şeklinde karar verdim kendi kendime. O anki kararım, sadece bu kitapları bulmak ve biri bana sorduğunda “Haberim var, bu ismi ve kitapları tanıyorum” diyecek kadar bir bilgilenme arzusu ve niyetiydi. Tabiî Ünye merkezde kitapçılık yapan Mehmet Kartal Bey vardı. Ona gidip “Mehmet Ağabey, başıma böyle bir iş geldi. Bu kitaplardan (Risâle-i Nur) sende var mı? Nerede buluruz?” diye sordum. O da, “Bende yok, ama o kitapları Yeni Asya gazetesi promosyon olarak veriyor. Git, Yeni Asya bürosundan iste” diye beni Ünye Yeni Asya Bürosuna yönlendirdi. Ben de Ünye’deki büroya gittim ve Ekrem Ağabeye “Siz, Risâle-i Nur’ları promosyon olarak veriyormuşsunuz. Ben acilen alıp okumam gerekiyor” dedim. Beni heyecanlı gören Ekrem Ağabey “Otur, bir tanışalım bakalım, sen nereden haber aldın? Buraya kim yönlendirdi?” derken başımdan geçen hadiseyi anlatıp bu eserleri almak istediğimi söyledim. Yanlış hatırlamıyorsam o zaman Sözler ve Mektûbât gazete ile birlikte promosyon olarak okuyuculara verilmişti. Bürodaki Ekrem Ağabey, “Sen gazeteye abone ol. Yeni çıkan kitapları bu şekilde alırsın. Önceki kitapları da biz sana ulaştırırız. Ama bu kitapları öyle bir haftada okuyup anlamak kolay değil. Dikkatli ve anlayarak okumaya çalışmak lâzım” diye tavsiyelerde bulundu. Ben de “Bu niyetle geldim, ama hele bir okumaya başlayayım” dedim. Tabiî ben Risâle-i Nur’u tek cilt bir kitap olarak düşünüyordum. Karşıma kocaman bir külliyat çıkınca, biraz çaba harcamam gerekeceğini sezmeye başladım. Ama merak duygum, her zorluğu yenecek güçteydi.
Ekrem Ağabey bana ayrıca, “Bunları anlamak için biz bir araya gelip okuyoruz. İstersen sen de müsait olduğun zamanlar gel, hem çay içer, hem de bu kitapları okuruz” dedi. O güne kadar böyle bir çevreden gelmediğimden, şüpheyle ‘Kendim okumalıyım’ düşüncesindeydim. Dâvete nazikçe teşekkür ettim. Ekrem Ağabey, benim İrfan ve Dursun Ağabeylerle tanışmamı da istedi. İkisi de Ünye’de tanınan ve sevilen insanlar. İrfan Beyle tanışmak için yanına gittiğimde hiç beklemediğim bir ilgiyle karşılandım. Allah razı olsun. Ben o ilgiden çok etkilendim. Benimle ilgilenmek yerine, bana “Al kardeşim, bunu oku” dese hayatta okumazdım. Bu vesile ile Risâle-i Nur’u okumaya başladım, ama “Bitirebildiniz mi?” derseniz, “Bitmeyeceğini anladım” diyebilirim...
* Risâle-i Nur’u okuduğunuz ilk aylarda, size orijinal gelen, bir anlamda sizi çarpan bölümler, konular oldu mu?
Risâle-i Nur’u anlamak bana en başta çok zor geldi. Bu sebeple ilk aylarda gazetedeki yazıları dikkatli bir şekilde okumaya ağırlık verdim. O günlerde gazetenin siyasî yönünü hiç beğenmiyordum, çünkü başka bir siyâsî anlayışa sahiptim. Ama yazarları beğeniyordum. Siyasî yönüne kızsam da gazeteyi hiç bırakmıyordum... Farklı düşündüğüm konularda da gazeteye mesajlar gönderiyor, yazılar yazıyordum. Sanki bu yazılarım dikkate alınıyormuş hissi uyanıyordu bende. Bir taraftan da düşünüyordum ki, “Yahu, senin yazına, mesajına kim bakar?” Meselâ, ben o günlerde ekonomiyle çok ilgileniyordum. “Bir gazetede mutlaka iyi bir ekonomi sayfası olmalı” diye düşünüyordum ve mektup yazmıştım. Bir zaman sonra baktım ki, ekonomi sayfası yayına başlamıştı... Ben de “Bu kadar duyarlı ve okuyucusuna saygılı bir gazete okunmaya değer” diye karar verdim. Hâlen de okumaya devam ediyorum. Bana orijinal gelen, 23. Söz olan iman bahsidir. Aslında kıymetinizi kendinizde bulmanız kolay değildir ya. İşte size kıymetinizi buldurur 23. Söz. Etkilendiğim çok konular oldu, ama en etkilisi sanırım buydu. Sözler’in namazla ilgili bölümleri ve 8. Söz de etkilendiğim bölümler arasında. Sözü uzatırsak, sanırım Sözler’in tamamını sayacağım. Ama, ‘Konferans’taki bölümler de çok etkilidir.
* Risâle-i Nurla tanışmanız, hayatınızı nasıl etkiledi?
Tabiî, Risâle-i Nur’u okuyunca şahsî hayatımda ciddî değişiklikler oldu, şükürler olsun. Ama değişiklik bir anda olmadı. Üniversitede okurken biraz mutaassıp düşüncelerim vardı. Toplumun genelindeki Müslümanlık nasıl ise, öyleydik. Yani tahkikî düşünce ve anlayış yoktu. ‘Bazı şeyler günah ve sevap’tan ibaret bir din anlayışıyla yaşamaya çalışıyordum. Bir mânâda örfî bir Müslümanlık diyebilirim. Ama Risâle-i Nur’u okuduktan sonra şüphe kalmıyor. Hatta aklınıza gelmeyen veya düşünemeyeceğiniz soruların bile cevaplarını bulabilmeniz gibi harikulâdelikler yaşıyorsunuz. Aslında okumak da yetmiyor, hayata tatbik gerekiyor. Hata yapınca Risâle-i Nur sizi uyarıyor. Bu bakımdan sohbetler çok önemli. Eğer siz, nitelikli bir çevreye dâhil olmazsanız; niteliksiz bir çevre sizi kendisine dâhil eder. Derslerin, sohbetlerin, irtibatın, birlikte okumanın faydası burada... Bunu kendi hayatımda yaşadım ve derslere gitmeyi önemsedim. Bu şekilde İslâma bakış açımın değiştiği kanaatindeyim.
* Yakın çevreniz bu değişimi nasıl karşıladı?
Şaşırdılar tabiî. Risâle-i Nur’u okumaya başlayınca yakın çevremden çok tepkiler de aldım. Önceden cemaat mensubu bir çevremiz olmadığından, “Nereye gidiyorsun? Neler yapıyorsun? Bak, başına işler gelir ha!” türü çok tepkiler ve sorularla karşılaştım. Onlar da kendilerince haklılar, beni kötülükten koruyacaklar... Bir defasında Karadenizli tarafım baskın geldi ve dedim ki, “Ben sizin cemaatinize karışıyor muyum?” Onlar da, “Ne cemaati, bizim cemaatimiz yok ki?” dediler. Ben de, “İyi ama gidip kahvede oturuyorsunuz ve orada bir araya geliyorsunuz. Orası da sizin cemaatiniz!” dedim. Ondan sonra karar aldılar ve “Bunu rahat bırakalım, istediği yere gitsin” dediler. Bu şekilde ‘mahalle baskısı’ndan kurtulmuş oldum. Risâle-i Nur’un herkese ulaştırılması gerektiğine inanan bir kişiyim. Bunu anlatmanın sınırı yok. Herkes kendini ve çevresini bildiğinden Karadeniz’de de çok büyük ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.
* Daha sonra o İngiliz ile bir haberleşme imkânınız oldu mu?
Hayır, o İngiliz ile bir daha karşılaşma imkânım olmadı. Zaten biz de kısa bir süreliğine İngilizcemizi geliştirmek için o kursa gitmiştik... |
07.08.2009 |