Elif Eki |
İSMAİL TEZER |
‘Bir alana, Bin bedava’ (!) |
İnsan ‘Bir alana, bir bedava’ türünden kampanyalara ilgi duyar, hatta bazen ‘şok indirim’ türünden kampanyalar dolayısıyla mağaza önlerinde sabahlara kadar kuyrukta beklemeyi göze alır da, ‘Bir alana, Bin bedava’ kampanyasına hiç ilgi duymaz mı? Elbette duyması, ne yapacağını şaşırması (!), hatta ‘normal şartlarda’ buna inanamaması gerekir! Ne ki, bu kampanya, ‘normal şartlar’ dediğimiz dünya ölçüleriyle ölçülecek bir şey değildir. Dünyadan daha gerçek, kazandırdıkları itibariyle dünya ve içindekilerden daha kıymetli bir kampanyadır. Özel ikram günleri BİR alana, BİN bedava!
Hayatımız bazı çelişki ve garipliklerle dolu. Nasıl mı? Şöyle izah edeyim: Alış verişin özünde ‘mübadele’ var. Yani karşılıklı mal değişimi. Günümüzde ise bunun aracı para. Yani mal alıyor, karşılığında para veriyoruz. Çoğu zaman da, daha az parayla daha kaliteliye sahip olmanın yollarına bakıyoruz. Meselâ—eğer gerçekten uygunsa—”Bir alana bir bedava” türünden kampanyalar daha fazla ilgimizi çekiyor. Müşteri olarak bu yaklaşımımız, gayet normal tabiî. Zira ‘kemâl-i akıl’dan kaynaklanıyor. Yani akıllılığın gereği. İktisat prensibi bunu gerektiriyor. Lâkin aynı ‘akıllılığı’, “Bir alana, Bin bedava” özel kampanyası için de gösterebiliyor muyuz acaba? “Böyle bir kampanya olur mu?” demeyin, çünkü var. İşte bahsettiğim ‘çelişki ve gariplikler’den biri de bu zaten. Öyle ya, insan ‘Bir alana bir bedava’ türünden kampanyalara ilgi duyar, hatta bazen ‘şok indirim’ türünden kampanyalar dolayısıyla mağaza önlerinde sabahlamayı göze alır da, ‘Bir alana, Bin bedava’ kampanyasına hiç ilgi duymaz mı? Elbette duyması, ne yapacağını şaşırması (!), hatta ‘normal şartlarda’ buna inanamaması gerekir! Ne ki, bu kampanya, ‘normal şartlar’ dediğimiz dünya ölçüleriyle ölçülecek bir şey değildir. Dünyadan daha gerçek, kazandırdıkları itibariyle dünya ve içindekilerden daha kıymetli bir kampanyadır. Zira bu, sonsuz sevgi ve merhamet sahibi Rabbimizin, her sene üç ay boyunca bizler için sunduğu “özel ikram günleri”dir. “Bir alana, Bin bedava” kampanyası... Yani ‘ahiret ticaretinin kudsî pazarı’, mânevî ticaret mevsimi üç aylardır. ** Maalesef, günümüz insanı dünyaya o kadar daldı ki, her şeyi ‘madde’yle ölçer oldu. Paradigmalar hep geçici dünya hayatı üzerine kuruldu. İnsanın ticareti, alış verişi vesâiresi... Varsa yoksa hepsi ‘dünya’sı oldu. Halbuki insan, şu dünyevî alış verişlerden, ticaretlerden çok daha büyük ve önemli bir ‘ticaret’le karşı karşıya. Hatta her an onun içinde. Farkında olmasa da sürekli bir alış veriş hâlinde. Nasıl mı? Her an ömür sermayesinden harcıyor ve karşılığında bir şeyler alıyor. Tabiî şimdilik bunlar kendisine verilmiyor, başka bir âlemde kendisi için biriktiriliyor. Ama pek yakın bir günde kendisine sunulacak. “İşte biriktirdiklerin!” denilecek. İşte böylesi bir ticaretgâhtır dünya. Bediüzzaman diyor ya: “Dünya seyyar bir ticaretgâhtır. Öyle ise alış verişini yap, gel ve senden kaçan ve sana iltifat etmeyen kafilelerin arkalarından beyhude koşma, yorulma.” ** Evet, neticede ticaret için geldik bu dünyaya. Bakın, Rabbimiz buna nasıl işaret ediyor: “Allah, mü’minlerden canlarını ve mallarını, karşılığında onlara Cennet vermek sûretiyle satın almıştır.” (Tevbe Sûresi: 111) Açıkça, bir alış verişten, bir ahiret ticâretinden söz ediyor Mevlâmız. Canlarımıza ve mallarımıza müşteri oluyor. “Satın Bana!” diyor. Satmak, O’nun yolunda kullanmak demek. Ve öyle bir satış ki, hadsiz bir kâr var: Kendisi hesabına yapılan her satışta, en az bire on veriyor. Evet, “Bir alana, bir bedava” değil, “Bir alana on bedava”! Tabii bu aslında, her zamanki âdeti, vaadi, ikramı, fazlı… Bir de özel ikram günleri var ki, yazının başında da işaret ettiğimiz gibi, bir alana yüz, üç yüz, bin, hatta otuz bin bedava: “Her hasenenin (iyiliğin) sevabı başka vakitte on ise, Receb-i Şerif’te yüzden geçer, Şâban-ı Muazzam’da üç yüzden ziyade ve Ramazan-ı Mübarek’te bine çıkar ve Cuma gecelerinde binlere ve Leyle-i Kadir’de otuz bine çıkar.” (Şuâlar, s. 424) ** Ama dedik ya işte, insanoğlu garip bir varlık. Çelişkileri bitmiyor. Hatta geçenlerde postama düşen bir kaç cümle de, insanoğlunun bu hâline dikkat çekiyor: “İlginç, insan on dakika zikredecek olsa bu zamanı çok bulur; ama bir film veya maç olsa bir buçuk saatlik zaman onun için hemen geçiverir. “İlginç, bir futbol maçının uzaması insanın hoşuna gider, ama Cuma namazında hutbenin birkaç dakika uzaması hiç de hoşuna gitmez…” İşte insanın bu garipliklerinden biri de; ‘Bir alana bir bedava’ veya ‘şok indirim’ türünden kampanyalar için gerektiğinde mağaza önlerinde sabahladığı halde—halbuki nihayetinde kendisine kabir kapısına kadar arkadaşlık edecek bir maldır;—kabirden sonraki sonsuz hayatının mutluluğunu en hızlı ve kolay bir tarzda temin edebilecek “Bir alana Bin bedava” İlâhî kampanyasına ilgisiz, duyarsız kalabilmesidir. İbrahim Sûresi’nin 3. âyeti de, insanoğlunun bu garipliklerine dikkat çekiyor aslında: “Onlar dünya hayatını seve seve ahirete tercih ederler.” Bediüzzaman, bu âyetten ilhamen şöyle der: “Bu asrın acîb (acaip) bir hassasıdır (özelliğidir): Elması elmas bildiği halde, camı ona tercih eder.” İşte bu kadar gariptir günümüz insanı. Camı elmasa tercih eder. Sonsuz hayata yönelik kullanması gereken şiddetli duygularını, dünya hayatına sarfeder durur. ** Peki ya çare? Çare; camı elmasa tercih ettiren hisleri mağlûp eden ve insana verilen duyguların nereye nasıl sarf edileceğini en güzel şekilde ortaya koyan Risâle-i Nur eserlerini okumak. Tabiî onun da bir şartı var. Zübeyir Gündüzalp’in dilinden ifade edelim: “Sebat, devam ve dikkatle okumak.” (Sözler, Konferans, s. 705) ** Ne diyelim, Rabbim bütün çelişki ve garipliklerden uzak, istikametli bir hayat ve şu ‘özel ikram günleri’nden en iyi şekilde istifade etmek nasip etsin!
|
SEVİNÇ YAĞMURLARI |
DİK yukarı çıkan caddenin ortasındaki durakta durdu otobüs… Haftanın ilk günü, günün ilk saatlerinde yaşanan trafik yoğunluğu, yolcuların otobüse binmek için kapıda izdihamı, gergin saatler oluşturuyordu… Arkaya doğru ilerleyelim sesleri, acele edelim bağırışları, gençlerin ayağa kalkmamasına için için içerleyip “Ah nerde bizim zamanımızdaki saygı” sözleri, şoförün iki de bir çaldığı zil, dışarıdan gelen klâkson ve ambulans sirenleri… Zil takıp oynatmaya az kaldı… Ayhan Bey alışmıştı bunlara, hepsini çözecek gücü yoktu, ama elinden geldiği kadarıyla çare olmaya çalışıyordu… Gençti, idealistti, insanlara faydalı olmak istiyordu… Bazen tahammül sınırlarını aştığı olmuyor değildi, sabır deyip sineye çekiyordu… Her akşam ölüyor, her sabah yeniden diriliyor, hayata taze bir başlangıç yapıyordu sanki… Öyle olmasa nasıl yaşanırdı bu sıkıcı, boğucu, dar ve deni dünyada… Son yolcunun binmesiyle hareket ettirdi otobüsü, ağır ağır gidiyorlardı iki şeridi dolu yolda… Hareket etmenin rahatlığıyla bir nebze olsun sesi kesilmişti yolcuların… Oturanlar oturmuş, oturmayanlar ayakta dışarı seyrediyor, tek tük de olsa gazete okuyan kitap okuyan, öğrencilerden ders çalışanlar vardı… Ara sıra öfkesi geçmeyenlerin sesi duyulmuyor da değildi… İki durak böyle geçti, şehir merkezine geldiklerinde yolcuların çoğu indi, onların yerine yenileri bindi… İnenler ve binenler, memnun olanlar ve olmayanlar, sevinenler ve üzülenler, doğanlar ve ölenler, metler ve cezirler, geller ve gitler, dolanlar ve boşalanlar… Hayat hep yarım, hep eksik, hep umut, hep arayış; bitmeyen senfoni… Yolculardan biri kartında biletliğinin olmadığını fark etti, inmek isterken Ayhan Bey içeri geçmesini istedi… Ne zor oluyordu böyle kritik anlarda biletin bitmesi, otobüsten inmek veya “Fazla bileti olan var mı?” deyip koltuk koltuk dolaşmak… Küçük bir eksiklik ne onur kırıcı oluyordu, tedbirli olmak güzeldi ama insan insandı, bazen böyle unutuyordu… Ayhan Bey yüksek ve munis bir sesle “Hanım kızımıza yardım etmek isteyen var mı, herkesin huzurunda teşekkür edecek” deyince bir hareketlenme oldu, koltuklarından beş altı kişi birden kalktı yardım etmek için… Demek sözden söze, söylemekten söylemeye fark vardı… Söz sadırdan samimiyetle söylenirse, duranları harekete geçirecek güçteydi; herkeste var olan o gücü kullandı Ayhan Bey… Yolculara dönüp yardımcı olan arkadaşa birlikte teşekkür ettiler, ücretini de almadı biletini kullandıran orta yaşlı bayan… Teşekkürlerle, sağollarla yerlerine oturdular… Hani sıcak ve boğucu ortamda pencereyi açarsın da serin ve rahatlatıcı bir hava gelir ya dışardan, aynı öyle olumlu bir hava esmeye başladı hızlanan otobüste… Sevgi dalgası esti, olumlu bir enerji yayıldı, herkes birbiriyle konuşmaya başladı; darda olana yardımcı olmak lâzım, insan olduğumuzu göstermeliyiz, bugün yaptığın iyilik yarın sana daha büyük olarak geri döner, üç günlük dünyada baki kalan hoş bir seda, hayat hızla akıyor, iyiden iyilikten başka neyin değeri var ki… Uzayıp giden olumluluğu arttıran cümleler; herkes streslerden sıyrılmış, rahatlamış, otobüs konforlaşmıştı sanki… Her şey algılama biçimimize, zannımıza göre değişmiyor muydu? Küçük bir hareket, küçük bir cümle onca insanı nasıl etkileşmişti, günün kalan zamanında ve anlatıldıkça etkilemeye devam edecekti… Her ne kadar bazen sıkılsa da, insanlarla beraber olmaktan bunun için memnundu Ayhan Bey… Mesleğini sevmesinin sırrı buradaydı; küçük jestlerle yolcuları sevindirmek… Bir tebessüm, bir teşekkür, bir memnuniyet ifadesi hiç de pahalı değil, karşılığında alınan peşin ücrete göre çok ucuz… Önünü ve dikiz aynasından geriden gelen var mı diye bakan Ayhan Bey otobüsü hızla sürmeye başladı… İki üç gün geçmedi amirinden bir öğle vakti telefon geldi, akşamüzeri müdüriyete uğraması isteniyordu… Ne oldu ki acaba, bir yanlış mı yapmıştı, bilmeden trafik kuralını mı ihmal etmişti, bir şikâyet mi vardı? Düşündü durdu, sürdü düşündü, tekerlerle beraber döndü duyguyla karışık düşünceleri… Onu bekleyen takdir miydi, teşekkür mü? Şükür ki mesai bitti, müdüriyetin yolunu tuttu, biraz ürkek, biraz tedirgin, biraz heyecanlı… Hasan Beyin yüzüne baktığında hiç de asık olmadığını gördüğünde içi rahatladı… Hasan Beyi de severdi; dengeli, tutarlı, adaletli davranan, samimî sevecen bir adamdı… Kızdığında biraz fazla köpürürdü o kadar, siniri yatışınca da özür dilemeyi de bilirdi… Kızgın olmaması hayra alâmet miydi? O günkü gazeteyi uzattı ona… Bir anlam veremediği gibi açıp hızla çevirdiğinde de bir şey göremedi… Ne ola ki? Beşinci sayfaya iyice bak dedi müdür bey… Tekrar açtığında geçen gün otobüste yaşadıklarının haber konusu yapıldığını gördü, gözü ve yüzü parladı… Meğer o gün orada bulunan bir gazeteci, haber konusu yapmış hadiseyi, şoförden övgülerle bahsetmiş haberde… Yaptığı hareketin güzelliğinden müdürün de yüzü güldü, teşekkürle güzelliği ifadelendirdi… Demek o hava, o enerji, o sinerji, o sevgi dalgası hâlâ yayılıyordu; sanki tohum çatlamış hızla sümbül vermiş, etrafa kokular yayıyordu… O anı bir daha yaşadı, içi sevinçle doldu, coşkuyu tekrar hissetti… Ayrılırken müdürün yanından ayrılmak istemediği bir mutluluk, yanı başında, önünde içinde yürüyordu… Dağın eteklerinden ovaya yayılan, uzaktan mavimsi yeşilimsi görünen şehre bir daha baktı; umut, sevgi bu şehir insanlarının içindeydi… Otobüsle beraber o sevgiye ümitle beraber yürüdü… Aynı haberi diğer gazeteler de paylaştı, iyilik ve yardım severlik şiârı olmuştu Ayhan Bey… Ziyaret eden, tebrik telefonlarıyla arayan dostları, sevincini şehrin üzerinde dalgalandırıyordu… Bir tebessüm, bir teşekkür, yolda kalan birine bir yardım nelere kadirmiş… Kadirşinas müdürleri bu iyiliği hediye ile taçlandırmak istediler, belediye otobüs işletmesinde düzenleyecekleri bir törenle cumhuriyet altını takalım dediler… Düşünceleri diğer çalışanlara örnek olmasıydı… Ayhan Bey abartı olmasından kabul etmek istemese de ısrarlara dayanamadı… Yapılan iyilik biraz gizli ve gizemli olmalı değil miydi? Gösteriş, gösterilen yardımı gölgelemiyor muydu? Güzellikler, gönülden gönüle giden yollarla ansız zamanlarda ulaşmıyor muydu zaten? Tevazu ve mahviyet insana yakışan güzel bir süs değil miydi? Ne diyeceğini bilemiyordu, bildiği; duygularını dizginlemeli, düşüncelerini düzenlemeli, benliğini geri çekmeliydi… Kalben bunu hissetmeliydi… Bir Cumartesi akşamı tören salonu Belediye Başkanı olmak üzere, daire amirleri, mesai arkadaşları, dostları, arkadaşları, akrabaları ve gazetecilerle doldu… İsmi okunup sahneye ağır ve vakur adımlarla yürürken yüreği doldu, bir damla düştü önüne… Haberi yapan gazeteciyle birlikte sahnedeydiler, olay kısaca tekrar anlatıldı… Zorluklara rağmen insanlara hizmet etmenin en hayırlı bir iş olduğu, bâkî kubbede hoş bir seda bırakmanın çok da zor olmadığı, küçük işlerin büyük kapıları açtığı, hiçbir hareketin küçümsenmemesi gerektiği, önemli olan iyi niyetle atılan adımlar olduğu ifade edildi… Hediyesi Belediye Başkanı tarafından verilirken ki heyecan, salonu alkış tufanına çevirdi… O ise yüzünü yere çevirdi, bir ara en önde oturan ailesine çevrildi gözleri, küçük Ali ayakta alkışlıyordu babasını, daha fazla dayanamadı durmak istemeyen damlalara, bırakıverdi… Onu sevindiren hediye, patlayan flaşlar, alkışlar değil, oğluna örnek olmanın verdiği sevinçti… Ne kadar coşsa, ne kadar ağlasa yeriydi… Yerine geçerken yüreğinde sevinç yağmurları yağmaya devam ediyordu.
|
‘DOĞAYI KORUYALIM’ GAFLETİ |
ALLAH'IN yarattığı bir san'at galerisi olan ve adına tabiat denilen şu harikalar harikasına bir zamanlar “tabiat” diyerek Allah ile alâkasını kesmeye çalıştılar. Sonra “doğa”ya çevirdiler bu ismi. Belli belirsiz bir ilâh tasavvurunu körpe zihinlere aşılamak için... Şimdilerde ise, “Doğayı koruyalım” pankartı ile karşımıza çıkıyorlar. El insaf yahu. “Doğanın mu'cizesi,” “Doğanın harikası,” vs. deyip, “Allah” yerine kullandığınız bu doğa denen şeyin madem gücü var, niye onu korumaya çağırıyorsunuz milleti. Siz hiç “Allah’ı koruyalım” işareti ya da levhası gördünüz mü bir yerde? Bu çelişkiyi düzeltin o zaman. “Tabiat ya da doğa her ne ise Allah’ın bir san'at eseridir ve lütfen gerekeni yapalım” deyin. Tabiî inancınız ve yüreğiniz varsa. ANILAR DEMETİ
ŞEKER gibi tatlı ve temiz bir adamdı Rahmetli Emin Topşeker amca. Baba dostuydu. Yanyanaydı dükkânlarımız yıllarca. Az yemedik elceğizinden o gül kokulu lokumları ve şekerleri… Emin Amca’nın oğlu Tahir, benim de çocukluk arkadaşım… Geçen yanıma uğradığında, eski günleri yâd ettik. Dükkân komşularımızı rahmetle andık. Bir ara; “Tahir, baban Emin Amca’nın vefatı ne zamandı?” diye sordum. Tahir’in cevabı çok hoşuma gitti; yıllar geçse de, sevenlerin ve sevilenlerin kalpteki yerinin hep aynı olduğunu gösteriyordu, “Bana daha dün gibi kardeşim” dedi. Evet, zaman, takvim pek yapraklarını hızla değiştirse de gönül yapraklarına dokunamıyor. Birer Fatiha olsun, bizden evvel göçüp gidenlere… Ölümsüzlüğün sırrına erenlere. Gönülde iz bırakan komşulara, ahbaplara…
UNUTULMAYAN MANİLER
Bu dağlar kömürdendir Geçen gün ömürdendir Feleğin bir kuşu var Tırnağı demirdendir
Mezartaşları ya da son sözler
MUALLİM NACİ (1850-1893) Saraç Ali Bey’in oğludur. Hattat, hafız, edip ve şairdir. Eski kültürün de sahibi ve temsilcisidir. Eserleri arasında en meşhuru “Lügat-ı Naci” ismiyle anılan eserdir. Çocukluk hatıralarını “Ömer’in Çocukluğu” adıyla neşretmiştir. (Bkz. Zafer Yayınları) Sevimli, güler yüzlü, çok dürüst, temiz bir İslâm kültürü içinde yetişmiş engin ve zengin bir karakter sahibi idi. Mezar taşına yazılı olan beyti bize onun son sözlerini ve dürüstlüğünün temelini de açıklıyor sanki: “Hakperestim, arz-ı ihlâs ettiğim dergâh bir Bir nefes tevhidden ayrılmadım Allah bir.”
“KİMSEYE BORCUM YOK!” DİYENE
KİMSEYE borcum yok diyene inanma. Öyle bir borç var ki üzerimizde, bu borç parayla pulla ödenecek gibi değil. Belki ibadetle ve imanla ödenebilir bu borç. Kediler âleminde fare olmamak, bir tutam maydanoz olmamak… Ve insan olarak, iman nimetine sahip olarak doğmak insanı gırtlağına kadar borçlu hissettirmeye yeter de artar bile… Yaşarken yaptığımız borçlar ayrı… Biz doğarken borçlu doğmuşuz. Sonsuza kadar, şükür ve bütün nimetleri O’ndan bilmek, O’nun emirlerini dinlemek bir derece bu borcu ödememize yardımcı olabilir.
“BALKAN” NE DEMEKTİR?
BALKAN “dağ ve orman” demektir. Ağırlıklı olarak kayın, gürgen ve meşeden oluşan güzel ormanlarla kaplı bu bölgeye neden balkanlar dendiğini Kırklareli’nden geçer geçmez anlamaya başlıyorsunuz. “Rumeli Fatihi” olarak anılan Orhan Gazi’nin büyük oğlu Süleyman Paşa vasıtasıyla 1354 yılında Çanakkale Boğazını geçerek ilk münasebetlerimiz başlıyor bu topraklarda. Bugün Balkanlarda toplam 12 milyona yakın Müslüman bir nüfus yaşamaktadır. Bugün ziyaretlerine gitmek için bu insanlar bizi beklemektedir. Osmanlı Medeniyetinin yöre halklarına ne denli tesir ettiğinin en açık göstergesi dillerine girmiş Türkçe kelimelerdir. Bunların sayısı Boşnakça, Sırpça ve Hırvatçada 7 bin, Makedonca’da 3 bin, Arnavutça’da ise hepsinden fazladır.
KORUYUCU ZIRH
SÜLEYMAN Aleyhisselâm Hüdhüd kuşunu Sebe Kraliçesi Belkıs’a gönderdiği zaman, bütün kuşlar Hüdhüd’e çıkışırlar: “Sakın Belkıs’ın ülkesine gitme! Yolda seni keskin nişancılar mutlaka vurup öldürürler.” Hüdhüd onlara cevaben: “Avcılar benim kılıma bile dokunamazlar, zira benim yanımda Besmele var,” der. Gerçekten de hepsi birbirinden keskin nişancılar, Hüdhüd’ü hedef almışlar, fakat vuramamışlardır. Hüdhüd sağ salim görevini yapıp Hz. Süleyman’ın (as) mabedine geri dönmüştür. (Hep İyilik İste, Yusuf Bahadır Ulucan, s. 94)
PİKNİĞE GÖTÜREN VAKIF
BELLİ zamanlarda yaşanan güzellikler hafızalardan silinmez. Çocukken ve öğrenciyken yaşananlar da bunun en güzel örnekleridir. Bir de çocukluk ve öğrencilik birleşti mi, hayatın tadına en doyulmaz anları yaşanır. Tabiî, bu anları öncelikle derslerimize, yani görevlerimize göstereceğimiz titizlikle değerlendirmeliyiz. Ondan sonrası, muhakkak kendiliğinden gelen mutluluklar yaşanacaktır. Tarihte kurulan vakıflarımız, bunun da farkında ve bilincinde oldukları için, bu konuda da çalışmalar yapmışlar. İstanbul’da 1731 yılında, Kaşıkçı’nın kurduğu Mustafa Efendi bin Ahmet Vakfı, “Talebeler her yaz pikniğe götürülecek” diyerek, öğrencilerin bu konudaki ihtiyaçlarını göz önünde bulundurmuşlardır. Yıl boyunca sorumluluk sahibi olup, belli derslerle meşgul olan ve dinlenme ihtiyacı duyan öğrenciler, bu şekilde rahatlatılmış, derslerinde başarılı olmaları da, dolaylı olarak sağlanmaya çalışılmış. Mustafa Efendi bin Ahmet Vakfı, İbrahim Çavuş Mahallesinde yaptırdığı mektepte okuyan talebelere, hocalarına ve belletmenle- rine her sene kurban bayramında olmak üzere, yardımlarda bulunmuş ve hocalar ile talebelere de aynı anda yardım etmiştir. (İlginç Vakıflar, s. 7)
|
ENDÜLÜS'TE İSLÂM MEDENİYETİ |
Bediüzzaman diyor ki:
Ne vakit ehl–i İslâm dine ciddî sahip olmuşlarsa, o zamana nispeten yüksek terakki etmişler. Buna şahit, Avrupa’nın en büyük üstadı Endülüs devlet-i İslâmiyesidir.
(Mektubat, 26. Mektub, s. 313)
Vahşî Batı, İspanya'daki Müslümanlara bakarak medenîleşmeye başladı
Endülüs, İber Yarımadasının bugünkü Güney İspanya bölgesinde Müslümanların yaklaşık 800 yıl müddetle (711–1492) hakimiyet kurdukları geniş bir coğrafyanın adıdır. Kuzey Afrika'daki Berberiler başta olmak üzere, birçok kabile ve hanedanın gelip yerleştiği İber Yarımadasında, en büyük güç ve tesir sahasına Endülüs Emevileri sahip olmuşlardır. Özellikle, Şam merkezli Emevi Saltanatının yıkılmasından (Milâdî 750) sonraki dönem itibariyle... Endülüs Müslümanlarının hem kendi toplumlarına, hem de Avrupa halkına birçok sahada büyük hizmetleri olmuş, faydaları dokunmuştur: Temizlikte, mimaride, mühendislikte, tıpta, matematikte, cebirde, astronomide, geometride, fikir ve felsefede, fen ve san'atta, fizik ve kimya ilminde, şehir plânlamasında, hasılı ilim ve medeniyetin hemen her sahasında—Üstad Bediüzzaman'ın tâbiriyle—Avrupa'nın üstadı olmuşlardır. Basiretli edip ve şair Ziya Paşa ise, bir beytinde Avrupa'yı gafletten uyandıran Endülüs medeniyetinden şu şekilde söz eder:
Ger Endülüs olmasa ziyâdâr; Kim Avrupa’yı ederdi bidâr? (Bidâr, uyandırmak demektir.)
İşte, sahasında çığır açarak her biri birer ilim ve fikir öncüsü olmuş Endülüslü Müslüman meşhurlardan bir kaç isim...
Câbir bin Eflah: 1200'lü yıllarda yaşadığı tahmin ediliyor. Özellikle Trigonometri sahasında öncü bir şahsiyet olup, bu ilim temel prensiplerini ortaya koymak için koca bir ömür harcadı. Avrupa'da "Al–Gabar" diye bilinir.
İbn Firnas: Milâdî 888'de vefat ettiği rivayet ediliyor. Edip ve şairliğinin yanı sıra, ayrıca gökbilimci olarak da bilinir. Bir cihaza kumaş geçirmek sûretiyle kuşlar gibi havalanarak uçtuğu kaydediliyor.
El İdrisî: 1099'da Cebelitarık Boğazının Fas kıyısından doğmuş olmakla birlikte, kendini Endülüs okullarında yetiştirdi. Uzun süre Fransa ve Sicilya'da ikamet etti. Bilhassa harita ve coğrafya sahasında eşine ender rastlanır bilgi ve birikimlerin sahibi oldu.
El Kurtubî: Endülüs'ün yetiştirdiği dâhi âlimlerden biri olup, 1200'lü yıllarda yaşamış. Birçok esere imza atmakla birlikte, onun en kuvvetli yönü müfessirliğinde görünür. Yazdığı Kur'ân tefsirleri, medreselerde asırlarca okundu.
İbn Bacce: 1138' vefat ettiği biliniyor. Akılcı (rasyonalist) bir filozof olup, Farâbî'nin izinde gitmiştir. Felsefe dışında tıp, astronomi, matematik ve musıkî ile de alâkadar olmuştur.
Ebu Mervan İbn Zühr: 1091–1161 yıllarında Endülüs'te (İspanya) İşbiliye (Sevilla) şehrinde yaşadı. Bilhassa tıp sahasında İslâm bilginlerinin büyüklerindendir. Batı dünyasında "Avenzoar" diye tanınır.
Muhyiddin İbn Arabî: İspanya'da (Endülüs) doğdu, 1165–1245 yıllarında yaşadı. Zahirî ve batınî ilim sahasında zirve bir şahsiyettir. Fütûhat–ı Mekkiyye ve Fusûsu'l–Hikem gibi asırlardır okunan nice şâheserlerin sahibidir.
İbn Rüşd: 1126 Kurtuba (Endülüs) doğumlu olup, Arap asıllı bir ilim, fen ve felsefe dâhisidir. Ayrıca, fıkıh, matematik ve tıp sahasında Avrupa'ya hakkıyla üstadlık edecek nice eserlere imza attı. 1198'de Fas'ta vefat etti.
Ayrıca, çeşitli ilim dallarında şöhret bulmuş diğer bazı şahsiyetler de var. Bunlardan bazılarının isimleri şöyle: El–Bitrüci, İbn Hazm, İbn Fâris, Zerkali, Selâm bin Abdullah Bahilî, İbn–i Cübeyr, İbn Tufeyl. İbni Meserre... Bu arada büyük tarihçi, sosyolog ve siyaset âlimi Tunus'lu İnb Haldun'un da, ilim ve hizmet hayatının yarıdan fazlasının Endülüs'te geçtiğini unutmamak gerekir.
Sekiz asırlık serüven başlıyor
Müslümanların İspanya mâcerası Milâdî 711 senesinde başladı. Bu tarihte İslâm dünyasının merkezi Şam'da olup, hilâfet ile saltanat Emeviler'in elindeydi. Şam merkezli Emevilerin saltanatı 661'de başladı, 750'de sona erdi. Saltanat sırası, 750'den itibaren Abbasilere geçti. Emeviler zamanında, Kuzey Afrika'nın fethi tamamlanmış, bu coğrafyada yaşayan Berberî kavimlerin çoğu Müslüman olmuştu. Müslümanlarla komşu olan İber Yarımadasındaki Fransa, İspanya ve Portekiz hükümetleri, bu gelişmeden tedirgin olmaya başladı. En şiddetli rahatsızlığı duyanların başında ise, o tarihlerde İspanya'ya hükmeden ve Germen bir kavim olan Vizigotlar geliyordu. Başkenti Toledo olan Vizigot Kralığı ile Kuzey Afrika'daki Müslüman topluluklar arasındaki gerilim giderek tırmanmaya ve yer yer sıcak çatışmalar yaşanmaya başladı. Her biri ayrı bir kıt'ada yer almakla beraber, aralarında, bugün adına Cebelitarık Boğazı denen dar bir deniz koridoru vardı. Merkezi Şam'da bulunan Emevi Devleti, Miladî 700 senesinin başlarında Kuzey Afrika'nın tamamına hakim olmuş durumdaydı. Buranın idaresi ise, Afrika'daki valisi Musa bin Nusayr'a verilmişti. Vali Musa, Berberî asıllı bir kumandan olan Tarık bin Ziyad'ı 711 senesinde İspanya'daki Vizigotların üzerine gönderdi.
(Devamı haftaya) |
“Evimizde çatışma ve şiddet var; ne yapacağımı şaşırmış durumdayım” |
T.K. rumuzlu okuyucum: “Ailemde çok büyük huzursuzluk var. Babam alkol bağımlısı. Bu yüzden annemle sık sık kavga ediyor. Bu yüzden evde huzur yok, çatışma ve şiddet var. Rahat değilim. Sürekli kavga ederek hayatı hem kendilerine, hem de bize zehir ediyorlar. Bu duruma çok içiyor, hüngür hüngür ağlıyorum. İster istemez sinirlerim bozuluyor. Bu aile içi anlaşmazlıklar yüzünden sinirlerim çok yıpranmış durumda. Sizden bu konuda yardım istiyorum. Onlara nasıl davranmam gerekir. Konuşmaya yanaşamayacaklarını biliyorum. Bazen de evdeki dayaktan biz de nasibimizi alıyoruz. Annemle birlikte yüzüm-gözüm şişiyor. Artık bunu arkadaşlara izah etmekten utanıyorum. Ne yapayım hocam? Artık dayanamıyorum? Zor durumdayım, önerilerinizi ve çok çok duâlarınızı bekliyorum. Allah rızası için yardımcı olun.”
Mektubunuzu okuyunca en az sizin kadar üzüldüğümü bilmenizi isterim. Zor bir imtihan geçiriyorsunuz. Ama unutmayın ki, Allah sıkar, asla bunaltmaz. Her imtihanın bir ömrü vardır. Mutlaka bu imtihanı bitirir, güzel ve huzurlu günlere erişirsiniz. Allah’tan ümit kesilmez. O günü sabır ve duâ içinde bekleyin. O kapı çok yakında çalınacaktır. Elbette ki, gençleri en çok üzen problemlerden biri, evde yaşanan huzursuzluklar. Her evde tartışmalar, hatta kavgalar olur. Bu, çok tabiî. Ayrı ayrı kişiliklerin çatışmaması mümkün değil. Ama bir de zehirli ortamlar var. Sürekli bağırıp çağırma, hatta küfür etme, sürekli aşağılama, gence hiçbir hak tanımama ve şiddet yani dayak... Konuyu ele almadan önce bir hatıramı anlatmak istiyorum: Selma isminde çok tedirgin, içine kapalı, her fırsatta gözyaşlarını belli eden bir öğrencim vardı. Fakülteye yeni gelmişti. Kitaplarımdan dolayı bizi tanıdığı için, problemini bana açtı. Sıkıntılarını gözyaşlarıyla anlattı. Zengin sayılabilecek bir aile kızıydı. Babası ise, her gün içerek eve gelir, kendisine karşı çıkan kim olursa, acımasızcasına döver, evi yaşanmaz hale getirirdi. Bu yüzden anne-baba sürekli küser, çocuklar ise, büyük bir korku ve tedirginlik içindelerdi. Selma’nın ortaokul ve lise hayatı bu dayanılmaz şartlar içinde geçmişti. Kimseye güveni yoktu. Herkesten, her şeyden korkar hâle gelmişti. Üniversiteyi kazanıp, bulunduğu şehirden uzaklaşması, bir anlamda ona nefes aldırmıştı. Hiç değilse akşamları sarhoş bir adam gelmiyor, gecesini cehenneme çevirmiyordu. Ama Selma bir başka sıkıntı yaşıyordu. Yalnızlık ve korku...
Bir eğitimci, bir baba ve bir öğretmen olarak kızımızın problemiyle ilgilendik. Onun sıkıntılarına çare olabilecek tavsiyelerde bulunduk. Selma da bu tavsiyelere aynen uydu. Çok istifade ettik. Ayrıca bir vesile bularak babasını okula çağırdı. İlk defa babasına sıkıntılarını açtı... Ben de devreye girdim, yapılan bu yanlışlığın kız üzerindeki etkilerini anlattım. Selma’nın babası adeta şoka girmişti. Kızının ve evinin bu kadar tedirgin olduğunun farkında değildi. Çünkü içki ona başka bir dünya meydana getiriyordu. Söz verdi, içkiyi bırakacağına... Ve öyle de yaptı. Artık Selma, evinin sıcak ortamını ve huzurunu özlüyor. Sürekli tartışma, kavga ve şiddetin olduğu bir aile ortasında gençler ve çocuklar nasıl davranmalı? Nelere dikkat etmelidir? 1- İlk yapılacak iş, problemin kaynağı kimse (bu baba, anne veya başka aile üyesi de olabilir) onunla sakin bir ortamda, kırmadan, dökmeden konuşmayı deneyin. 2- Eğer konu sizi aşıyorsa, odanıza çekilin... Kavgaya taraf olmaya, en azından içinde yer almamaya çalışın. Çünkü anne-baba kavga ederek bir anlamda hayat şekli geliştirmiştir. 3- Problem olan babanızsa, babanızın haberi olmadan, babanızın çok sevdiği, kıramayacağı bir kişiyle veya gidip onunla konuşun. Babanıza baskı yapmayı deneyin. 4- Allah’a sığının, namazlarınızda onun ıslâhı için sürekli duâlar edin. 5- Her insanın bir imtihan içinde olduğunu ve her imtihanın da geçici olduğunu düşünerek sabretmeyi deneyin. 6- Üniversite tercihlerinizde, bulunduğunuz şehir dışında bir yer tercih edin. Bu, sizin geçici de olsa olumsuz aile ortamından uzaklaşmanıza sebep olur. 7- Asla pes edip, farklı kurtuluş yolları denemeye kalkmayın. Bu durum, pireye kızıp, yorgan yakmak gibi olur. Allah korusun, intihar, evi terk etme gibi düşüncelere sakın kapılmayın. En büyük direncinizi ve maddelerinizi bu günlerde kullanın. 8- Zaman zaman güvenli olduğuna inandığınız arkadaşınıza, halanıza, dayınıza ve diğer akrabalarınıza gidip, bir anlamda nefes alın ve rahatlayın. 9- Bütün dikkatinizi dersinize yoğunlaştırın. Daha fazla başarıya mecbur olduğunuza inanın. 10- Bir gün o kötü ortam düzeleceği, babanızın veya annenizin o zamanki davranışından vazgeçeceği hayalini asla yitirmeyin. Unutmayın ki, Allah imtihan ve denemek için sıkar, ama asla bunaltmaz. Ümidinizi kesmeyin.
Âile hayatının hayatı ve saadeti, samimi ve ciddî ve vefâdarâne hürmet ve hakiki ve şefkatli ve fedâkârâne merhamet ile olabilir. Ve bu hakiki hürmet ve samimi merhamet ise, ebedî bir arkadaşlık ve dâimî bir refâkat ve sermedî bir beraberlik ve hadsiz bir zamanda ve hududsuz bir hayatta birbiriyle pederâne, ferzendâne, kardeşâne, arkadaşâne münâsebetlerin bulunmak fikriyle, akîdesiyle olabilir.
(Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, 10. Söz) |
Esmâ diliyle duâ edelim |
Ya Rabbi! Günahkâr olduğumu biliyorum. Bunu bilmeme rağmen kapına geldim. Kula kulluk etmedim, kapına geldim. Er-Rahman dedim; ‘’Rahman”a geldim. Kapını çalmaya yüzüm olmasa da, başımı deve kuşu gibi toprağın altına soksam da beni göreceğini bildiğim için, sana sadece boynu bükük mazlum olarak geldim. Zorda kaldım, darda kaldım, ama hiçbir kapıyı çalmadım Sen’den (cc) başka. El-Melik dedim; ‘’Melik’’ olana geldim. Ayıpların ardı arkasının kesilmediği, kusurların kusursuzluk olarak yutturulmaya çalışıldığı şu zamanda; ayıp ve kusurdan uzak olan ‘’El-Kuddüs’e’’ geldim. Beni selâmete ulaştıracak olan ‘’Es-Selâm”a geldim. Küfre düşmemek için hep doğruları konuşmaya söz verdim. Her türlü zorluğa maruz kalsam da ben doğru olmalıydım. İman eden kulunu koruduğun için El-Mü’min dedim; ‘’Mümin”e geldim, El-Müheymi’ne geldim. Gözlerini para hırsı, içlerini bencilliğin, riyanın sardığı merhametsiz insanları gördüm ama üzülmedim ben Yaradana geldim, onları Yaratan’a geldim, asıl güç ve kuvvet sahibi olan ‘’El-Azize’’ geldim. Her şeyde, her durumda ve her hadisede büyüklüğünü göstereceğini bildiğim için El-Mütekebbir dedim; ‘’Mütekebbir’’ olana geldim. Günahlarımı bağışlayacağını bildiğim için El-Gaffar dedim; ‘’Gaffar’’ olana geldim. Mazlumların, yetimlerin, boynu büküklerin hakkını yerde bırakmayacağını ve haksızlara ceza vereceğini bildiğim için El-Kahhar dedim; ‘’Kahhar’’ olana geldim. Herşeyi karşılıksız, istemeden verebilecek kadar büyük olduğunu bildiğim için El-Vehhab dedim; ‘’Vehhab’’ olana geldim. Bütün canlıların rızkını verdiğin için El-Rezzak dedim; ‘’Rezzak’’ olana geldim. Herşeyi hakkıyla gören ve gözeten olduğun için El-Basîr dedim; ‘’Basîr’’ olana geldim. Adaletinden suâl olunmayacağını bildiğim için El-Adl dedim; ‘’Adl’’ olana geldim. En zor işleri tüm incelikleriyle bilen; bütün işleri kolaylıkla icrâ eden; mahlukatın en ince ayrıntısına kadar bilip, onların ihtiyaçlarını karşılayan olduğunu bildiğim için El-Lâtif dedim; ‘’Latif’’ olana geldim. Duâlara icabet ettiğini bildiğim için El-Mucib dedim; ‘’Mucîb’’ olana geldim. Benim ve bütün dava arkadaşlarımın duâlarını kabul et. Bize gerektiği gibi İslâmı yaşamayı ve yaşatmayı nasip et ve dâvâmızda bizi muvaffak kıl.
|
Gençlik ve soru(n) |
Genç, hayatı karşılıklı duran aynalar içinde görür. Hayatın hep var olduğunu ve hep devam edeceğini sanır. Karşılıklı yansıyan aynaların arasındaki genç, geçmişteki yok olmuşluğunun farkına varmazken gelecekteki her an kırılmaya müsait aynasına sonsuz arzular ve hedefler sığıştırır. Genç, farklıdır. Heyecanları, hisleri, istekleri vardır ve onlara kuvvetli yapışır. Gençte akıldan çok hisler hâkimdir. İşin başı, sonu; isteğin geçmişi, geleceği ya da akıbeti önemli değildir. Genç için “an” önemlidir. Onun için belki de nasihatleri ve muhasebeleri sevmez. Genç, kendini öyle güçlü hisseder ki dünyaya meydan okur, öyle isteklidir ki duyguları dünyayı yutsa doymaz, ama öyle de sorumsuzdur ki yaptığı bir işin bir saniye sonrasını bile düşünmek istemez. Neden böyledir, sonsuz arzuların, isteklerin, heyecanların karşısında genç neden bocalar, dar, kısa, sınırlı hayatta tatmin olamaz? Sevmek ise çocukluktan beri bir çekirdek, bir istek ve bir meyil. En çok da gençlikte şiddetlenir, ses gibidir. Seslenilir belki, ancak yankısı gelir. Belki de çok uzaktır ve aradaki uçurum derindir, yankısı dahi gelmez haykırana. Ancak seslenmedir, yani kavuşma değil. Çünkü karşılanmaz ve cevaplanmaz gösterilen sevgi. Onun içindir ya cevap vermez, ya da verse de tatmin edemez. Küçücük bir aynada güneşi görüp aynaya âşık olanlar, gerçek ışığın ve sıcaklığın kaynağı olan güneşi gökte göremezlerken, aynayı sımsıkı tutarak avuçlarına alırlar. Ayna kırılmaya mahkûm, kırıklar ellerle beraber kalpleri de kanatır. Mecâzî mahbubun çirkinliğini görenler, çaresizlikten ve yalnızlıktan göğe bakarlar; gerçek güneşi ihtişamıyla, ışığıyla ve sıcaklığıyla görürler. Böylece nihayet bulur bir başka Leyla ve Mecnun hikâyesi. Gençlik işte, delikanlılık çağı, kanı dellenir, akıl fermanını dinlemez ve hislerini ve arzularını kendine padişah yapar. Onun içindir sadece aynaları sevmemeliyim ve aynaları gerçekten sevmeliyim, bana Güneş’in parıltılarını gösterdiği için. Ve her şeyi seviyorum Güneş ile bana göründükleri için. Çünkü kuşun kanat çırpışını, denizin dalgasını, bulutun tebessümünü, yaprağın düşüşünü ve gökyüzünün rengini O’nunla görebiliyorum. O olmadığında her şey bana karanlık ve yabancı oluyor. Ancak sahte ve sınırlı ışıklarla yolumu buluyorum. Bütün gerçek güzellikler ise O’ndan yansıyor, ayın, yıldızların güzellikleri O’nunla ortaya çıkıyor. O’ndan uzak olduğum zaman üşüyorum ve geçici ısıtıcılarla yetinmek zorunda kalıyorum. Oysa O’ndan çok uzak olsam da, O bana her zaman çok yakın. Bir bütün oluyorum ve bir parça oluyorum. Bir bütün ve bütünlük ile tam oluyorum. Her şey benle alâkadar olduğu halde hiçbirinde Güneş’im mahkûm değil. İnsanlar ellerindeki küçük cam parçalarıyla, benim elimi kollumu sallaya sallaya yürümemi anlamazlarken; benim onları omuzlarından dürtesim ve “Bırakın artık cam parçalarını, bakın elleriniz ve kalpleriniz kanıyor” diyesim geliyor.
|
İşte ben böyle bir annenin oğluyum! |
Yüzlerinde güneş yanıkları, elleri nasırlı Üzüm bağlarında çarçabuk yenilen yemekler... Ortalıkta dolaşırken, hâlâ gözyaşı dökülen acılar... Renkli renkli haplardan içilecek elbette... “Çocuklarım okusun da’’ diye başlayan cümleler ile, Feda kuşağının fecrinde yükselir, adanan ömürler...
Yoksuldur geceler, yoksuldur haneler, yoksuldur düşler... Amele kadınlar, hep ama hep çalışmaya mahkûm... Ne ötekileştiren, ne de bencilleşen bir dünyadır bu, “Şu borç bitsin de, çocuklarım okulu bitirsen de’’ diye diye... Gün doğmadan üzüm bağlarına girilir... Amele kadınlar, bî-haberdir mehtaptan... Çünkü ev demek, gece demek... Üç-beş saatliğine uykudur...
Karnımı doyurabiliyorsam çok şükür bugün, Üzüm bağlarını hiç ama hiç unutamam... Hayatımda en gururlandığım konudur, İşte ben böyle bir annenin oğluyum!..
İBRAHİM ORMANCI |
Ne güzel uymuş |
Dünyaya güneş, güneşe dünya, İnsana zekâ, ne güzel uymuş.
Semaya yıldız, yıldıza ışık, Işığa ziya, ne güzel uymuş.
Havaya bulut, buluta yağmur, Yağmura rahmet, ne güzel uymuş.
Âdem’e Havva, Havva’ya Âdem, Âleme Kur’ân, ne güzel uymuş.
Rahman’a Rahîm, nimete naîm, Geceye kâim, ne güzel uymuş.
İnsana akıl, akla fikir, Zekâya şükür, ne güzel uymuş.
Mahlûka zikir, Halık’a şükür, Hakka tefekkür, ne güzel uymuş.
Mekke’ye Kâbe, Kâbe’ye sevda, Merve’ye Safa, ne güzel uymuş.
İnsana İslâm, İslâm’a İman, Kur’ân’a zîşan, ne güzel uymuş.
Allah’a Resûl, menzile vâsıl, Muhammed Rasûl, ne güzel uymuş.
Kullara namaz, namazda niyaz, Kefene beyaz, ne güzel uymuş.
Mü’mine selâm, selâma kelâm, Allah’a İman, ne güzel uymuş.
RAFET ÖZCAN
|
26.06.2009 |