Elif Eki |
ALİ RIZA AYDIN |
Bir paylaşma san'atı: Evlilik |
Evlilik bir paylaşma san'atı, birbirine kanaat etme maharetidir. Yuva, dört duvardan oluşan bir dünya. İnsanın zor günü de olur, dar günü de. Hayatını paylaşanlar, her türlü hâlde duygularını da paylaşabilmeli. Birbirine muâvin, birbirine dayanma noktası olmalı eşler. Birbirlerini anlamalı ve anlayışla yaklaşabilmeli olanlara, bitenlere. Evet demek yeter mi, ‘küçük bir cennet’ olmaya?
Önce kocaman “evet”ler, ardından, ayağa basmalar. “Yaşa”, “varol”lar ve şaka şamata arasında “imza”lar… İmzalar!.. Bu imzalar ahittir, akittir, mukaveledir; hayatî önem taşıyan bir sözleşmedir. İnsan hayatının tamamını bağlayan bir “söz” veriştir “evet”ler, imzalar. Örfte de böyle, hukukta da böyle, dinde de böyle. Hazır bulunan dâvetliler ve masadakilerden başka, Allah da şahit buna. Medenî bir sözleşme olan nikâh, asıl mânâsıyla evlilik dinin emridir. “Nikâh benim sünnetimdir. Benim sünnetimi uygulamayan benden değildir” buyuran Peygamber Efendimiz (asm); “Evleniniz, ben diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla iftihar ederim” 1 buyurmuş ve evlilik kurumunu özellikle teşvik etmiştir. Resmî evlenme töreni olan nikâhlar, nikâh salonlarında da olmakla birlikte; çoğu zaman, düğünün yapıldığı mahalde düğünle birlikte yapılıyor. Nikâh akdini yapmak üzere lütfedip gelmişlerse şâyet Belediye Başkanı; değilse, onu temsil eden Nikâh Memuru alır mikrofonu eline: “Şu an, ikinizi karı koca ilân ediyorum” diyerek dâvetlilerin, insî, cinnî bütün mahlûkâtın ve Yaratanın huzurunda ilânatta bulunduktan sonra: “Sevinçte, kıvançta, tasada; iyi günde, kötü günde; hastalıkta, sağlıkta hayatınızı paylaşacaksınız. Savaşta, barışta; karada, denizde havada, vesâire, vesaire…” devam eder, gider, öğütler… Salonda alkışlar, ıslıklar ayyuka çıkar; tezahürat tufanı kopar bir anda. Günün konusu, günün konuşmacısı tarafından irat edilir: “Davul bile dengi dengine” gibi deyimlerle bezenen konuşma bitince, davul sesi sarar salonun dört bir yanını: “Güm te-kâ, güm, güm…” Çalgılar çılgılar, ilâhiler, kasideler, marşlar, deyişler, söyleyişler devam eder bir süre… Düğün, nihayet duâlarla, tekbirlerle, tebriklerle biter; çiftler de yerine gider. Düğün biter, ama hayat yeni başlar. Bir, üç beş gün; bir ay, üç ay, beş ay derken ilerler zaman. “Cicim ayı” bitmeye, akıllar başa gelmeye başlar. İş kolay toparlanmış, düğün suhûletle yapılmışsa nûrun alâ nûr. Arkada bakiye kalmış, senet sepet düşüncesi sarmışsa bacayı, hayatın tadı yavaş yavaş başlar! Düğünlerin örfü, âdeti, geleneği olsa da; düğün masraflarındaki aşırılık, israfa varan bolbolculuk dinimizin “kolaylık” prensibine uygun düşmemektedir. Çünkü bunda, israf ve zorluk söz konusu. Ömür boyu sürecek bir beraberliği başından sıkıntıya sokmak, ne İslâm’a ne de insafa uygun düşmez. Zâten, Ahmet b. Hanbel’in (ra) rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (asm): “Bereketi en çok olan düğün, külfeti en az olanıdır” 2 buyurmuyor mu? Bu husûsa dikkat!
ÖNCE SAĞLAM BİR TEMEL Birbirini tanımayan iki insanın bir hâneyi, bir yatağı, bir hayatı paylaşması öyle kolay da bir iş değil. Fakat evliliği Cenâb-ı Hak takdir etmiş Âdem atamızdan bu yana… Rûm Sûresi’nin yirmi birinci âyetinde: “Kaynaşmak için size kendi cinsinizden eşler yaratıp aranızda sevgi ve merhamet peydâ etmesi de O’nun varlığının delillerindendir” buyuruyor rahmet sahibi Rabbimiz. Dinimiz, evliliği teşvik edip karşılıklı haklara riâyet edilmesini, iyi geçinilmesini; aile bağının korunmasını emretmiştir. Bunun için sağlıklı bir altyapı, doğru bir yol haritası gerekir. Evvelâ, evlenip, yuva kurmaya tâlip olan kimsenin buna fikren, rûhen, bedenen hazır ve karar verebilme iradesine sahip olması şarttır. Tâ ki, sözünün arkasında durabilsin; yüke, omuz vurabilsin. İkinci olarak, eş seçiminde ya da çoluk çocuğumuza eş bulmada ana kriter; Cenâb-ı Hakk’ın marziyatını, rızasını ve Hz. Peygamberimizin (asm) memnuniyetini esas alan ölçülerin aranmasıdır. Hani, kız istemeye, diğer bir deyimle “dünür”e gidildiğinde “Allah’ın emriyle, Peygamberimizin kavliyle” diye söze başlanır ya! İşte, esas ölçü de bu olmalı. Neden? Hz. Peygamberimiz (asm), zenginlik, asâlet, güzellik ve dindarlık gibi kıstasları dikkate verdikten sonra; “Siz, dindar olanını seçiniz” diyerek, mü’minlere doğru tercihleri için istikamet göstermektedir. Sonra, “küfüv” olma durumu var. Yani dini, diyaneti, dünya görüşü, yaşı, fiziği, tahsili ve ekonomik seviyesi gibi hususlarda denklik gerekiyor. İbni Ömer’den (ra) rivayet edilen bir hadiste Peygamber Efendimiz (asm): “Denkleri çıktığında kızlarınızı evlendirin. Musîbet ve engellerin gelmesini beklemeyin” 3 buyurmaktadır. Bu hadis-i şerifteki ön şart, anahtar kelime denklik. İllâ ki denklik. Hatta, aile büyüklerinin “kafa yapısı” bile bu işte önemli bir faktör. “Ne ilgisi var?” demeyin sakın. Onlar bu çatının payandası. Birçok defa ilk gıcırtı oradan, o eli öpülesilerden çıkıyor. Kayınvalide oğlunu, gelin hanım ise eşini bir başkasıyla paylaşmak istemiyor gibidir sanki. Böyle olmayan, böyle davranmayanları tenzih ederim, ama buna da dikkat etmeli! Doğrudan olmasa da, dolayısıyla problem olabiliyor bazen. Bediüzzaman Said Nursî: “İnsanın, hususan Müslümanın tahassüngâhı (sığınağı) ve bir nev'î Cenneti ve küçük bir dünyası, aile hayatıdır” 4 diyor. Öyle değil mi? İnsanın, günlük hayatın ezici, üzücü, yorucu hâletinden; günah selinden sıyrılıp, sığındığı, “oh” diyebildiği limanıdır yuvalar. Eğer, kurulan yuvanın temeli sağlam atılıp, çatısı düzgün çakılmışsa, “Küçük bir Cennet” olur o hâne. Güller açar yanaklarından çiftlerin. Mutluluk şarkıları mırıldanır dudaklar. “Hamd” pırıltıları akseder perdelerin ardından. Mutlu olurlar, umutlu olurlar. Dalga dalga yayılır mutluluk hâleleri etrafa… Ana baba da mutlu; eş dost, ahbap da memnun; dahası, umulur ki Allah da razı olur bu durumdan. Demek, mutluluk, sadece fertlere münhasır ve onlarla sınırlı kalmıyor. Topluma da aksediyor, neticesi itibariyle. “Hamd” eden ailenin “hâmid” çocukları gelir dünyaya. Onlar da mutlu, onlar da umutlu olurlar. Zararlı yayınla, lüzumsuz meşguliyetle zaman zâyi edilmez; okumaya, anlatmaya, yaşamaya özen gösterilir; ibadette, tâatte sebat edilirse, sağlam karakterli ve faydalı nesiller yetiştirir bu aile.
EVLİLİK BİR SAN'ATTIR! Evlilik bir paylaşma san'atı, birbirine kanaat etme maharetidir. Yuva, dört duvardan oluşan bir dünya… Nikâh Memuru demişti ya; “kederde, tasada, mutlulukta vs. vs.” diye. İnsanın zor günü de olur, dar günü de. Hayatını paylaşanlar, her türlü hâlde duygularını da paylaşabilmeli. Birbirine muâvin, birbirine dayanma noktası olmalı eşler. Birbirlerini anlamalı ve anlayışla yaklaşabilmeli olanlara, bitenlere. Eşler, birbiriyle mutlaka konuşulmalılar, istişâre etmeliler. Çünkü bu, her derde devâdır. Şûrâ Sûresi’nin otuz sekizinci âyetinde “Onların işleri, aralarında danışma iledir” buyuruyor Cemîl-i Zülkemâl. Atalar, “Hayvanlar koklaşarak, insanlar ise konuşarak anlaşır” demişler. “İnsan, kırk kapılı saray gibidir.” Demek ki onun gönlüne, ruh âlemine girmek için mutlaka açık, aralık bir kapı bulunabilir. Bundan ötesi bahâne! Millî pehlivanlarımızdan biri, gazetelere verdiği beyânâtlarından birini camlatıp, çerçeveletip işlettiği lokantanın duvarına asmış. O serlevhada: “Başarımı, hiç ‘dırdır’ etmeyen karıma borçluyum” diyor bahtiyar pehlivan. Demek ki, doğru söz birçok kapıyı açarken, eğri söz de insanın başına çok işler açabiliyor. Peygamberimiz (asm): “Diline sahip ol” 5 emrediyor. Peygamber sevdâlısı Yunus da: “Söz ola kese savaşı / Söz ola kestire başı / Söz ola ağulu aşı / Bal ile yağ ede bir söz” diyerek uyarıyor bu konuda. Peki, meselenin “bam teli” sadece kadınlar mı? Elbetteki değil. Ama kadının önemli rolü var aile kurumunda. Erkekler de rollerini oynamalı, üzerlerine düşen görevi yerine getirmeye çalışmalı, samimiyetle. Bakınız, Cenâb-ı Hak, işin bu yanıyla alâkalı olarak ne emrediyor: “Müslüman erkekler ve Müslüman kadınlar, mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, Allah’ın emirlerine uymakta sebat gösteren erkekler ve kadınlar, sadâkat sahibi erkekler ve kadınlar, sabreden erkekler ve kadınlar, Allah’tan korkan erkekler ve kadınlar” diye erkeklerin ve kadınların ideal vasıflarını belirttikten sonra; aynı âyetin devamında “Zekât ve sadakalarını veren erkekler ve kadınlar, oruç tutan erkekler ve kadınlar, nâmusunu koruyan erkekler ve kadınlar, Allah’ı çok zikreden erkekler ve kadınlar için Allah, mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır”6 buyurarak, erkek ve kadında olmasını istediği meziyetleri, davranışları bildiriyor. Görüldüğü gibi, Allah (cc) erkek ve kadın faktörünü ayrı ayrı belirterek, her birinin diğerine karşı sorumluluk sahibi olduğunu dikkate vermiş. Bununla beraber; erkeğin adını önce, kadının adını ise ardından zikretmiş hikmetine binâen. Bununla alâkalı bir başka âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “Erkekler, kadınlar üzerinde idareci ve gözeticidirler. Çünkü Allah insanların bir kısmını diğerlerinden üstün kılmıştır ve erkekler, mallarından kadınları ve çocukları için harcarlar. Sâlih kadınlara gelince, onlar Allah’ın emirlerine itaat edip kocalarının hakkına riâyet ederler ve Allah onların hukukunu nasıl koruduysa onlar da kocalarının malını, namusunu ve sırlarını kocalarının gıyâbında korurlar.” 7 Erkekler emir ve iradede daha kabiliyetli yaratılırken, kadınlara da şefkat ve annelik gibi hususlarda üstünlük verilmiştir. Aile yuvası içinde erkek ve kadından her biri, kendine verilmiş olan kabiliyetlere uygun vazifeleri üstlenirler. Erkek, ailenin geçim ve idaresini üzerine alırken, kadın da, evin iç idaresini ve kendisine verilmiş emsâlsiz şefkat duygusuyla, çocuklarının bakım ve terbiyesini yürütür. Çünkü, “İnsanın en birinci üstadı ve tesirli muallimi (öğretmeni), onun annesidir.” 8 İnsanlar birbirini çok sevmeli, insan oldukları için. Mü’minler birbirini çok sevmeli, aynı Ma’bûdun âbdi oldukları için. Eşler birbirini çok sevmeli; hem dünya hem âhiret yolunun yoldaşı oldukları için. Çocuklarına anne baba oldukları için birbirlerini çok sevmeli. Melekler de sevinmeli, çocuklar da sevmeli sizi, sevdiğiniz için birbirinizi… “İman etmedikçe Cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız” 9 buyuruyor gönüller sultanı Peygamberimiz (asm). Dünya fânî, ömür kısa. “Üzümün çöpü”, “armudun sapı” demeye değer mi bu dünya? Paylaşılamayacak hiçbir şey yok bu yerde. “Dünya, öyle bir meta değil ki nizâya değsin” diyor Hâfız-ı Şirâzî. Kerem sahibi Rabbimiz: “Bir insan ancak gücünün yettiğinden sorumludur” 10 buyurmaktadır. Bu sese kulak verin; birbirinizi ezmeyin, birbirinizi üzmeyin.
ALLAH İÇİN SEVİN BİRBİRİNİZİ Siz, ey fânî hayatın bekâya namzet yolcuları! Hayatınızda parazit barındırmayın. Ön yargılı olmayın. Aktarma malûmâtlara itibar etmeyin. Allah için görüşün, Allah için konuşun, Allah için sevin birbirinizi. Bakınız, Bediüzzaman Hazretleri ne diyor: “Aklı başında olan bir adam refikasına muhabbetini ve sevgisini, beş on senelik fânî ve zahirî hüsn-ü cemâline bina etmez. Belki, kadınların hüsn-ü cemalinin en güzeli ve daimisi, onun şefkatine, kadınlığına mahsus hüsn-ü sîretine sevgisini binâ etmeli.” 11 Demek ki eşler, birbirlerine fiziği, solup giden güzelliği için değil; huyu, ahlâkı, diyaneti için; ana baba oldukları, eş oldukları için muhabbet etmeli ve birbirlerine yâr olmalılar. Kem gözlere, hain bakışlara, câzibedar dostluklara dikkat etmeli; aile kalesinde gedik açmamalı. Çünkü: “Nefisler harama ve cimriliğe yakındır. Fakat siz iyilikte bulunur ve birbirinizin hakkını çiğnemekten sakınırsanız, Allah sizin işlediklerinizin hepsinden haberdardır” 12 buyuruyor Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerim’de. Bir yönüyle, taşıt kullanmaya benziyor evlilik müessesesi. Yolların inişi var, çıkışı var; eğrisi, doğrusu, acemisi var. Maharetli şoför, her hâl üzere tedbirli olur; engellere takılmadan devam eder yoluna. Yani toslamamaya, kaza yapmamaya var gücüyle gayret eder. Çiftler de yuvalarına özen göstermeli, aşarak gitmeli engelleri. Toslamadan… Her şey kudret elinde olan Allah (cc), Ra’d Sûresinin yirmi dördüncü âyetinde: “Sabretmenize karşılık selâm sizlere. Dünya yurdunun sonucu olan Cennet ne güzeldir” buyurarak selâmlıyor, müjdeliyor sizleri…
SÖZÜN ÖZÜ Dünyanızı içine sığdırdığınız yuvanıza, yuvanızda arzuladığınız mutluluğunuza, saksınızdaki çiçek kadar özen gösterebildiniz mi, mesele tamam: Mutluluğun resmidir. “Ne mutlu o kocaya ki, kadının diyanetine bakıp taklit eder; hayat arkadaşını ebedî hayatta kaybetmemek için mütedeyyin olur.” 13 “Bahtiyar o kadın ki, kocasının diyanetine bakıp, ‘Ebedî arkadaşımı kaybetmeyeyim’ diye takvaya girer.” 14 Ne bahtiyar o eşler ki, dünya huzuruna sahip, âhiret mutluluğuna tâlip; cennet iskemlelerine karşılıklı kurulmayı gözlerler… “Ey Rabbimiz! Eşlerimizi ve çocuklarımızı bize göz aydınlığı kıl…” 15 Âmîn. Binlerce âmin…
|
SİEGEN'DE CEMRE DÜŞTÜ |
Almanya’nın Siegen Üniversitesi’nde okuyorum. Ve burada kısmen de olsa şahit olduklarımı, gördüklerimi ve yaşadıklarımı kaleme almak istedim. Zira bu şehirde tanıştığımız, hemhâl olduğumuz ve birbirimize her mânâda yoldaşlık ettiğimiz, ciddî mânâda dünya ve ahiret kardesi olduğumuz Arap kardeşlerimiz ile uzun bir yolda inayet-i İlâhiye ile büyük mesafeler katettik. Üniversitede tanıştığım, Suriye’den, Libya’dan ve Yemen’den Almanya’ya okumak için gelen ve burada tesettürlü bir şekilde okuyan, hatta doçentlik yapan bu kardeşlerimizin hepsi büyük mücadele veriyorlar. Dininden zerre kadar taviz vermeyen ve başörtüsü ile üniversite kürsülerinde dinine bayraktarlık yapan, akademik yapısı güçlü bu dâvâ arkadaşlarımızı bu yazı ile bir nev'î tebrik etmek isterim. Çünkü birçoğu hedefine ulaşmak için, okumak için, cehalete boyun eğmemek için memleketinden yola çıkarak gurbet ellere geliyorlar. Memleketinde eğitim hakkından mahrum bırakılan ve bu yüzden yurtdışına gelen veya eğitimini yurt dışında sürdürmek isteyen bu kahraman kardeşlerimiz aslında Bediüzzaman’ın “Şu istikbâl inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâmın sadası olacaktır” müjdesinin habercileridir. Aralarında teoloji bölümünden makina mühendisliğine kadar birçok alanda uzmanlaşmış bu akademisyen kardeşlerimiz ile uzun zamandır yaptığımız Risâle-i Nur dersleri ile nihayet cemre toprağa düştü. Ve Siegen’de hummalı bir Risâle-i Nur faaliyeti başladı. Sık sık biraraya geldiğimiz bu Arap kardeşlerimiz ile Nur’un derin ummanına dalıyoruz. Civardaki üniversitelerde okuyan kardeşlerimizi de dâvet ederek düzenli bir ders programı yapmayı hedefliyoruz. Risâle-i Nurların kısa zaman zarfında Arap kardeşlerimiz üzerinde meydana getirdiği etki muhteşem. Aralarında günde 15-20 sayfa Risâle-i Nur okuyanlar var ve hatta yavaş yavaş görüşlerini Nur’un ışığında şekillendirmeye başlayanlar... Onlar mı bizden, yoksa biz mi onlardan öğreniyoruz bilemiyorum. Çünkü Suriyeli bir kardeşin, Risâle-i Nurlar ile tanıştığında bana haykırırcasına “Siz bu hakikatleri neden anlatmıyorsunuz? İnsanlık bu hakikatlere muhtaç. Siz bunları anlatmakla yükümlüsünüz” diyerek serzenişte bulunuşu beni günlerce düşündürdü. Gerçekten biz bu ulvî dâvânın neresindeydik? Ve biz bu dâvâ uğruna nelerimizi fedâ edebildik? Sokaktaki insandan herbirimizin mes’ul olduğunu düşünmek dehşetli bir mesuliyet duygusu. Biz bu duyguyu yüreğimizde taşıdık mı hiç? “Cemiyetin selâmeti için” ne yaptık? Bütün bu soruları düşündükce aslında onların değil, bizim onlardan birçok şey öğrendiğimizi veya bildiğimiz fakat çok çabuk unuttuklarımızı hatırladım. Aslında bu durum Risâle-i Nur’u okuyan ve Nurun birer hademesi olmaya gayret eden bizlerin ne büyük sorumluluklar taşıdığını gösteriyor. Bediüzzaman’ın görüşlerini, fikirlerini, dünyaya bakışını, bizzat kendi hayatımıza taşıdıktan sonra, elimizi “Nura muhtaçlara” uzatmamızın ne denli mühim olduğunu bir kez daha hatırladım bu sayede. Talebe-i ulûma dâhil olabilmek için Bediüzzaman’ın dâvâsını hakkıyla omuzluyor ve bu hakikatlere susamış kalplere derman olabiliyor muyuz acaba diye düşündüm. Şüphesiz vazifemiz büyük, dâvâmız âlî ve gırgır şamata ile ömrü heba etmeye zaman yok… Risâle-i Nurlar ile tanışan bir başka Libyalı kardeşimiz ise “Bediüzzaman şüphesiz büyük bir âlim. Ve kıymeti iyi bilinmelidir” diye bir ifadede bulunurken, “Arap milleti olarak çeşitli yollardan geçtik. Fakat millet olarak gördükki, bizim felâhımız ancak ve ancak İslâm’dadır. Selâmete erişmek için İslâmiyete sımsıkı sarılmalıyız. Özümüze, kaynağımıza dönmeliyiz. Aksi takdirde yıkılmaya mahkûmuz. Buna tarih şahit. Aslında Bediüzzaman’ın da anlatmak istediği bu değil mi?” diye bir ifadede bulunurken çok önemli bir noktaya da parmak bastı. Yani bir başka ifade ile “Biz her ne kadar maddî bataryalar ile mücehhez olursak olalım, manevî bataryalarımız boş olduğu sürece yıkılmaya mahkûmuz” gerçeğini apaçık ortaya serdi. Yine sohbetlerimizin birinde, Yemen’den master yapmak için Almanya’ya gelmiş bir başka kardeşimizin de bir ifadesi dikkatimi çekti: “Risâle-i Nur’u günde defaatla okumaya gayret ediyorum. Okurken müthiş bir haz alıyorum. Bediüzzaman büyük bir âlim. Ve onu bilmemek ve tanımamak da büyük kayıp...” Arap kardeşlerimizin Risâle-i Nur okumaya başlaması ile artık üniversite mâbeyninde yavaş yavaş gelişen bu durum, istikbalde İnşaallah daha büyük hizmetlerin gelişmesine zemin hazırlayacak kanaatindeyim. Yeter ki biz vazifemizin şuurunda olalım… Duâlar…
|
BİR BUÇUK MÜRİD |
Risâle–i Nur'dan küçük bir iktibas: Aziz, sıddık kardeşlerim, Eski zamanda bir şeyhin müridleri pek çok olmasından, o memleketin hükûmeti siyasetçe telâş edip onun cemaatini dağıtmak istemiş. O zât, hükümete demiş: "Benim yalnız bir buçuk müridim var, başka yok. İsterseniz tecrübe edeceğiz." (On Üçünçü Şuâ, s. 282) Açıkgöz müritler çoğalınca, hükûmet endişeye kapıldı
Bayramiye tarîkatı, asıl ismi Numan olan Hacı Bayram–ı Velî'nin Ankara'da kendi adına kurmuş olduğu tarîkattır. 1352–1436 yılları arasında yaşamış olan Numan Efendi Hazretleri, eski ismi Engürü olan Ankara'nın Zülfazl Köyünde (sonradan ismi "Solfasol" şeklinde değiştirildi) doğdu. Doğduğu muhitte iyi bir tahsil gördü. Birçok ilim dalında kendini yetiştirdi. Tahsilini tamamladıktan sonra da, yine aynı muhitte müderrisliğe başladı. Böylesine yüksek bir kabiliyet ve meziyet sahibi olduğundan haberdar olan "Somuncu Baba" lâkaplı Ebu Hamidüddin Hazretleri, onu Kayseri'ye dâvet eder. Genç müderris Numan, bu dâvete icabet ederek Kayseri'ye gider ve Halvetiye tarîkatının mürşidi olan Somuncu Babaya mürit ve talebe olur. Hocasıyla görüşmesi Kurban Bayramına rastlaması hasebiyle de, kendisine Bayram ismi verilir. Mürşidi Somuncu Babadan zahirî ve batınî dersler alan Numan Bayram, 1400'lü yılların başında hocasıyla birlikte Şam, Mekke ve Medine'yi içine alan yaklaşık üç yıllık bir hac seyahatinde bulunur. Bu tarihten sonra, ismi Hacı Bayram olur. Mânevî sahada terakki etmesi sebebiyle de, halk arasında "Hacı Bayram–ı Velî" ismiyle anılmaya başlar. Somuncu Babanın 1412'de Aksaray'da vefat etmesi üzerine, Hacı Bayram–ı Velî de Ankara'ya gelir ve kendi adına kurmuş olduğu Bayramiye tarîkatının başına geçer. Hem tarîkat şeyhi olan, hem de müderrislik yapan Hacı Bayram'ın mürit ve talebeleri hızla çoğalmaya başlar. Kısa sürede sayıları binlere bâliğ olur. Bu da, haliyle birtakım rahatsızlıklara sebebiyet verir. Sımavna Kadısı Şeyh Bedreddin (1360–1416) gailesinin acıları henüz çok tazedir. Acaba, bu da Şeyh Bedreddin gibi devlete isyan edecek bir kuvvete erişmek mi istiyor gibi, korku ve tereddüt dolu istifhamlar, hükümet merkezine kadar ulaştı. Ankara, o tarihte—bugünün tersine—Edirne'ye bağlıdır. Saltanat merkezi Edirne'dir. Osmanlı tahtında Sultan Fatih'in babası Sultan II. Murad Han var. Faaliyetinin siyasî olduğu zannedilen Hacı Bayram hakkında şikâyetlere karışan korku dalgası, nihayet Padişahın kulağına kadar geldi. Sultan Murad, bu meselenin tahkik olunması, endişelerin izale edilmesi gerektiğini söyleyerek, bir ferman hazırlattı. Hacı Bayram'ın derhal Edirne'ye gelip kendisiyle görüşmesini emreden bu ferman, iki çavuş nezaretinde Ankara'ya doğru yola çıkarıldı. Olup bitenleri keşfen gören ve kendisini Edirne'ye celp eden padişah fermanının yolda olduğunu hisseden Hacı Bayram, hiç zaman kaybetmez ve kendisi de Edirne'ye doğru yola çıkar. Nihayet, çavuşlarla yolda karşılaşır ve birlikte Edirne'ye dönerler. Edirne'ye gelen Sultan II. Murad Han ile görüşen Hacı Bayram–ı Velî, huzurda çok büyük hürmet ve itibar görür. Kimse ona karşı hürmette kusur etmez. Yapılan konuşmalardan sonra, Hacı Bayram'ın yanlış anlaşıldığı ve Şeyh Bedreddin gibi bir şahsiyet olmadığı kanaatine varılır. Yani, ona sûizan edilmiş ve gereksiz evhama kapılanlar olmuştur. Endişeleri izale olan Sultan Murad, önce Hacı Bayram'ın Edirne'de kalmasını arzu eder. Bu kabul edilmeyince de, hükûmetten bir isteğinin olup olmadığı sorulur. Hacı Bayram şu talepte bulunur: "Mürid ve talebelerimin vergiden ve askerlikten muaf tutulmasını arzu ederim." Bu arzu aynen yerine getirilir. Hacı Bayram, Ankara'ya döner. Bu kez, eskisinden çok daha fazla alâkaya mazhar olur. Zira, hem devlet katında ibra olup meşrûiyet kazanmış, hem de ona mürit olana büyük bir muafiyet bahşedilmiştir. Hükümet tarafından sağlanan bu maddî ve mânevî muafiyet sayesinde, Bayramiye tarîkatı, çığ gibi büyümeye başlar. Hacı Bayram'ın dergâhı talebe ve müridlerle dolup taşar. Bu arada, sırf askerlikten yırtmak ve vergiden muafiyet kazanmak için de gelip mürit olan açıkgöz bazı kimselerin olduğu kuvvetle muhtemeldir. Haliyle, bu durum hükümetin hoşuna gitmez. Nice zamandır, Engürü eyaletinden asker gelmez, vergiler alınmaz olmuştur. Müritlerin bu derece çoğalması, hükümetin bir kez daha endişelenmesine sebebiyet verir. Bu meyanda gelen şikâyetlerin de haddi hesabı yoktur. Sultan Murat Han, Hacı BayramHz.'lerine hitaben bir ferman daha yazıp göndermeye mecbur olur. Der ki: "Vergiden ve askerlikten muaf olacak kaç müridin var ise, adedini tebliğ buyurasız ki, beyânın aynen kabulümdür." Bu fermanı götüren hükümet adamları, nihayet Ankara'ya ulaşır ve Hacı Bayram'ın huzuruna çıkıp nezâket içinde durumu arz ederler. Hacı Bayram ise, onlara şunu söyler: "Hükümetin endişesine hiç mahal yoktur. Hakikî müritlerimin adedi fazla değildir. Yekûnu bir, yahut bir buçuktur. Dilerseniz bir imhitan yapalım, hakikat ortaya çıksın." İmtihan yeri, Zülfazl (Solfasol) Köyünün Kanlıgöl mevkiidir. Hacı Bayram–ı Velî, her tarafa haber salarak binlerce müridinin bu mevkide toplanmasını ister. Hikâyenin gerisini—tarihî kaynaklarda da aynen ifadesini bulduğu şekliyle—Risâle–i Nur'dan aktaralım: "O zat (Hacı Bayram), bir yerde çadır kurdu, kendi binler müridlerini oraya toplattı. O da emretti: 'Ben bir imtihan yapacağım. Her kim benim müridim ise ve emri kabul etse, Cennete gidecek.' "Çadıra birer birer çağırdı. Gizli bir koyun kesti. Güya has bir müridini kesti, Cennete gönderdi! O kanı gören binler müridler, daha hiçbiri şeyhi dinlemedi, inkâra başladılar. Yalnız bir adam dedi: 'Başım feda olsun.' Yanına gitti. Sonra bir kadın dahi gitti; başkalar dağıldılar. "O zat, hükûmet adamlarına dedi: 'İşte benim bir buçuk müridim bulunduğunu gördünüz.' Yaptığı imtihanın neticesini hükümet temsilcilerine hatırlatan Hacı Bayram, orada şunu söyler: "Şu bir buçuk müridimin dışında kalan herkesin, devlete olan borcunu ödemesi elzemdir." Hükümetin maliyecileri, orada bulunan binlerce müridin ismini teker teker kayda geçirerek, onları borçlular listesine bir güzel dahil ederler. Bu tarihî vak'ayı bir misâl olarak zikreden Bediüzzaman Said Nursî, "kıssadan hisse" kabilinden talebelerine şu hakikatli dersi verir: "Cenâb–ı Hakk'a yüz binler şükürler olsun ki, Risâle–i Nur, Eskişehir imtihan ve mahkemesinde, şakirtlerinden yalnız bir buçuk kaybetti. O eski şeyhin aksine olarak, Isparta ve civar kahramanlarının himmetiyle, o zâyi olan bir buçuk adam yerine on bin ilâve oldu. İnşaallah, bu imtihanda dahi hem şark, hem garbın kahramanlarının himmetleriyle, çokları kaybedilmeyecek ve bir giden yerine on girecek." (Şuâlar, s. 283)
Hacı Bayram–ı Velî'nin asırlardır söylenegelen çokça meşhûr olmuş bir güftesi:
Bayramım imdi...
N'oldu bu gönlüm, n'oldu bu gönlüm Derd û gâm ile doldu bu gönlüm Yandı bu gönlüm, yandı bu gönlüm Yanmada dermân buldu bu gönlüm
Yan ey gönül yan, yan ey gönül yan Yanmada oldu derdine dermân Pervâne gibi, pervâne gibi Şem'ine aşkın yandı bu gönlüm
Bayram'ım imdi, Bayram'ım imdi Bayram ederler Yâr ile şimdi Hâmd û senâlar, hâmd û senâlar Yâr ile bayram kıldı bu gönlüm |
EY KÂĞIT! |
Ey kâğıt! Tertemiz bağrını fikirlerimize mukàbil tut; saf beyazlığına karşı kalemimizin acz gözyaşları aksın... Sakın, şefkat edip o kara yaşları dindirmeye kalkma! Onlar, istiridyeyi rahatsız eden kum tâneleri gibi ehemmiyetsiz iseler de netîceleri inci gibi kıymetlidir. Eğer sen ve üzerinde hazin cızırtılarıyla ağlayan şu kalem olmasaydınız, insanlığın pek çok hissiyâtı bir an ışıldar, sonra söner giderdi... Ey kâğıt! Verileni almaya, üzerinde tecellî edeni aksettirmeye, güzeli çirkini göstermeye kàbil şu andaki hâline gelinceye kadar ne istihâleler geçirdin? Nice kötü muâmeleler gördün? Nasıl işkencelere katlandın?!. Doğrusu, nefsime hâl diliyle ettiğin şu nasîhatı, binler satır yazı ancak ifâde edebilirdi. Ey kâğıt! Her hâlde, dün, muhtevâna bakmayarak seni hürmetle yerden kaldıran ve ayak basılmayan bir köşeye sıkıştıran atalarımın sana verdiği kudsîyeti hâtırlıyorsun. Bugün, bizim neslimizden gördüğün nankörlük ve kıymet-bilmezlikten, kim bilir, ne kadar mahzûn ve müteellimsin? Onların yanında yerin sarıklarda, sadırlarda idi. Şimdi, maddeten ve mânen ayaklarda, çukurlardasın. Ey kâğıt! Dün, üzerindeki yazılar sebebiyle seni belden aşağı tutmayacak kadar hürmet edenlerle bugün, üzerindeki rakamlar sebebiyle uğrunda her cinâyeti işleyebilenler arasındaki fark ne acıdır! Ey kâğıt! Kelâmullâh’la yücelerin en yücesine çıktın; rûhları, akılları, kalbleri, bilinen-bilinmeyen nice hisleri, nice âlemlerde nice varlıkları etrâfında pervâne ettin! Münâcaât, tehlîl, tesbîh, tahmîd ve tezkîrlerle evrâd olup çağladın! Abdulkàdir’lerle, Ahmed-i Fârûk’larla, Gazâlî’lerle, Bedîüzzamân’larla nurlu yola mürşit oldun! Yaprak yaprak, forma forma, cilt cilt âlemi ışıklandırdın! Hassan’larla, Fuzûlî’lerle, Nâbî’lerle, Bâkî’lerle şiir olup su gibi aktın! Mevlânâ’larla, Yûnus’larla, İkbâl’lerle, Âkif’lerle aşkı hikmet ile yoğurup dertlere dermân kıldın! Vak’alarla ibret veren târih oldun; ıklîmlerle vatan oldun! Harf harf, hece hece ilim oldun, irfân oldun! Ey kâğıt! Vekîlimiz ol; ölüm dilimizi bağlayınca, yerimize konuş! Yaratanımızın rahmet kapısında bizim için merhamet ve afv dilemeye devâm et! Ardımızda gözleri yaşlı olarak bıraktığımız yürekleri tâziye et; tesellî ver! Onlara vasiyetimizi söyle! O sırada, kefenimizin rengine benzeyen soluk ve soğuk yüzünle, senden daha te’sirli şekilde nasîhat edecek bir vâiz var mıdır? Ey kâğıt! En mahremlerimize bile fısıldamaktan çekindiğimiz veyâ dille ifâdeye muktedîr olamadığımız ne sırlarımızı, ne duygularımızı sana tevdî ediyoruz. Nâmahremlere sırrımızı fâş etme! Nâehillere hissiyâtımızı bildirme! Ey kâğıt! Sen, seslerimizin, sözlerimizin mezarlığı; düşüncelerimizin, duygularımızın tarlası hükmündesin. Onlar bir gün ba’sü ba’de’l-mevte mazhâr olacak; acı-tatlı meyveler verecekler. O zaman, cezâmızı yalnız çeksek de, mükâfâta birlikte ereceğiz, ey mâsûm kâğıt!
|
Elif diye diye… |
“Elif dedim, be dedim” sözü, sözlerden sazlara kadar ulaştı asırlarca… “Elif” bir başlangıç oldu hep. Bir çok kızın ismi “Elif” oldu. Ben de ahdetmiştim; bir kızım olursa ismini “Elif” koyacaktım, ama kızım olmadı. Ben de, birkaç yıl önce doğan yeğenime koydum “Elif” adını. Elifbâ’nın ilk harfidir elif. Elif, zerafeti ve nezaketi hatıra getirir. İncedir, naziktir ve de nahiftir. Onun için edebiyatımızda sıkça rastlanan bir olgudur elif. Bu adı, kız çocuklarına sıkça koymanın elbette zarif bir anlamı vardır. Kızımızın mânevî hayatımıza ilgisi daha kundağında hatırlatılmak istenir. Bu, güzel bir temennidir. Eliftir o. Elifin çok çeşitli çağrışımları vardır dünyamızda. Güzel yazı elifi hatırlatır. Davranış biçimlerinde yine elifi hatırlarız. Oysa günümüzde elif zerafet ve nezaketi oldukça azalmıştır. Elif evin ya gelinidir ya da nazlı kızıdır. Yüksek sesle konuşmaz, yabancıya karşı iffeti harikadır. Yeni gelinse “gelinlik” tâbir edilen alçak ses ile konuşmak bir gelenekti. Şöyle veya böyle, tartışılabilir. Anadolu’da bu önemli bir olgu idi. Bir hanede gelinler ve kaynanalar beraber yaşardı. Hanelerin ayrılması garip karşılanırdı. Yemekler hep bir kaptan yenilirdi. Çok uzaklarda değil, otuz-kırk yıl önce hayat genelde böyle idi. Ne dili pabuç gibi yüksek sesli kızlar, ne de kaynanayı gördüğü zaman tavır yapan gelinler vardı. Evin elif annesi şefkatli ve merhametli, gelini ise kaynanasının elini zerafetle öpen gelinlerdi. Elif torunlar vardı hanelerde koşuşan. Elbiseleri kanaviçeli olarak evlerde ve ellerde dikilirdi. Her şeye rağmen bu elif nezaket ve zerafetinin bazı hayatlarda devam ettiğine şahit olmak ile teselli buluyoruz. Bu anlamda elif, bir harf olmakla beraber birçok anlamı da bünyesinde taşıyor. Elif asaletini kaybeden mekânlarda ise nice mânevî fırtınalar koptuğuna şahit oluyoruz. Bu zerafeti yaşayanlarda ise dünyevî cennetin akisleri yankılanıyor. Hele elif harfine yabancı, mânâsına zıt sinelerin ruh dünyasının ne kadar zifiri karanlıklar ile karşı karşıya olduğu açık bir gerçektir. Elif gibi nezih atmosferlere selâmlar olsun. |
Hoş geldin Elif |
Derelerden, tepelerden aşarak Koşup geldin, coşup geldin, hoş geldin Dola dola barajlardan taşarak Koşup geldin, coşup geldin, hoş geldin
Yıllar önce tanışırdık seninle Gitmiş idin gurbetlere gülünle Dönüp geldin zarif, tatlı dilinle Koşup geldin, coşup geldin, hoş geldin Hayal ettim uzun yıllar önceyi Seyreyledim Elif denen goncayı Demle güzel bir içelim bu çayı Koşup geldin, coşup geldin, hoş geldin
Mevsim bahar gökyüzünde uçmalı İsterim ki “Gonca Elif” açmalı Nur Çınar’ın gür kalmalı her dalı Koşup geldin, coşup geldin, hoş geldin CEYHUNÎ der; Elif güzel yollarda Taşınıyor baş üstünde kollarda Çiçek açsın, meyve versin dallarda Koşup geldin, coşup geldin, hoş geldin
CEYHUNÎ (Mustafa AVCU) |
ŞİDDET |
Toplum denince, akla insan gelir. Çünkü toplumu oluşturan insandır. İnsan ise, bu kâinatın en nazik ve nazenin bir varlığıdır. Her şey onun önüne serilmiş ve onun hizmetine sunulmuş. Duyguları, aklı, mantığı, konuşma kabiliyeti, düşünme ve düşündüğünü icra edebilme gibi bir çok donanımı var. Yaşadığı bir mazisi, yaşıyor olduğu ânı ve yaşayacağı istikbali var. Bu dünyada sorun çıkaran da insan, sorunu çözen de. Eğer insanın keşfine çıkmaz isek, sonu çıkmaza çıkan bir yolda yürümüş olur, hiçbir netice de alamayız. Önce Hz. Âdem yaratıldı, sonra Havva ve çocukları; Kabil ile Habil. Kabil kötü yolu temsil etti, Habil ise iyi yolu. Kabil babasının Habil’i sevmesini çekemiyor, kıskanıyordu. Aslında Habil çok temiz ve kardeşini de seven biriydi ama Kabil onu öldürmüştü işte. İlk cinayet, ilk ölüm, ilk şiddet Kabil’in ellerinden olmuştu. Pişman oldu. Pişmanlığı ne kardeşini geriye getirdi, ne de gelecek nesline iyi bir örnek olabildi. Şiddet, hiçbir işe yaramadı. İşte insan bu dünyaya geldiği vakit, beraberinde iyilik ve kötülüğü de getirdi. İnsan, belki de bu mücadelenin seçimini yapmak için geldi. Ve de hâlen o seçimin içerisindeyiz. İyiyi mi? Yoksa kötüyü mü seçeceğiz? Kimimiz iyiyi, kimimiz kötüyü tercih ettik. Ettik etmesine de, görünen o ki sanki kötülük kazandı. Ama zannedilmesin ki kötülük mutlak galibiyette olacaktır. Gerçek muvaffakiyet iyiliğindir. Gelelim toplumda şiddetin sebeplerine... Toplumda huzuru sağlamak amacıyla polis teşkilâtları kurulur. Neden? İnsan huzurlu, rahat ve güven içinde yaşayabilsin diye, ama görünen o ki insan hâlâ tedirginlik içinde. Acaba neden tedirgin? İnsan, dünyanın neresinde olursa olsun, eğer kendi vicdanını polis kabul etmezse, işte o an huzursuzluğu da, tedirginliği de, şiddeti de ortaya çıkarmış olur. Ardı arkasına gelir her kötülük; tecavüz, hırsızlık, cinayet, terör… Suçlu, vicdanını sorgulamalı—tabiî bozulmamışsa—:”Acaba benim yakınlarıma da bu sıkıntıları yaşatsalar, bende nasıl bir hâl belirir?” Evet, vicdanî muhasebe, şiddetin her türlüsünü önleyebilecek etkili bir çözüm. Her insan genç, yaşlı, polis, asker, öğretmen, doktor, imam ve her kesimden bilinçli olanlarımız, fedakârlıkla, bilinçsiz olanlarımıza anlatmalıyız iyinin, kötünün ne olduğunu, ne olmadığını. Hiçbir şekilde duyarsız olmamalıyız. Özellikle anne ve babalarımıza, eğitimcilerimize büyük iş düşüyor. Onlar çocuklarına nasıl bir eğitim ve ahlâk verirlerse, çocuklar da onu öğrenir ve beller. Atalarımız ne güzel söylemiş: “Ağaç yaş iken eğilir.” *** Ülkemiz çok zengin kültüre ve insan ırkına sahip. Bu yüzden ülkemizin kalkınmasını istemeyen gizli güçler, bu topraklarda çok oyun oynuyor. En son oyunu ise ırkçılık. Bu oyuna halkımızın gelmeyeceği ümidini taşıyorum. Biz hoşgörü insanıyız. Yunus Emre’nin, Mevlânâ’nın torunlarıyız. Böylesine mayası sağlam evlâtlar elbette bu oyuna gelmez, gelmemeli. Ama her kasada bir çürük elma çıktığı gibi cemiyetteki insanlar arasında da çürükler olabilir. Onların ıslâhına çalışmalıyız. Yoksa sağlam olanlara da zarar verir. Hoşgörüyü aramızda yaymalıyız. Yunus gibi demeliyiz: “Yaratılanı hoş gör Yaratandan ötürü.” Mevlânâ gibi demeliyiz: “Bin kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel.” Bize yakışan hoşgörü ve sevgi. Aksi ise bize ait değil. Dünyada genç nüfusa fazlaca sahip ülkelerden biri de Türkiye. Gizli güçler boş durmuyor, işleri güçleri yok, bu sefer de gençlerimizin üzerinden oyun oynuyor. Onları tembelliğe, başıboşluğa, ümitsizliğe, sefalete sürüklüyor. Hatta ellerinden kültürümüzü çalıyorlar. Bir ülkenin kalkınması, genç beyinlerin terakkiyâtında saklıdır. Amaçsız bir gençlik, istenmeyen sonuçlara sebeptir. Bunun sonu ülkede kaos, şiddet demektir. Gençliğe yapılan her yatırım ise, ağaca su vermek gibidir. Ne kadar su, o kadar meyve. Sonuç olarak, ülkemiz çok zengin. Her türlü zenginliği içinde barındırıyor. Bir kere bu ülke insanının gönlü zengin. Bu zenginliği idrak edebilene de başka zenginlik gerekmez. Çok çeşitten millet yaşıyor bu memlekette. Hariçten, dahile müdahale olmadığı sürece hep barışla, hoşgörüyle, sevgiyle, kardeşlikle yaşandı bu ülkede. Biz meyve veren toplumuz, meyve veren ağacı her ne kadar taşlasalar da biz meyve vermeyi bildik. Bunu birbirimize olan güvenimizle, saygımızla, sevgimizle, ümidimizle yaptık. Her birimiz, bir Bediüzzaman gibi şunu söyleyebilmeli: “Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor, içinde evlâdım yanıyor, îmanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, îmanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda birisi beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış, ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hadise bir kıymet ifade eder mi?” Her insan özeleştirisini yapsın ve nelerin kendisinde değişmesi gerektiğinin farkına varsın. Önce değişmesi gereken kendimiziz. |
GÜNEŞTE GÜL YETİŞTİRENLER |
..…..Cemre günüydü!.......
Kör gecenin azametinde ayarsız Düşlere akıyor zamanın büyüsü toparlanmadan Cesaret işi geceye yelken açmak bu saatlerde Zararsız ay terapisi yapma çiçekleri u/yandırmadan Ölümün küçük kardeşi uykudayken şehir Pusuya yatmış radyasyona hamile kara bulutlar Yağmurun gözleri nemli ve kararsız
Dağlar büyüklüğünde taşlar savruldu o gece Parçalandı gerçeği boğan surlar Fecr-i sadık sökmek üzereyken Güneşte gül yetiştiren gençler Meydana çıktılar birer birer Ellerinde kalemden meş’alelerle. ‘Gözün aydın olsun’ azametli gece, Şehir uyanacak artık güneşli şiirlerle!
Mustafa GÖKAY |
NOT |
Genç Kalemler sayfasında yayınlanmasını arzu ettiğiniz yazılarınızı, [email protected] adresine gönderirken “genç kalemler için” notunu düşmenizi de önemle rica ederiz.
|
05.06.2009 |
Önceki Elif Eki (29.05.2009) - Elif ses getirdi (22.05.2009) - GENÇ KALEMLERE ÇAĞRI (15.05.2009) - Mevlânâ ve Bediüzzaman’ın ortak mesajı: İTTİHAD-I İSLÂM (08.05.2009) - İkinci haftaya girerken |