22 Mayıs 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Elif Eki

İSMAİL TEZER

GENÇ KALEMLERE ÇAĞRI

Elif’te dördüncü haftaya girerken, önemli bir duyuruyu yapmış olalım.

İlâvemizin bir sayfasını genç kalemlere tahsis etmek düşüncesindeyiz. Bunun için; genç kardeşlerimizin 1 A4 sayfasını geçmeyen makale, deneme, şiir, röportaj gibi çeşitli türdeki özgün çalışmalarını [email protected] adresine bekliyoruz. Gelen çalışmalar değerlendirmeye tâbi tutularak yayınlanacak. İlerleyen zamanlarda çalışmalarınızla ilgili yönlendirmeler de yapabileceğimizi duyurmuş olalım. Böylelikle ilâvemizin bir fidanlık mânâsını kazanarak istikbalde güzel meyveler vereceğini de ümit ediyoruz.

Bu düşüncelerle, yazarımız Abdil Yıldırım’ın aşağıya derc ettiğimiz “Hoşgeldin Elif” başlıklı makalesini okumanızı özellikle tavsiye ederiz.

***

Bu hafta, Vehbi Horasanlı’nın kaleme aldığı “Osmanlının gayrimüslim kahramanları”nı, özelde Osmanlı ordusunda çeşitli başarılara imza atmış Ermeni Arşak’ı manşete çektik.

Bir hakkı teslim etmek adına, soykırımlarla gündeme gelen bir milletin, aynı zamanda nice fedakârlarının da bulunduğuna; aslında dolayısıyla bir dönem “millet-i sadıka” olarak anılmış sözkonusu milletin bu ünvanı kazanmasında etkili olan, farklı milletlerin birlik-beraberlik içerisinde kardeşçe yaşamasını mümkün kılan toplumsal mayaya, yani din unsuruna, İslâma da dikkat çekmek istedik.

Bugün sun’î bir şekilde laik-antilaik ekseninde toplumun kamplaştırıldığını, etnik kökene dayalı hesaplaşmaların hâlâ devam ettiğini göz önünde bulundurduğumuzda, İslâmın geçmişte milletleri barış ve huzur içerisinde yaşatan adalet ve hoşgörü yaklaşımına hâlen ne kadar çok muhtaç olduğumuzu daha iyi anlıyoruz.

Cumanız mübarek, okumalarınız istifadeli olsun efendim.

[email protected]

OSMANLI’NIN GAYRİMÜSLİM KAHRAMANLARI

Osmanlılar, Ermeniler için “milleti sadıka” (sadık tebaa) adını vermişlerdi. Zira Ermeniler Türkçe konuştukları gibi diğer azınlıklardan farklı olarak çeşitli sanat kollarında pek mahir ustalar yetiştirmişlerdi. Özellikle Bağdat ve Medine Demiryollarının inşasında Ermeni ustalarının çok büyük katkısı olmuştu. Aşılması çok güç olan Toros tünelleri neredeyse tamamı Ermeni olan ustalar tarafından inşâ edilmişti.

Tanzimat’tan itibaren Osmanlı ordusuna katılan Ermenilerden çeşitli memurlar olduğu gibi savaşta askerlik yapanlar da vardı. İşte I. Dünya Savaşı’nda, emrindeki askerlerle İngiliz Karakolunu basan ve hiçbir zayiât vermeden 12 esirle birlikte geri dönen Ermeni Arşak da bunlardan sadece bir tanesiydi.

Osmanlı’nın gayrimüslim kahramanları ve Ermeni Arşak

Osmanlı devletinin her döneminde gayrimüslim unsurlarından askerleri olmuştur. Kuruluş yıllarında Anadolu Rumlarından, daha sonra da Sırplardan ve Macar askerlerinden istifade edilmiştir. Çok eski tarihlere uzaması sebebi ile gerekli araştırmaları uzmanlarına bırakıp yakın tarihteki gayrimüslim askerlere değinmek istiyorum.

Belki birçok insan şimdi okudukları için şaşıracak, lâkin Osmanlı devlet yapısını ve insan ilişkilerini incelemiş olanlara pek de yabancı gelmeyecek kahramanlardan bahsedeceğim. Bazılarının gayrimüslimlere bakış açısını değiştireceğini umduğum kahramanlardan ilki Osmanlı yedek subaylarından bir Ermeni Arşak’tır. Bu zabit I. Dünya Savaşında çok yararlı hizmetlerde bulunmuştur. Arşak’ın hikâyesi şöyle:

Filistin Cephesinde İngilizler ile kıyasıya bir savaş devam ediyordu. Komutanlar, İngiliz cephesinin durumunu merak ediyor, fakat gerekli istihbaratı elde edemiyorlardı. İngilizlerin durumunu öğrenmek için bir baskın müfrezesi teşkil edilmişti. 30 kişilik bu müfrezenin başına da Teğmen Arşak getirilmişti. Bu zabit daha önceki savaşlarda birçok başarılara imza atmıştı ve Türk askerleri tarafından çok seviliyordu.

Arşak, emrindeki askerlerle İngiliz Karakolunu bastı. Hiçbir zayiât vermeden 12 Hintli askerle birlikte geri dönmüştü. Bu esirler sayesinde İngiliz cephesinin durumu ortaya çıkmıştı. 1. ve 2. Gazze Savaşlarının kazanılmasında bu askerî istihbaratın çok büyük rolü olmuştu.

Osmanlılar, Ermeniler için “sadık tebaa” adını vermişlerdi. Zira Ermeniler Türkçe konuştukları gibi diğer azınlıklardan farklı olarak çeşitli san'at kollarında pek mahir ustalar yetiştirmişlerdi. Özellikle Bağdat ve Medine demiryollarının inşasında Ermeni ustalarının çok büyük katkısı olmuştu. Aşılması çok güç olan Toros tünellerinin neredeyse tamamı Ermeni olan ustalar tarafından inşâ edilmişti.

Tanzimat’tan itibaren Osmanlı ordusuna katılan Ermenilerden çeşitli memurlar olduğu gibi savaşta askerlik yapanlar da vardı. İşte Teğmen Arşak bunlardan sadece bir tanesiydi.

İngiliz baskınından sonra Arşak, Türk askerleri ile birlikte savaşmaya devam etti. Asırlardır birlikte huzur ile yaşadığı Osmanlı’ya vefa borcunu ödüyordu.

3. Gazze Savaşı esnasında Teğmen Arşak takımı ile birlikte İngiliz Ordusu üzerine taarruza katıldı. O gün taarruza katılan askerlerden hiçbiri geri dönmemişti. Bu vesile ile şehit olan bütün askerlerimizi rahmetle anmayı bir borç olarak görüyorum.

I. Dünya Savaşı’nda yenilgiye uğradığımız yegâne cephe olan Filistin Cephesi ile ilgili yeterince çalışma yapılmamıştır. Çünkü burada komutan olarak görevli birçok subay daha sonra kurulan yeni Türk devletinde çok önemli mevkilere gelmişlerdi ve başarısızlığın kötü sonuçlarını üzerlerine almak istemiyorlardı. Hâlbuki yapılan yanlışların ortaya çıkması ordumuzun tekrar aynı yanlışları yapmaması için gerekliydi. Lâkin “Galibiyetler ağaya, paşaya ve mağlûbiyetler millete verildiği” için birçok savaş belgesi ortadan kaldırıldı. İşte elde kalan bazı belgelerden böyle ezber bozucu olayları anlatma imkânı bulabiliyoruz.

Filistin’de yenilgiye sebep olan komutanların en büyük yanlışı şuydu: Devlet yönetimindeki “İttihatçı paşaları” birer sergüzeşt yani maceracı olarak düşünüyorlardı. Türk askerinin Arap çöllerinde, Yemen’de ne işi vardı! Onlar için kurtuluş yolu Batı’daki devletler gibi tek unsura dayalı bir devlet kurmaktı. Hani şimdilerde “ulusalcılık” akımı var ya, o düşünceye paralel bir devlet kurma hayalleri vardı. Bunun için tâ Toros Dağlarına kadar çekilmek gerekiyordu. Nitekim bu çekilme ordumuz için tam bir felâket oldu. Savaşta yenildiğimiz yetmiyormuş gibi tam üç orduyu (4. 7. ve 8. Orduları) kaybettik. Ateşkes anlaşması ne yazık ki bu yenilginin sonunda imzalandı.

Filistin Cephesi ile ilgili yazacak çok şey var, lâkin zaman ve zemin sınırlı.

Kalın sağlıcakla…

Onlar millet-i sadıka değil miydi?

Molla Said Van’a geldiği zaman bir hayli sevinen Vâli, onun halkla çok çabuk kaynaştığını ve şehirden ziyâde köylerde dolaştığını görünce şaşırmıştı. Köylülerin hâl ve hareketlerindeki değişmelere şâhid oldukça bu gezilere devam etmesini arzu ediyor, ama hayatından endişe ettiği için de fazla açılmasını istemiyordu. Bir gün onun Erek Dağı taraflarına gitmeye hazırlandığını görünce yanına yaklaştı.

“O taraflara gitmeseniz Hoca” dedi.

“Neden?”

“Oralarda Ermeni köyleri vardır. Size bir zarar vermelerinden endişe ederim.”

“Onlar bu devletin ‘millet-i sâdıka’ları değil mi?”

“Eskiden öyleydi, ama şimdi ‘millet-i sâbıka’ hâline geldiler.”

“O dedikleriniz belki Ermeni çeteleri için geçerlidir Paşa. Mâsum halk ile zalim eşkıyayı bir tutmak bu devletin vâlisine yakışmaz.”

“Bir tutmuyorum elbet. Ama aralarında eşkıyaların barındığını biliyoruz. Size dikkatli olmanızı tavsiye ederiz.”

“Sağol Paşa.”

O gün Çoravanis, Zırvandakis, Kopanis gibi Ermeni köylerine giden Molla Said, onlara Müslüman ahaliden pek farklı davranmadı. Onlara yaklaştığı ölçüde yakınlık gördü, sevdikçe sevildi.

O zamana kadar Müslüman âlimlerin ziyâretlerine pek alışkın olmayan, geldikleri zaman da niyetlerini bilmedikleri için yakınlık göstermeyen Ermeniler, Molla Said’in ziyâretlerinde ve nâsihatlarında samimî olduğunu anlayınca, onu sevgiyle bağırlarına bastılar.

(İslâm Yaşar, Zamanın Sesi, s. 191.)

Hoşgeldin Elif

Seni ne kadar çok özlemişiz. Kolay değil, otuz yıldan fazla bir zaman oldu aramızdan ayrılalı. Giderken sessizce süzülüp gittin.

Neden gittin, nereye gittin, bilemedik. Narin ve nazik kalbini kıran bir şey mi oldu, anlamadık. Ama biz seni hiç unutmadık. Otuz küsur yıllık zaman zarfında, güzel hatıraların hafızamızda hep canlı kaldı. Ne zaman güzel san'attan, şiirden, edebiyattan söz açılsa, senin adını andık.

Bir gün döneceğini, aramıza katılarak eski günlerin güzelliklerini tekrar bize yaşatacağını biliyorduk. Geleceğinin haberini aldığımız zaman, yüreğimizi bir sevinç, kalbimizi bir heyecan kapladı. ‘Hasret bitiyor, Elif dönüyor’ anonsu, duyduğumuz en güzel, en müjdeli haberlerden birisiydi. Nihayet bir Cuma günü, güzel endamın, edalı tavrın, şirin halinle çıkageldin. Hoş geldin Elif, hoş geldin!

Gönül isterdi ki seni eski Elif kadrosu olarak hep birlikte hoşamedi ile karşılayalım. Elif ailesi olarak hep birlikte aynı karede aile pozu verelim. Ama zamanın getirdiği fırtına ve seller, bizleri de değişik mecralara sürükledi. Bazı fidanları başka bahçelere savurdu, onlar da oralarda kök salıp meyve vermeye devam ettiler. Bazılarımız da “tavizsiz istikrar çizgisinde”, aynı noktadaki kararlı duruşumuzu muhafaza etmeye devam ettik.

Bugün çoğumuzun saçları, ölümün keşif kolları olan beyaza büründü, bazılarımızın başında saç bile kalmadı. Dünyadaki vazifesini bitirip ebedî saadet diyarına doğru kanatlanan Elif sevdalılarını ise, bir defa daha rahmetle anıyor, cennet bahçelerinde yine Elif sofrasında sohbet etmeyi diliyoruz. Ama ne olursa olsun, ‘Birimiz şarkta, birimiz garpta, birimiz dünyada, birimiz ahirette bile olsak’ bir ve beraber olmaya devam edeceğiz İnşaallah.

Elif’in geçmişi, edebî güzelliklerle doludur. Bu güzellikler gönüllerde ebedî olarak yer etmiş ki, onu unutmak mümkün olmuyor. Elif, özellikle gençler için münbit bir istidat tarlasıdır. Bu tarlada çok verimli ürünler alınmış, çok başarılı istidatlar ortaya çıkmış, inkişaf ederek güzel meyvelere vermiştir. Şimdi tekrar aynı misyonla ortaya çıkması, bağrından yeni yazarların çıkmasını netice verecektir diye ümit ediyoruz. Yalnız, eski Elif’in tecrübelerinden istifade etmesi, onun gibi şevk ve teşvik kaynağı olması şarttır.

Elif’ten söz açılınca insan susmak istemiyor. Ama bu sayfalar gençlerin olmalı. Onlar cıvıl cıvıl yazıları ile bu sütunları doldurmalı. İlköğretimden üniversiteye kadar her seviyede gençler, duygu ve düşüncelerini, gözlemlerini ve özlemlerini kendi tabiî anlatımları ile ifade etmeli. Başlangıçta çok basit, belki anlamsız yazılar ve şiirler yazılabilir ama, yazmaya devam edenler bir süre sonra bir yandan eski yazdıklarına gülerken, bir taraftan da yeni yazılarındaki kaliteyi fark edeceklerdir. Bıkmadan, usanmadan, pes etmeden yazmak, başarılı olmanın en önemli şartlarındandır. İlk yazdığını beğenmeyen, onu yırtıp atmak yerine, birkaç gün bekletsin, üzerinde tekrar çalışsın, fazlalıkları atıp yeni ilâveler yapsın. Birkaç değişiklikten sonra, yazının güzelleştiğini, ifadelerin anlam kazandığını görecek ve emeğinin boşa gitmediğini anlayacaktır.

Elif’e tekrar hoş geldin derken, Elif sevdalılarını muhabbetle selâmlıyor, genç istidatların burada inkişaf edip güzel ve bereketli ürünler vermelerini diliyorum.

[email protected]

Kayıp Kuşağa Mektuplar

Sevgili dost,

Bilmem ki sana mektubu nasıl anlatsam? İçinde sevginin, hüznün, aşkın, gurbetin, sılanın... saklı olduğu mektup... Bir zamanların uzun ayrılıkların tek iletişim ve haberleşme aracı... Askerde içi buram buram hasret, sevgi, hüzün, aşk... kokan mektupların tadını kim unutabilir ki... Ya da eski aşkların satır satır işlendiği mektuplar... Aslında her mektubun ayrı bir tadı vardır. Bu sebeple mektubun o esrarengiz hatırasını, sadece yaşayanlar en iyi şekilde algılayabilir. Yeni nesil için bir kayıptır mektup. Anlatmaya çalıştım dokuz yaşındaki oğluma mektubu, beceremedim. Yaşatamadım ona o farklı tadı. Çünkü; bazı şeyler yaşanmadan anlaşılmıyor dostum. Bu sebeple de karar verdim seninle yeniden mektuplaşmaya. Mektuplaşarak yaşamaya... O eski sevdamızın hatırasına mektuplar yazmayı düşündüm. Belki de sana ulaşmanın, seninle o eski çocukluğumuza dönebilmenin bir parça yaşanmasına/hatırlanmasına vesile olur.

Biliyor musun, bir süredir sana ulaşmanın, seninle dertleşip hasbihâlleşmenin derin meşgalesi içerisindeyim. Çünkü sana ulaşmak ve seninle yarım kalan sohbetime kaldığı yerden devam etmek niyetindeyim. Henüz o esrik tat damağımda... Gençlik heyecanıyla yarı heveste bırakılan yürüyüşümüze devam etmek istedim. İçimde büyüyüp büyüyüp yüreğimden taşan sevinçlerimi, hüzünlerimi, umutlarımı seninle bir şekilde paylaşmanın yolunun ilkin yaşadıklarımızın romanlaşması olabileceğini düşündüm aslında. Çünkü romanın, yaşadıklarımızı ve yaşayamadıklarımızı daha anlaşılır şekilde ortaya koyacağını düşünüyordum. O roman için kolları sıvadım, yüreğimi yardım. Ancak... Yıllardır o romanı tamamlayamadım. Yer, zaman, kişiler… vs. ilgili bazı betimlemelerde bulunmadım da değil. Bazı fasıllarını da karaladım aslında. Aynı düşüncelerle başka dostlarımın da benzer temada roman kaleme aldıklarını duydum. “Neyin, kimin romanı? Niçin roman? Sen ne diyorsun?” dediğini duyar gibiyim. Bu soruları sormakta haklısın dostum. Zaman su gibi akıp geçiyor. Daha dün gibi seninle ortaokul sıralarında tanıştığım sahneyi hatırlıyorum. Ürkek adımlarla ve kısık bir ses tonuyla, bana neler okuduğumu sormuştun. Bense masum bir şekilde okuduğum roman ve hikâyelerden bahsetmiştim. Ömer Seyfettin, Kemalettin Tuğcu, vs... Ayrıldığımızda elime bir kitap tutuşturmuştun. Kitaplara olan tutkumdan olsa gerek heyecanla elinden almıştım gazete kaplı kitabı. Eve geldiğimde ilk işim, o kitabı okumak olmuştu. Birçok cümlenin altı çizilmişti farklı renkteki kalemlerle. Belli ki başkaları da bu kitabı okumuştu. Hem de defalarca. Yaprakları sararmış, yıpranmıştı. O kitabın isminin ve yazarının dışında hiçbir şey hatırlamıyorum şimdi. Belki sen de hatırlamıyorsundur. Bir çok kelimeyle ilk defa tanışmıştım bu kitapla birlikte. Tevhid, şirk, tağut, ilâh, rabb... Yirmi yılım bu kitap üzerine bina oldu dersem, abartı sanma. “Bir kitap okudum ve hayatım değişti” sözü şimdilerde bende daha çok anlam buluyor. Bir kitabın insanı bu kadar etkileyip değiştireceğini ben nerden bilebilirdim. Ya da bir kitabı okumayı kabul etmenin insanı bu derece sarmaladığını... Bir zaman tüneline girer gibi insanın dünyasının değişeceğini, normal yürüyüşünü sürdürürken birden maratona başlayacağını, ben nerden bilebilirdim ki? Belki sen de bilmiyordun bütün bu yaşanacakları? Olsun dostum, ben gene de memnunum o yaşananlardan.

Sevgili dost,

Neler mi değişti hayatımda? Henüz hayata başlamamıştım ki, hayatımda birşeyler değişsin? Peki? Belki de işte o “Peki”nin cevabı olacak sana yazacağım bu mektuplar... Aradan yıllar geçti ve hâlâ o kitabın tesiri var üzerimde. Bir kuşak doğdu ve kayboldu. Ya da ben kaybettim o kuşağı. Bu sebeple de, işte o, “Kayıp Kuşağa Mektup” yazmaya karar verdim. Neden mi mektupla? Sevgili dostum, çünkü mektubu da kaybetmek üzereyiz de ondan. Mektubumun başında da anlatmaya çalıştım ya... Cep mesajlar, e-mailler maalesef o esrik tadı da elimizden aldı. Bu sebeple kaybettiğim kuşağa mektuplar yazmaya karar verdim. Mektup yazacağım ama, elimde herhangi bir adres yok. Mektup yazacağım bir isim de yok. Ancak kaybolan bir kuşak var gözlerimin göremediği... Nerde mi kayıp? Yurtiçinde, yurtdışında... Yeryüzünde, yeraltında... Köyde, şehirde, metropolde... Caddede, sokakta, evde... Ticarette, bürokraside, camide, kahvede... Sinemada, tiyatroda, gazetede, dergide, radyoda, TV’de, internette, cep mesajda... Benim/senin görebildiğin, göremediğin her yerde. Ama sonuçta: HİÇBİR YERDE... Evet... Heryerde ama hiçbir yerde.. İşte ben, ilk gençlik hevesimi paylaştığım ve aslında hâlen de paylaşmaya devam ettiğim o “kayıp kuşağa mektup” yollamaya karar verdim. Adressiz mektuplarım sahibine belki ulaşır, belki ulaşmaz... Zarfın kapağı belki açılır, belki açılmaz... Acı, tatlı bir dönemi mektuplarla tarihin boşluğuna bırakmaktır benimkisi. İçimdeki içi dolu şişeyi denizin kumsalına atmak gibi bir şey. Belki açılır, belki açılmaz o şişe.

Sevgili dost,

Bu ilk mektubumdaki dağınıklığı heyecanıma bağışla... Aslında nereden başlayacağımı bilemiyorum. Duygularımı ifade edebildiysem ve senin de birazcık olsun için kabardıysa; amaç hâsıl olmuş demektir. Duygu ve düşüncelerimin dağınıklığı için kusura bakma. Bilirsin tutuk bir insanım ben. Çünkü tutukluğu bir kader gibi boynumuza astık. O tutuklulukla öyle bütünleştik ki, zamanla her şeyimiz tutuklaştı. Ve sonuçta tutuklaşan kayıp bir nesil olduk.

Kargaların dansı

Karga deyip geçmemeli. Ona biraz yakından baktığımızda, üzerindeki san'at şâheserini fark ederiz. Çok bulunması, etinin yenmemesi adeta onları, insanların nazarında önemsizleştirmiştir. Halbuki en azından tarlalardaki zararlı böceklerin tüketicileridirler. Bizler onları sadece siyah renk ile özdeşleştiririz. Parlak tüylerini, onların yer yer koyulaşıp açık renk almasını, kırmızı gagasını, güzel gözlerini, güçlü ayaklarını görmezden geliriz. Bütün diğer güzel yaratıklar gibi mükemmel dizayn edilmişlerdir.

Kargaların sabah içtimâsına hiç rastladınız mı? Onların büyük bir gürültü ve intizam içinde sabah namazı sonrası şehrin yüksek bir binasının çatısında toplandığına şahit oldunuz mu? Evet! Sabah namazı sonrası nasıl haberleşiyorlarsa haberleşir, sonra da büyük bir gürültü ile toplanırlar. Bir araya gelirler. Çatı, adeta kargalardan görünmez olur. Sabah, zikirlerini biz insanoğluna duyurmaya çalışırlar. Çevredeki tarlalar, aralarında parsellenir. Yine büyük bir gürültü ve intizam içinde dağılırlar.

Sabah namazında eşref-i mahlûkat dediğimiz insanoğlu mışıl mışıl uyurken, kargaların teşekkürlerini Allah’a sunup, O’nun Rezzak ismine şükürleri enteresandır. Çünkü insanoğlu ibadet ve duâ için yaratılmışken ibadete ilgisizliği, deliksiz uyku çekmesi, buna mukabil hayvan dediğimiz mahlûkatın şükürle meşgul olması düşündürücüdür. İbret vericidir. Hayret âmizdir.

Kuşlar, Allah’ın rahmetinin yeryüzüne inme vaktinde, cıvıltıları ile duâ etmeleri, yedikleri lezzetli yiyecekler için Rezzaklarına şükretmeleriyle Yaratıcıyı ve Sanatkârı bizlere göstermektedirler. Kâinat kitabını iyi okumamızı bizlere tenbih ederler. Öğütlerler. Bizleri tefekküre ve şükre dâvet ederler.

Haberleşiyorlar diyoruz, çünkü şehir merkezlerinde çatıdan düşen bir yavru kargayı korumak için nasıl bir anda toplandıklarına rastlamışsınızdır. Yavru karganın etrafında nasıl etten bir duvar ördüklerine, badigart gibi onu korumak için çevreden geçenleri tehdit edercesine uçtuklarına muhakkak şahit olmuşsunuzdur. Pike eden uçak gibi tehdit âmiz uçuşları, uyarıları dikkate alınmazsa, saldırganlaşırlar. Daha yakın uçmaya, insanların gözlerine yönelmeye başlarlar. Yani ciddî olduklarını ihsas ederler. O kadar kargayı orada toplamak, iş bitince de hiçbir şey olmamış gibi kaybolmak her halde haberleşme ve dağılma düzenlerinin mükemmelliğini gösterir. Allah’ın Natık sıfatını, konuşma sıfatını yansıtırlar. O’nun Nâzım, nizam sahibi ismini de bizlere hatırlatırlar.

Orkestranın bir üyesi gibi ritme uymaları, dans eder gibi âhengle mükemmel yer değiştirmeleri, onların Yaradanlarına bir nev'î tesbihatları, şükürleri ve ibadetleridir. Kuşlar, hareketleri ile konuşurlar. Ötmeleriyle de nagâmat-ı İlâhiye, nağme, müzik dersi sunarlar. Yine bu nağmeleri ile itaatlerini ve tesbihatlarını sunarlar. Aynen esir âleminde yüzen veya uçan dünya gibi. Küçüklüğüyle beraber, san'atça bir kuştan farklı olmayan bir sinek misâl. Veya büyük bir kuş olan kartaldan da gösteriş ve güzellik açısından geri kalmazlar. Küçük büyük bir safta san'atça birlikte zikrederler Cenâb-ı Hakk’ı.

[email protected]

NE GÜZEL YARATMIŞ

Ne güzel yaratmış Rahman-ı Rahîm,

Rahmetine binler şükranımız var,

Her şeyin üstünde bin-bir isminin,

Desenli san'atlı birer mührü var.

Bakarken hazer et dikkat ile bak,

Bakıp da görecek endâzemiz var,

Sevgiyle yaratmış donatmış Rabbim,

Herkesi saracak bir kalbimiz var.

Meyvenin tadını içine koyan,

Dilleri yaradan bir Rabbimiz var,

Her biri gözleri okşar durur da,

Tok olmaz müebbed bir kalbimiz var

Ağacın yaprağı tek bir kalıptan,

Kalıbı yapan bir kalıpçısı var,

Çalışır sessiz-sessiz derinden,

Malzemesi toprak fabrikamız var.

Her canlı zikreder vakt-i seherde,

Ubûdiyet içtimâı olur her yerde,

Rızık dağılır mikdar-ı kaderde,

Rezzâk-ı Hakîm Sultanımız var.

Karar kılmış güneş durur yerinde,

Harareti yakmaz kalır serin de,

Her çiçeğe rengini tek tek verir de,

Semâyı nakşeden Sultanımız var.

Deryanın dibinde bin bir mahlûkat,

Rakseder rızkının pür neşesinde,

Vuku bulmuş burda acîb mu’cizât,

Resûllere sonsuz ihsanı da var.

Şimşek-i ra’dın şahikasıyla,

Rahmet-i Rahmanın sâikasıyla,

Bulut süngerinin damlalarıyla,

Kâinatı coşturan Allah’ımız var.

EYÜP OTMAN

Cengiz ve Hülâgû fitnesi

Risâle–i Nur'dan birkaç iktibas

Resûl–i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, nakl–i sahih–i kat'î ile ferman etmiş: "Yaklaşmakta olan bir şerden vay Arapların haline!" deyip, Cengiz ve Hülâgû’nun dehşetli fitnelerini ve Arap Devlet–i Abbasiyesini mahvedeceklerini haber vermiş. (Mektubat, s. 104)

*

Hülâgû ve Cengiz gibi zalimlerin gaddarâne sergüzeştleri... (Mektubat, s. 409)

*

Resâili’n–Nur’un ikinci ismine tevafukla işaret eden umum o âyetler, dehşetli asır olan Hülâgû ve Cengiz asrına dahi îma ederler. (Şuâlar, s. 621)

*

Perde altında yine o ehl–i dalâlet fırkaları, siyaset yoluyla Hülâgu–Cengiz fitnesini İslâmların başına getirdiler. Bu fitneden hem hadis, hem Hazret–i Ali Radıyallahu Anh sarîh bir sûrette aynı tarihiyle işaret ediyorlar. Sonra bu zamanımızın fitnesi en büyük bir fitne olduğundan, hem müteaddit hadisler, hem çok işârât–ı Kur’âniye aynı tarihiyle haber veriyorlar. (Mektubat, s. 293)

Zalimlikte sınır tanımayan dede ile torun

Sadece İslâm tarihi değil, dünya tarihi ölçeğinde bakıldığında da zalimlikte emsâline, benzerine rastlanılmayan iki dehşetli imparatorun ön plâna çıktığı görülecektir. Bunlar, dede ile torun olan Cengiz Han ile Hülâgû Handır.

Hülâgû, Tului'nin (Toluy) oğlu, Cengiz'in torunudur. Cengiz'in babası ise, kim olduğu tam olarak bilinemiyor.

Hülâgû, dedesinden miras olarak devralmış olduğu zulümkârlığı en uç noktasına kadar götürmüş, hatta yer yer dedesini dahi geride bırakabilmiş bir kanlı zalimdir.

Bu iki zâlimin dehşetli fitnesinden hem âyet, hem hadis, hem de Hz. İmam–ı Ali îmâlı ve işarî bir şekilde haber veriyor. Bu haberler ise, Risâle–i Nur'un muhtelif bahislerinde zikrediliyor ve zamanımızın şeddatlarıyla da irtibatlandırılarak ehemmiyetle nazara veriliyor.

Cengiz'in orduları, önce Harzemşah, ardından Selçuklu İslâm devletini yıkarak dehşetli bir fitneye imza atarken, Hülâgû'nun kuvvetleri ise, hilâfeti de temsil eden Abbasî devletini benzeri görülmemiş bir kanlı mezâlimle yıkarak tarih sayfasından sildi.

CENGİZ HAN

1162–1227 yılları arasında yaşayan Cengiz Han, Moğol asıllı olup Moğolistan'da dünyaya geldi.

Daha genç yaşta iken, kabile içinde hakimiyet kurma sevdasına düştü. Bir süre göçebe hayatı yaşadı. Çok erken yaşlarda evlendi. Kabile çatışmaları esnasında hanımı Börte kaçırıldı. Dolayısıyla, Börte'nin ilk çocuğu olan Cuci'nin kimden olduğu tam olarak bilinemedi. Börte Hanımın Cuci dışında üç oğlu ve bir kızı daha oldu.

Cengiz Han, zaman içinde kabile mücadelesini kazanarak yükseldi ve 200 bin nüfuslu Moğolistan'ın hakimi oldu. Bu nüfusun 70 bini asker idi.

1206'da ise, Cengiz'in başında bulunduğu devlet büyüdü ve başka unsurları, başka toprakları da bünyesine katarak Moğol İmparatorluğuna dönüştü.

Bu tarihten sonra, Cengiz Hanın önüne hiç kimse geçemez oldu. Moğolistan'dan harekete geçen Cengiz'in orduları, önlerine gelen bütün toprakları istilâya başladı. Zamanla Çin, Rusya, Kafkasya, İran ve Anadolu dahil, Doğu, Orta ve Batı Asya'nın hemen tamamını içine alan büyük bir imparatorluk kuran Cengiz'in ordularını en fazla uğraştıran ve çoğu zaman mağlup eden şahsiyet ise, Harzemşahların lideri Celâleddin–i Mengüberdî oldu.

Ne var ki, Moğol fitnesi zaman içinde bu engeli de aştı ve Harzemşahlar ile Selçukluları kapıştırarak, Müslüman olan her iki kuvveti de kırıp hiçe indirdi.

Böylelikle, Harezm, Buhara, Semerkant, Maveraünnehir ve Horasan gibi fevkalâde temayüz etmiş bulunan büyük İslâm merkezleri işgal ve istilâya uğrayarak birer harabeye döndürüldü. Kitaplar yakıldı, yüzlerce kütüphane, mescit, medrese yıkıldı, yerlebir edildi. Katledilen Müslüman sayısı ise, bilinemeyecek, hesap edilemeyecek kadar çoktur.

Ne gariptir ki, Cengiz ve ordusu bunca tahribatı yaparken, yanına çekmiş olduğu Cafer Hoca gibi bazı din âlimlerinin nüfuzundan da istifade etti, daha doğrusu onları istediği gibi kullanarak maksadına âlet yaptı.

HÜLÂGU HAN

Cengiz Han hayatta İken, imparatorluğun topraklarını dört oğlu arasında paylaştırdı. Merkezî yönetim ise, vasiyeti üzerine Ögedey Hana devredildi.

Cengiz'in bir diğer oğlu olan Toluy Han (naib), uzun müddet "Savaş Bakanlığı" yaptı. Bu sayede, Moğol yönetimi Ögedey Handan sonra kendi çocuklarının eline geçti.

İşte, bu çocuklardan biri olan Hülâgû, 1255 yılında Ortadoğu taraflarına gönderildi. Hedef, bu coğrafyada henüz ele geçirilmemiş olan toprakları da İmparatorluğa katmaktı.

Hülâgû'nun hedefindeki İran, Irak, Suriye ve Şarkî Anadolu'da ağırlıklı olarak Müslüman nüfus yaşıyordu: Abbasiler, Harezmiler, Artukiler, Eyyübiler, Selçukiler, Memlukiler gibi...

Bu tarihlerde, hatta 1243'te Sivas'ta Moğollarla yapılan Köse Dağ Savaşından sonra Selçukluların kuvveti büyük çapta kırılmış olduğundan, Hülâgû'nun saldırılarına karşı Anadolu'da herhangi bir varlık gösterilemedi. Bundan cesaret alan Hülâgû, iki başlı hale gelen Selçuklu ülkesini kendi atadığı valilerle yönetmeye çalıştı.

Anadolu'yu hakimiyeti altına alan Hülâgû, tahripkâr ordusuyla bu kez Abbasî İslâm Hilâfeti merkezinin bulunduğu Bağdat'a yöneldi.

Putperest ve bir itikada sahip ve İslâma bütün zerratıyla düşman olan Hülâgû, Bağdat'ta bulunan Abbasî Halifesine bir elçi göndererek teslim olmasını ve halkı da direniş göstermeden teslim olmaya çağırmasını istedi.

Hülâgû, esasında hiç olmayacak ve kabul edilemeyecek bir teklifte bulundu. Ayrıca, kan dökmek için bahane arayan ve asla güvenilmeyen bir zalim olarak zaten tanınıyor, biliniyordu. Dolayısıyla, haksız yere yapmış olduğu teslimiyet çağrısını reddetmekten başka çare yoktu.

Nitekim, Halife Mustasım Billah da öyle yaptı; asla teslim olmayacaklarını ve Bağdat'ı sonuna kadar müdafaa edeceklerini söyledi.

Saldırmak için zaten bahane arayan Hülâgû, savaş ahlâkını da bir tarafa bırakarak, askerlerine Bağdat'ı yakıp yıkmayı, asker–sivil ayırt etmeksizin bütün ahaliyi öldürmelerini emretti.

Şehri çepeçevre kuşatan Hülâgû'nun ordusu, verilen emri aynen yerine getirdi. Gaddarlıkta sınır tanımayan ordu, bir yandan önlerine çıkan surları, sarayları, cami ve medreseleri yakıp yıkarlarken, bir yandan da canlı namına ne varsa vurup katletmeye başladı.

Bu şiddetli saldırılara daha fazla mukavemet edemeyen Abbasi kuvvetleri, kısa süre sonra mağlup düştü. Şehre giren Hülâgû'nun askerleri, şehri baştan başa yakıp yıkıp yağma ettiler. Yağma, bir haftadan fazla sürdü.

Son olarak Halife Mustasım'ı da yakalayan Hülâgû, onu keçeden yapılmış bir çuvalın içine koyarak, atların ayakları altına attırdı ve insanlık dışı bir muameleyle halifeyi katletti. Ayrıca, Abbasî hanedanından yakalayabildiği diğer bütün fertleri de, değişik işkence yöntemleriyle öldürdü. Hanedanın kurtulabilen fertleri ise, Bağdat'tan gizlice kaçarak Mısır'daki Memluk Devletine sığındı.

1217–1265 yılları arasında yaşayan Hülâgû, Bağdat'ı ele geçirdikten sonra İran'a gelerek istiklâlini ilân etti ve burada İlhanlı Devletini kurdu. Öldükten sonra yerine oğlu Abaka Han geçti. Abaka Han ise, oğlu Argun'a son Selçuklu Sultanlarından IV. Kılıçarslan'ın kızı Selçukî Hatunu zorla alıp Tebriz'deki saraya getirtti... Bir Müslüman kızının putperest bir aileye zorla gelin edilmesi, Anadolu'daki Beylikleri kızdırıp harekete geçirdi. Yer yer çatışmalar yaşandı. Ancak, netice değişmedi.

Selçukî Hatun ise, zorla gelin edildiği ailede çocuklara sessiz sadâsız bir şekilde İslâmiyeti öğretmeye, onlara imân ahlâk dersini öğretmeye çalıştı. Ve gün geldi, onun yetiştirmiş olduğu (büyük ihtimalle öz oğlu) Muhammed Gazan Hana saltanat sırası geldi. Gazan Han, tahta geçtikten sonra İlhanlı devletinin bir İslâm devleti olduğunu bütün dünyaya ilân etti. (1295)

Birçok hadisede görüldüğü gibi, burada da insanlar zulmetmiş, ancak kader adâlet etmiş ve yüreği yaralı bir Müslüman hanımın eliyle koca bir devletin İslâmlaşmasını netice vermişti.

Yansıma

Sabaha kalmaz ağlar bu şiir sarılıp gölgene

İnciniyor her yanı değdikçe esmer yüzün…

Sokuldum usul usul anılar defterine,

Gün dalından koparken sensiz geçen bir güzün…

Bir yaprak gibi kalbim, düştü düşecek yere

Bir erguvan susuyor bende soluksuz...

Bak, kuşları da uyku tutmuyor bu gece,

Bekleşiyor dallarda gölge gibi ruhumuz...

Gül ağacı gülümser, düşüncem yaslı bahçe,

Ağlasam yağmuru andıracak toprağa dargınlığım.

Kırıldı kandil ve buhurdan artık boş çerçeve,

Karışıp gitti karanlığa camlarda alın yazım...

Gözlerin daha gurbet, bense kendime;

Yalnızlığa ilham sustukça bu satırlar...

Mum ışığında düşler yansıyor yüreğime,

Yoksun, varlığının saatleri bunlar... ÖZLEM KARA [email protected]

ŞİİRİN TÜLLERİ

Sarışın bir akşamüstünün sevdaya, sevince ve daha çok acıya benzeyen yüzü vardır şiirin tülleri ardında. Edebiyatın asıl ve içli çocuğu olan şiir, uzak yollardan gelmiştir hanemize. Az konuşur o. Öz.

Hayatından şiiri kovan insanlar, estetik kalesinden bir zarafet taşı düşürdüklerini bazen de anlarlar. Şiirsizliğin sıkıntısını yaşadıklarını, yalnızlaştıklarını duyumsarlar. Anlamamak, anlatamamak ve anlaşılamamak. Kendilerini kaptırıp gitmişlerdir bir akışa. Ne bir an durup düşünmeyi akıl ederler, ne de sonsuzun aynasında kamaşmayı.

Şiir diyorsam, yazılan ve yazılmayan şiirler. Henüz kaleme dökülmemiş şiirler de bir mektup gibi uçar gider ruhlar arasında. Bilinmeyen yerlerden, ötedekilerden, mahrem üzüntülerden, nahif kırılganlıklardan, ciğeri sızlatan iç gözyaşlarından sarsıntılar getirir. Canlı bir mecaz gibi dolaşır aramızda. Şeffaftır; fakat tüller ardındadır onun şeffaflığı. Dikkatli bakışları arzular, müstesna ilgileri dâvet eder.

Kahramanları vardır şiirin, güzelleri. Atlıları vardır, şirinleri, ‘sükût sûretinde’ bakanları. Daha neleri yoktur? Düğünleri, gazel gözlü semaları, ‘bir karıncaya ulu nazar’ları. Tüller ardındaki eflâtun çiçekleri, yoksula uzanan hülyaları, bir babanın boğazında düğümlenen yokluk düğümlerinin sözcükleri, merhametin hanımeli tazeliğindeki erguvanı, hapishane kapısında içerilerden kopup gelen gözlerin reyhanı...

Özgürlüğe de emek verir şiir. Işıldatan çekici, vicdan okşayan rüzgârı, kale inşa eden ustası vardır onun.

Dünyadan ayrılıp gideceğimizi, her şeye yeni bir gözle bakmamız ve göğümüzde muhteşem ötelerin dirilmesi gerektiğini şiir hatırlatır bize, serin ve sarsıcı sesiyle. Bekle bizi şiir. Pırıl pırıl kıyıların, rıhtımların, görkemli yıldızların içinde bekle bizi. Kadife nakışların, bir köşede masal gibi bir sessizliğin enginliğinde gönül okuyanların, hazin ve bilge edaların, yalılardan ve gecekondulardan tüten tecellilerin içinde bekle. Bu kadar hızlı göçme, uzaklaşma; yorma bizi. Sönen ışıklarımıza bir kez daha seslen. Yasemin kokularında, özgürlüğe emek veren maviliğinle ve cehdinle, beyaz sargılar içindeki direnişinle bekle.

Ne kararan, ne solan sokaklara meftundur şiir. Solgun caddelerde çürüyen dakikaları dolaşsa da, ümidi ve selâmı terennüm eder. Beklemek ister bizi. Bekle bizi şiir.

[email protected]

ELİF DÖNÜYOR BAK ELİF

İffetli bir genç kız gibi,

Utangaç bir yıldız gibi,

Sessiz sakin deniz gibi,

Elif dönüyor bak, Elif.

Kadın-aile haberleri,

Fahr-i cihan peygamberi (asm),

Hakikat-bîn her haberi,

Elif dönüyor bak, Elif.

Elinde nur, yüzünde nur,

Onda edep, haya, onur,

Yapmaz asla kibir, gurur,

Elif dönüyor bak, Elif.

Söylediği hak olacak,

İçi dışı pak olacak,

Adı gibi yek olacak,

Elif dönüyor bak, Elif.

Doğru söyler, pektir sözü,

Evimizin tadı tuzu,

Yeni Asya’nın genç kızı,

Elif dönüyor bak, Elif.

Haber; Üstad ve nurlardan,

Bitlis, Barla tüm sırlardan,

Destek bekler okurlardan,

Elif dönüyor bak, Elif.

İBRAHİM HALİL ALKAYIŞ

ADIYAMAN

i.halil-02 @hotmail.com

22.05.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Elif Eki

  (15.05.2009) - Mevlânâ ve Bediüzzaman’ın ortak mesajı: İTTİHAD-I İSLÂM

  (08.05.2009) - İkinci haftaya girerken

  (01.05.2009) - Yeniden Bismillah!

  (30.04.2009) -

  (30.04.2009) -

Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl
Reklam Linkleri: Risale Yorum- Risale Çocuk- Yemek Tarifleri - Euro Nur - Fıkıh İnfo- Satılık Tekne- Cevşen - Yeni Asya Barla - Makdis