Elif Eki |
İSMAİL TEZER |
Elif ses getirdi |
“Osmanlı’nın gayrimüslim kahramanları” kapağıyla çıktığımız bir önceki sayımız ses getirdi. Odatv.com’da yer alan ve “Yeni Asya, ‘Osmanlı’nın Gayrimüslim Kahramanları’nı Elif Eki’ne kapak yaptı” denilerek dikkat çekilen haberde, kapak yayınımız olduğu gibi yer aldı. Buradan da anlaşılıyor ki, toplumun barış ve huzur içerisinde yaşamasına vesile olacak “birleştirici” mesajlara daha çok ihtiyaç var. Özellikle de, etnik kökene dayalı kışkırtmalarla toplumun sun’î bir şekilde kamplaştırılmaya çalışıldığı göz önüne alındığında, böylesi ‘hakkı teslim eden’ mesajların ne kadar isabetli olduğu daha iyi anlaşılıyor. Öte yandan Bediüzzaman’ın yıllar önce ifade ettiği “Hakikî unsuriyete (ırka/etnik kökene) değil, belki dil, din, vatan münasebâtına bakılacak. Eğer üçü bir ise, zaten kuvvetli bir millet; eğer biri noksan olursa, tekrar milliyet dairesine dahildir” şeklindeki ‘kucaklayıcı ve birleştirici’ yaklaşımının, farklı dinlerden olup aynı dili ve vatanı paylaşan azınlıklar açısından ne kadar anlamlı mesajlar ihtivâ ettiği de ortaya çıkıyor. Gerçekten de ülke insanının, bilhassa siyasetçilerin, Bediüzzaman’ın bu tür mesajlarına kulak vermesi gerekiyor. Nitekim geçenlerde, 72 sivil toplum kuruluşu tarafından ortaklaşa düzenlenen “ufuk turu toplantıları”nda da, Batının en önemli projesinin çok ırklı, çok kültürlü bir toplumu bir arada yaşatabilme olduğu belirtilerek, bizde bu noktada en çok çaba sarf eden ismin Bediüzzaman Said Nursî olduğuna ve onun ‘Münâzarât’ isimli eserinin, çok kültürlü, çok dinli bir toplumun nasıl bir arada yaşayabileceğini anlatan ‘sosyal bir proje’ olduğuna dikkat çekilmişti. Yine menfur bir saldırı neticesi vefat eden Hrant Dink’in, daha önce arkadaşımız tarafından kendisine Münâzarât’taki “gayrimüslim ve Ermeniler”le ilgili bölüm okunduğunda, “Allah Bediüzzaman’dan razı olsun” demesi de bunun en çarpıcı delillerinden biri değil mi? Evet, hadiseler bir kez daha gösterdi ki, huzur ve barışın gerçek tenimatı, ‘doğru İslâm’ ve ‘İslâmiyete lâyık doğruluk’tur.
|
SADECE ŞEHRİ DEĞİL, GÖNÜLLERİ DE FETHETTİ |
1453’te İstanbul’u fethederek çağ kapayıp çağ açan Fatih Sultan Mehmed, sadece bir şehri değil, gönülleri de fethetti. Onun, İslâm’dan kaynaklanan, farklı din, mezhep ve etnik kökene sahip toplulukların barış ve huzur içerisinde yaşamasını mümkün kılan yaklaşımı, bunun en büyük delilidir. FATİH’İN DOĞUMU 1432 yılı Mart ayının 30. gecesi bir pazar gününün sabahına yaklaşılırken, Sultan II. Murad’ın bir oğlu dünyaya geldi. O sırada baba, sabah namazını kılmış, seccadesinin üzerinde Kur’ân okuyordu. “Sure-i Muhammed” bitirmiş, Sure-i Feth’e başlamak üzere idi ki, bir güzel muştuyla, bir oğlunun dünyaya geldiğini söylediler. Genç padişah henüz 27 yaşında idi, gözleri sevinç yaşları ile dolarak: “Ravza-i Murad’da bir gül-i Muhammedî açtı” dedi. Bebeği doğuran ana ise, Kastamonu ve Sinop hükümdarı İsfendiyar beyin kızı Hatice Halime Hüma hatundu. Şehzadesini bağrına bastığı zaman henüz 15 yaşındaydı ve eşsiz bir güzelliği vardı. (Koçu, Reşat Ekrem, Osmanlı Tarihinin Güzel Kadınları).
YETİŞTİĞİ ORTAM Bu zamana kıyasla, televizyonsuzluk nimetiyle dopdolu bir ortamda büyüyordu küçük şehzade. Suçun ve suçlunun barınamadığı bir toplum… Devrin en inançlı, en kabiliyetli âlimleriyle dolup taşan; askerlikten mantık ilmine, matematikten astronomiye, tarihten dünya siyasetine kadar çok şeyin bir arada konuşulduğu bir ortam… Hayatla, inançla, tabiatla iç içe bir çevre. Bizim için anlaması güç olsa da, bir bebeği cihangir bir padişah yapacak bir ortamdı bu. Küçük şehzadeyi saraylarda büyütmediler, ama onun aklını ve kalbini mamur ettiler. Çalışmanın, gayretin, tevekkülün, duanın, hayatın içindeki yerinin ne olduğunu gayet mükemmel öğrettiler. Bilginin başarıdaki yerini iyice bellettiler. İşte böyle şuurlu ve dindar bir insan olarak yetiştirilen bu küçük şehzade günü gelince ihtişamla kollarını açan bir çınar olarak, kıtaları ve kültürleri kucaklayacaktı.
BÜYÜK FETHİN PLÂNLARI Sultan II. Mehmet, kafasında hep Konstantiniye’yi fethetmek düşünce ile yaşıyordu. Şehrin haritasını çıkarmış, daima yanında taşıyor, her fırsatta çıkarıp üzerinde çalışıyor. Daha önce yaşanmış tecrübelerden çıkardığı dersler, yeni taktikler; plânlar, plânlar… Günler, geceler boyu üzerinde çalışarak beynine nakşettiği şehir en ince ayrıntısına kadar kafasındaydı artık. Denilebilir ki bir Bizanslıdan daha fazla bu şehri tanıyor, bir Bizanslının bile sevemeyeceği kadar seviyordu. “Konstantiniye’ye meftunuz (sevdalıyız),” diyordu. “Çünkü o bir Peygamber müjdesi, o bir Peygamber emanetidir.”
ŞÜPHE VE ÜMİT Hadis-i Şerifi her hatırlayışta yüreğini çarptıran, göğsünü ürperten bu şehri istiyordu. Artık o bir hasretti, bir sevdaydı kalbinde. Fetih, daima kafasını kurcalıyordu. Ve inceden bir endişe, içinde zaman zaman kıpırdıyordu: “Şehri alabilecek miyim?!.” Bir gece yarısı, tereddüdünü hocasına açtı. “Tasa etme,” dedi Akşemseddin, “Konstantiniye’yi inşaallah alacaksın!” Hocası boş konuşmazdı. Kuru teselliye bel bağlamazdı. Açık konuşur, yalın söyler, olmazı olur göstermezdi. Yüzü aydınlandı Sultan Mehmet’in.
TAVUKLARI BİLE HAPSETTİM! İstanbul’un fethinin hazırlıkları tüm hızıyla sürüyordu. Sultan Mehmet, ordunun gerisini emniyete almak için, Malkaralı Paşayiğit’in torunu Gazi Turhan oğlu Ömer Beyi huzuruna çağırıp şu emri verdi: “İstanbul üzerine yürürken Mora’daki Bizans prenslerini kalelerinde bırakamayız. Teslim etmelerini emreyledik. Dinlemezler. Git Mora’ya, babanın fethettiği o yerlerde emirlerimizi dinlemeyenleri yola getir.” Gazi Ömer de, Mora’dan dönüşünde Padişahına durumu şöyle bir espriyle rapor ediyor: “Mora’da tavukları dahi hapsettim Padişahım!..”
KARADA YÜZEN GEMİLER İstanbul’un fethinde büyük bir etkisi olan hadiselerden biri, Osmanlı donanmasının, Dolmabahçe’den yürütülüp Kasımpaşa’dan Haliç’e indirilmesidir. Bu olay, dünya savaş tarihinde bir ilk olarak yerini aldı. Fatih’i şahsen tanıyan ve ünlü bir tarihçi olan Bizans İmparatorluk Prensi Dukas, gemilerin karadan yürütülerek Haliç’e indirilmesi konusunda şu heyecanlı satırları yazar: “Böyle bir harikayı kim gördü ve kim işitti? Deniz üzerinde köprü inşa ederek, onun üstünden karada yürür gibi asker geçirdi. Bu yeni Makedonyalı İskender ve bana kalırsa neslinin en büyük padişahı olan II. Mehmet, karayı denize dönüştürdü ve gemileri dalgalar yerine dağların tepelerinden geçirdi. Dolayısıyla bu kişi, Keyahsar’ı da geçti. Çünkü Keyahsar, Çanakkale Boğazını geçti ve Atinalılara mağlûp olarak perişan bir halde geri döndü. II. Mehmet ise, karayı denizde olduğu gibi geçti ve Bizans’ı mahvederek hakiki altın gibi parıldayan İstanbul’u, yani dünyayı süsleyen şehirlerin kraliçesini fetheyledi.”
AYASOFYA’DA İLK EZAN Fatih hâlâ Ayasofya’yı inceliyor, karmaşık duygular içinde bakınıyordu. Nihayet toparlandı. “Resim ve heykelleri örtünüz!” diye emretti. Bugün Salı, ilk Cuma namazını burada eda etmek isteriz. O vakte kadar mabedi namaza hazırlayınız. Şimdi derhal Ezan-ı Muhammedî okunsun.” Ve Ayasofya’nın içinde, dışında ilk defa ezan okundu: “Allahuekber, Allahuekber…” Fatih bir köşeye çekilip ikindi namazını kıldı. “Bu sûretle Hıristiyanların Ayasofya kilisesinde ilk olarak Muhammed’in getirdiği dinin ibadeti yapıldı” diyen Hammer, ardından büyük bir bitmişlikle ekliyor: “Rum ve Latinler arasında süre gelen din ayrılıkları, İslâmiyet’in gelişi ile sona ermiş oldu: ‘Allah’tan başka İlâh yoktur!’” … Ayasofya artık bir cami idi. 481 sene cami olarak kalacaktı. Fatih Sultan Mehmet, vakfiyesinde Ayasofya’nın cami olarak kalması gerektiğini belirttikten sonra, camii başka maksatlar için kullanacaklara bedduâlar yağdıracak, “Allah’ın ve Peygamberinin lânetine” uğramalarını dileyecekti. Yazık ki, Fatih’in aziz ve mukaddes mirası, fethin manevî sembolü Ayasofya 24 Kasım 1934’de çıkarılan bir Bakanlar Kurulu kararıyla müze yapılacak, ancak 8 Ağustos 1980 günü, büyük gayretler neticesinde, sadece Hünkâr Mahfili ibadete açılacak, ama o da 12 Eylül 1980 askerî müdahalesinin hemen akabinde tamir gerekçesiyle tekrar kapatılacaktı. Ve “tamir” nedense bir türlü bitmeyecekti… … Bir de, Ayasofya’yı “Bizans’ın malı” sayan ve öyle kalmasını arzulayan zihniyete Paul Wittek’in söyleyecekleri var: “Ayasofya’nın, bu muhteşem kilisenin muhafazasını, asırlar görmüş yapının zamanın tahribatına karşı müdafaasını, sırf Türklerin sahip olduğu teknik maharete ve iktisadî kaynaklara borçlu olduğumuzu itiraf edelim.”
HAPİSTEKİ PAPAZ Fetihten sonra Bizans imparatorlarının sarayını gezen Fatih’in huzuruna, mahzende inlerken sesi duyulan ve küçük taş bir odada bulunan zayıf, yaşlı bir papaz getirilir. Fatih ona sorar: “Bu ne hâldir, sizi niye hapsettiler?” Papaz cevap verir: “Şevketli Padişah, arz edeyim: Kuşatma başlayınca İmparator Konstantin Dragazes, beni huzuruna çağırdı. Şehrin Osmanlılar tarafından alınıp alınamayacağını sordu. Şimdiye kadar okuduklarıma, öğrendiklerime dayanarak bu kuşatmanın son kuşatma olduğunu, şehrin elimizden çıkacağını ifade ettim. Çok kızdı. Beni hem dövdürdü, hem de hapsettirdi. O günden beri zindanda yaşamaktayım.” Fatih bir an düşündükten sonra şunu sordu: “Peki, bu İstanbul gün olur bizim de elimizden çıkar mı?” Bunun cevabı düşündürücüdür: “Vakta ki içinizde fesat artar, insanınız kendi menfaatine ram olur, mal ve mülkünü yabancılara satanlar çoğalır ve yabancıdan medet umanlar fazla olursa, şehir sizden dahi çıkar.” Fatih oracıkta ellerini açar ve der: “Yâ Râb! Dilerim ki, böyleleri kahrına ve gazabına uğrasın.”
FATİH, FATİHTİR; ZALİM DEĞİLDİR İstanbul’un yeniden imarında çalıştırılan Rum esirlere altı akçe gündelik verilmiştir. Bizans’ın yerli ahalisi din, isim, kültür değiştirmeden (arzuları dışında) günümüze kadar sapa sağlam gelmiştir. Bu vakıa, Fatih’e isnat olunan iftiralara karşı en iyi cevaptır. İstanbul’un fethedildiği tarihlerde Batı’da faaliyet gösteren Engizisyon Mahkemeleri, inançlarından, fikirlerinden dolayı insanları ateşe atarken, gırtlaklarından aşağı erimiş kurşun akıtırken, kazıklara oturturken ve bütün bu insanlık dışı işkenceler o zamanın Batı âleminde normal kabul edilirken; Fatih, fethettiği şehrin halkını istediği konularda zorlayabilir, sürgün edebilir ya da esir pazarlarında satabilirdi. Hiçbirini yapmadı. Tam tersi, çağımızda bile “fazla” sayılabilecek haklar tanıdı. Korkulan değil, sevilen bir padişah olmak istedi. Ve bunu başardı. Aslında Fatih’e “zalim” demek tarihe karşı en büyük iftiradır. Eğer zalim ve istilâcı olsaydı, İspanyolların Endülüs Müslümanlarına uyguladıkları asimilasyonun bir benzerini Rumlara uygular, onların Endülüs’te tek Müslüman bırakmamaları gibi, İstanbul’da tek bir Hıristiyan bırakmazdı. Mortray şöyle der: “Dünyada Türkiye’den (Osmanlı Devleti kast ediliyor) başka hiçbir memleket yoktur ki, bütün dinlerin ahkâmı (hükümleri) orada olduğu kadar serbestçe yerine getirilebilsin. Bütün Katolik din adamları (papazlar) dinî vazifelerini yaparlar, âyinlerini kiliselerinde rahatça icra ederler ve tıpkı Roma’da olduğu gibi istedikleri kıyafetle sokağa çıkarlar.” Evet Fatih bir cihangirdi; fakat daha önce kâmil bir insandı, Müslüman’dı ve bunun icabı olarak da fethettiği yerlerin, kalıbına kıyafetine dokunmadan, kendi isteklerince yaşamalarını sağladı.
FATİH’İ FATİH YAPAN İNCELİKLER Ne zaman mürit, ne zaman mürşit, ne zaman derviş, ne zaman padişah olacağını çok iyi bilen bu olgun şahsiyet, Akşemseddin gibi bir insandan uzak olsaydı, acaba bu kemâle erişebilir, bu dengeyi kurabilir miydi? Sultan II. Murat gibi fedakârlık örneği bir babanın ileri görüşlü tedbirleriyle yetiştirilmesiydi, Konstantiniye’nin surlarını aşabilir miydi? Hümâ Hâtûn gibi bir annenin telkinleri, tavsiyeleri, ahlâk ve fazilet aşısı olmasaydı devrinin zirvesine çıkabilir, zirvede kalabilir miydi? Aile, eğitim ve çevre; dün nasıl “fatih” yetiştirdiyse, bu gün de gereken önem ve ilgi verilirse yine yetiştirir inşaallah. Bunların bozulduğu bir ortamda ise, sağlam şahsiyetler yetişebilir mi acaba?
İDEAL İNSANI FATİH Fatih’in nasıl bir ideal insanı olduğunu, arzuladığı dünyayı ve o dünyada Müslüman toplumun yerini görmek için yalnız şu ifadesi yeterlidir: “Dünyada tek bir din, tek bir devlet, tek bir padişah ve İstanbul’da cihanın payitahtı olmalıdır.” Böylesine geniş, hatta ilk bakışta muhteris bir fikir dünyasına sahip bir insan acaba nasıl birisiydi? İtalyan tarihçi Langostu, Fatih’in 26 yaş hâlini şöyle tarif ve tasvir ediyor: “İnce yüzlü, uzunca boylu, seyrek güler, şiddetli bir öğrenme ihtirasına sahip ve âlicenaptır. Daima kendinden emin ve inatçıdır (sebat anlamında olmalı). Türkçe, Rumca ve Slavca (Bizanslı tarihçi Kritovulas’a göre Arapça, Farsça, İbranice ve Keldanice de bunlara dâhil) konuşuyordu. Harp sanatından çok hoşlanırdı. Her şeyi öğrenmek isteyen zeki bir araştırıcıydı. Sefahati yoktu, nefsine hâkim ve uyanıktı. Soğuğa, sıcağa, açlığa, susuzluğa ve yorgunluğa karşı dayanıklıydı.” (Paul Wittek, Feth-i Mübin, İstanbul Enstitüsü Dergisi, II. 1956) Alman tarihçisi A.D. Mordtmann ise, Fatih hakkındaki düşüncesini şöyle ifade eder: “Dünya tarihinde bir dönüm noktası koymuş, Doğu ile Batının kapısında durmuş, her iki âlemin kültürünü nefsinde toplamış bir insandı.” Şu hükmü verebiliriz ki: Fatih hem kendisini, hem de çağını aşmış insandı. Bu özelliğiyle, çalışmaları ve eserleriyle hâlâ örnek bir şahsiyet olarak yaşamaktadır.
“Konstantiniyye (İstanbul) elbette fetholunacaktır. Ne güzel kumandandır o kumandan ve ne mutlu askerdir o askerler.” Hadis-i Şerif, Ahmed ibni Hanbel, Müsned, c. 4. s. 335
“Deha, imkânsızda mümkünü görebilmek demektir. Gemilerin karada da yüzebileceğini sezmek, Mehmet’lerden birini Fatih yapar.”
Selâhaddin Şimşek
|
Fatih Sultan Mehmed |
Ömürler de kitaplar gibidir, onları da değerli yapan, nelerle dolu olduğudur. Kısa ömrü, idarî, siyasî ve askerî başarılarla dopdolu olduğu için, Fatih Sultan Mehmed, büyük bir insan, büyük bir komutan ve büyük bir padişah olmuştur. Manisa’da geçirdiği ikinci şehzadelik devrinde, ilim ve san'at merkezleri arasında gidip gelirken, sürekli okuduğu tarih sayfaları içinde, eski cihangirlerin meziyetleri kadar kusurlarını da tartmış, İskender’ler, Sezar’lar, Cengiz’ler, Timur’lar hakkında hükmünü vermişti. Bu imparatorlar, felsefesiz ve sistemsiz kimselerdi. Bu yüzden de, sadece istilâcılıkta kalan, bir kibrit alevi gibi kısa sayılacak saltanatlarını kaybederek sönüp gitmişlerdi. Fatih ise daha çocukluğunda babasından “aklın gücünün kılıçtan daha üstün olduğu” dersini almıştı. Hocalarından ise o zamanın bütün dinî ve fennî bilgilerini öğrenmiş; daha gençlik çağlarında ders aldığı bazı hocalarını bile geride bırakan bir “âlim” olmuştu. Fatih, aynı zamanda, devletin topraklarını genişleterek, başka milletleri hükümranlığı altına alarak “Devlet-i ebed müddet” olunamayacağını, kılıç hâkimiyetinin er ya da geç kırılacağını, kalıcılığı sağlamak için ilme dayanmak gerektiğini, asıl ruh plânında büyümek icap ettiğini daha şehzadeliğinde anlamış ve buna göre kendini yetiştirmiş bir padişahtı. Bundan dolayı Fatih’in hamlelerinde, akıl, bilim ve plân daima yerini korumuştur. Böyle aklın kontrolündeki güç ile, sahra topunu keşfetmiş, büyük Şahi toplarının plânlarını çizip döktürmüş, donanma gemilerini bir gecede karadan yüzdürüp Haliç’e indirmiş, denize çabucak köprü kurdurmuş, üç buçuk ay gibi kısacık bir sürede Rumelihisarı’nın plânlarını bizzat çizip inşa ettirmiş, daha nice kendine özgü üstün görüşüyle başarılı bir komutan olmuştur. Yaptığı seferler ve kazandığı zaferler bunun en açık delili olarak ortadadır. Ayrıca kendisine yardımcı olarak başarılı askerler de yetiştirmiştir. 31 yıllık saltanatı süresince, 1453-1481 seneleri arasında yaptığı fütuhatla, başta Bizans olmak üzere irili ufaklı 12 devleti Osmanlı topraklarına katmıştır. Seferlerin haricinde kalan zamanlarında, seferberlik hâlinde memleketi imar etmiştir. Yollar, kervansaraylar, camiler ve onun da çok önem verdiği külliye inşaatlarıyla, kendisine hayran bırakan eserler yaptırmıştır. Bir de kendisi de bir ilim adamı olan Fatih, dünyanın tanınmış merkezlerinden seçkin ilim ve san'at adamlarını İstanbul’a getirterek, İstanbul’u dünyanın bilim ve san'at merkezi yapmayı hedeflemiştir. Zaten onun en büyük zevki de, sahasında söz sahibi insanlarla ilmî sohbetler etmekti. Sık sık ilim adamlarıyla sohbetler düzenler, kendisi de bir padişah sıfatıyla değil onlardan biri olarak bu meclislere katılırdı. Zaman zaman, çeşitli konular ortaya atar, sohbeti kızıştırır, yeni ufuklar, yeni bakış açıları için etrafındakileri teşvik ederdi. Çoğu kez, konuştuğu ilim ve san'at erbabını, bilgisi karşısında hayran bırakmıştı. Böyle bir insan olan Fatih Sultan Mehmed, başarıdan başarıya koşan bir hayat yaşadı. Kıyaslandığında çok daha küçükleri bile başkalarının başını döndürüp sarhoş ederken, nice başarıları Fatih’in şükrünü ve şevkini arttırdı. Büyük Sultan, bütün insanları, bütün dünyayı kucaklayan bir ideale sahipti. Gayreti de, arzusu da, fikirleri de şahikalardaydı. Onun idealinde, herkesin dinini, düşüncesini özgürce yaşadığı, sanatını gönlünce icra ettiği tek bir dünya devleti vardı. Siyasetin de fatihi oldu. Takip ettiği iç politika Anadolu birliğini kurmaktı. Dış politikada ise, Müslümanların düşmanı Katoliklere karşı Ortodokslarla yakın olup, onları himaye edip Katolikleri zayıflatmak… Her iki politikada da başarılı oldu. Deha imkânsız zannedilende mümkünü görebilmek değil mi; onun ömrü de nice imkânsız görünende mümkünleri görmekle geçti. Bütün bu başarıları rastgele değildi elbette. O, o kadar çalışıp didiniyordu ki, dinlenmeye vakit ayırmıyordu; yeri geliyor bir ırgat gibi taş taşıyor, yeri geliyor seferde dağlara taşlara kan ter içinde yaya olarak tırmanıyor, yeri geliyor uyku bile uyumuyordu. Bütün bunları kendi saltanatını sürmek, zevkini tatmin etmek için de yapmıyordu. Çünkü elindeki onca imkânlara rağmen zevkü sefayla ilgilenmedi bile. Onun büyük bir gayesi vardı: “mücahid-i fîsebîlillah” olmak. Yani Allah yolunda gayret eden, Allah’ın dini için çalışan, hayırların hâkim olup, şerlerin giderilmesi için uğraşan bir insan olmak. Böyle kendi şahsî menfaatleri adına hareket etmediği için, mütevazılığı ve sultanlığı şahsında başarıyla birleştirebilmiş bir insan oldu. Osmanlının o parlak fetih başarılarından daha göz alıcı bir başarısı da gönülleri fethetmesi değil midir? Fatih’i yetiştiren gelenek, hükmetmeyle beraber sevmeyi, şefkati ve hoşgörüyü de öğretmişti ona. Aslında İstanbul’u bile kan dökmeden almak istemişti. Belki de Âlemlerin Efendisinin (asm) Mekke’yi kan dökmeden almasından ilhamla, İstanbul için böyle bir fetih arzuluyordu. Dalkavukluğa, riyaya, yapmacık hareketlere beş para kıymet vermezdi. Tek aradığı samimiyet ve hakperestlikti. Övgü dolu nice dizelerin arasından, sade ve basit ifadelerle samimî dilekler taşıyan bir çobanı ödüllendirmişti. Gerekçesi ise, onun “samimî” olmasıydı.. Fatih, bir idareci olarak, kabiliyetli insanları değerlendirmeyi de bildi. Onun yanında kim olursa olsun, müslim-gayrimüslim, tanınmış-tanınmamış.. yetenekli olduğu takdirde lâyık olduğu yere getirilirdi. Hizmet etmek isteyene kapıları ardına kadar açıyordu. Osmanlı tarihinin şanlı isimlerinden birisi olan Gedik Ahmet Paşa buna ne güzel örnektir: Tebdil-i kıyafetle halkın arasına çıkan Fatih, onu keşfettiğinde o basit bir aşçı olarak yaşıyordu. Azınlıklara adalet ve müsamaha ile davrandı, asla zulmetmedi. Dinlerini istedikleri şekilde yaşamalarına izin verdi. Avrupalılar, İstanbul’un fethinin ardından karalama kampanyaları başlattılarsa da, yine de Fatih Sultan Mehmed’e düşmanlık beslemeleri yersizdir aslında. Çünkü fetih sonrası uygulamalarıyla insan hakları, özgürlükler, fikir ve düşünce hürriyetinin ne demek olduğunu Avrupa’ya ve dünyaya gösterdi. Rönesans’ı ilham ederek, ortaçağın karanlıklarından sıyrılabilmelerinin yolunu açtı. İstanbul’u almıştı ama yeni bir hayat tarzı vermişti, onu takdir etmeye bu yetmez mi?.. Böyle bir fatih Avrupa’dan çıksaydı ve böyle başarıları olsaydı, onlar şüphesiz ki, onu koyacak yer bulamazlardı.. Fatih, sergilediği adalet, hoşgörü, çalışkanlık, ilim aşkı, şefkat, alçakgönüllülük, tevekkül ve kanaatle, İslâmiyet’in ve Müslümanların yüz akı oldu. Çünkü İslâm terbiyesiyle yetişmiş ve kendisine örnek olarak Peygamber Efendimizi (asm) almıştı. Hayatıyla, imanın bir insanı nasıl yücelttiğinin güzel bir örneğini gösterdi. İşte iman insanı böyle insan eder; sultan etti mi, Fatih gibi sultan eder. Aslında Fatih Sultan Mehmed için en yüce, en büyük, en önemli başarı, Peygamber Efendimizin iltifatına ve müjdesine mazhar olmaktı; bütün gayesi ve çalışmasında hedefi buydu. Bu uğurda bütün samimiyeti ve gayretiyle çalıştı, Allah da (cc) onu bu emeline ulaştırdı. Biz ne kadar anlatmaya çalışsak da, bu büyük ve güzel insanı en iyi, yine kendi hayatı ve yaptıkları anlatmaktadır, anlatacaktır.
|
Cibâli (Cebe Ali) Baba kıssası |
Risâle–i Nur'dan bir iktibas:
Sultan Mehmed Fatih’in zamanında hikâye edilen meşhûr ve mânidar Cibali Baba kıssası nevinden olarak, bir kısım ehl–i velâyet, zâhiren muhakemeli ve âkıl (akıllı) görünürken, meczupturlar. ...Meczup olduklarından, mânen "mübarek mecnun" hükmünde oluyorlar. ( Mektubat, 26. Mektup, 9. Mesele, s. 328.)
İstanbul'un fethi, bir meczup veliye takıldı
Henüz 21 yaşında iken Osmanlı tahtına geçen ve en büyük ideali İstanbul'u fethetmek olan Sultan II. Mehmet, son kuşatma hazırlıkları esnasında şunu ahdetmişti: "Ya ben İstanbul'u alırım, ya da İstanbul beni!" Fetihten önceki son kuşatma harekâtına 1453'ün Nisan ayı başlarında başlandı. Kırk gün müddetle, gerekli her türlü hazırlık yapıldı, her türlü tedbir alındı. Havadan (havan topuyla), karadan, denizden (Marmara'dan, Haliç'ten) ve hatta tünellerin açıldığı sur altından yapılacak her türlü hurûç, hücûm ve taarruz harekâtı tasarlanıp plânlandı; plânlar yürürlüğe kondu. Son olarak Bizans imparatoruna yapılan "şehrin kansız teslim edilmesi" teklifine red cevabı verilince de, kuşatma çemberi daraltılarak dört koldan hücûm ile umumî taarruz harekâtı başlatılmış oldu. Taarruz günlerce, haftalarca devam ettiği halde, şehir bir türlü düşmüyor, İstanbul teslim alınamıyordu. Atılan top gülleleri adeta tesirsiz kalıyordu. Bu vaziyet, Sultan Mehmed'i ziyadesiyle düşündürdü. Olup bitenleri sebepler, tedbirler zaviyesinden bakarak, tahlil üstüne tahliller yaptı. Ancak, yine de ortada bir maddî engel, bir tedbirsizlik, bir planlama eksikliği göremedi. Öngörülen bütün tedbirler tamam ve herşey yolunda görünüyordu. Peki, o halde şehir neden düşmüyor, feth–i mübin niçin tahakkuk etmiyordu? Sultan Mehmed, bu kez işin mânevî boyutunu düşündü. Acaba, hadisenin mânevî tarafından bir eksiklik, bir yanlışlık, yahut bir tedbirsizlik mi var diye, bu konuyu gidip hocası Akşemseddin Hazretlerine danıştı: "Muhterem hocam, siz de bir bakıverin. Ben üzerime düşen herşeyi yaptım. Bizans'ı almak için, maddî âlemde, yani sebepler tahtında lâzım olan tedbirlerin hepsini aldım. Bu cihetten bir mâni görünmüyor. Düşündüm ki, kutlu fethin önünde acaba bir mânevî engel mi var? Böyle bir mâni varse eğer, bunu görmek ve üstesinden gelmek elbet sizin işiniz hocam. Hele bir bakıver de, o cânipte acep neler görürsünüz." Kalp gözü açık ve mânevî kemâlât sahibi Akşemseddin Hazretleri, talebesi olan genç padişahın sözlerini dinledikten sonra, o da ortada fethin önünde bir "mânevî düğüm"ün olabileceğine kanaat getirerek muhavereye daldı. O mânevî muhavere esnasında baktı ki, ne görsün... Meğerse, Bizans tarafında bulunan bir meczup veli, sur içine doğru atılan koca top mermilerini bile "Aman gâvurcuklarıma birşey olmasın" diyerek, kerâmetinin kuvvetiyle tutup tesirsiz hâle getiriyor. Dolayısıyla da, şehrin düşmesini, Bizans'ın teslim olmasını ve müjdelenmiş olan o feth-i mübînin tahakkuk etmesini mânen engellemiş oluyor. Durumun bu merkezde olduğunu keşfeden Akşemseddin, işe evvelâ kendi nefsinden başlıyor. Ciddî bir riyazete girerek, seyr-i sülûk-i ruhani ile nefsini terbiye etmeye koyuluyor. Mânevî terakki merdivenlerinde o meczup veliye yetiştiğine, hatta onu geçtiğine kanaat getirdikten sonra ise, ellerini dergâh-ı İlâhiye açarak şu niyazda bulunuyor: "Yâ İlâhî ve yâ Rabbî! Müjde-i Peygamberî'de (asm) yer alan şu feth-i mübin için lâzım gelen herşey yapıldı. Ortada aşılamayacak hiçbir mâni kalmadı; bir tek şu 'mübarek mecnun'dan başka... O da bilmeyerek şu mukaddes fethin önüne set çekiyor, engellemeye çalışıyor. İlâhî, bu vaziyetin devamına artık tahammülüm kalmadı. Teessürüm, elemim nihayetsizdir. Yâ Rab! Ya beni bu azaptan kurtararak canımı al, ya da o mecnun veli kulunun canını al ki, feth-i mübin müyesser ola." Şu hâlis ve tesirli duâ âcilen kabul edilmiş olmalı ki, Haliç tarafından sur içine doğru atılan bir top güllesi—rivâyete göre—o mecnun veliye isabet etmiş ve hemen oracıkta teslim-i ruh eylemiş. Rivâyetler muhtelif olmakla birlikte, en kuvvetli nakillere göre, o meczup velinin ismi "Cebe Ali"den bozma "Cibâli Baba"dır. Risâle-i Nur'da da bahsi geçen Cibâli Babanın kıssası, kısaca yukarıda anlatıldığı gibidir. İşte bu Cibâli Baba, uzun süreden beri Bizans İstanbulu'nun Müslüman mahallesinde ikamet etmektedir. Asıl ismi Cebe Ali Hazretleridir. Üstüne giymiş olduğu elbisenin bir sürü cebi vardır. Bu ceplerini şeker doldurur, mahalle aralarında dolaşır ve bu şekerlerden Rum çocuklarına ikram ederek onları peşinden koştururmuş. Mürürû-u zamanla "Cibâli"ye dönüşen Cep Ali, yahut Cebe Ali lâkabı işte buradan gelmektedir. Cibâli Baba, aynı zamanda ermiş ve kerâmet sahibi olmuş bir kişidir. Zaman içinde çocuklar gibi Rum ahalisi de onu sevmiş, benimsemiştir. Karşılıklı olarak yaşanan bu sevgi ve kaynaşma, kuşatma ve harp esnasında da devam etmiştir. Sur dışından atılan ve gök gürlemesi gibi ses çıkaran top güllesinden korkan çocuklar ve bir kısım Rum halkı, çareyi Cibâli Babaya sığınmakta bulmuşlardır. Onun etrafından toplanmışlar ve kendilerine himmet etmelerini istemişlerdir. Çünkü, onun ermiş bir mü'min olduğuna inanmışlardır. Rivâyet bu ya, Cibâli Baba da, aşırı şefkat ve merhametinden etrafına üşüşen Rum halkı ile çocuklarını himaye etmiş ve "Aman gâvurcuklarım zarar görmesin" diyerek, atılan top mermilerini havada yakalayıp onları tesirsiz kılma kerâmetini göstermiş. Ne derece doğrudur bilinmez; ancak, Cibâli Babanın top mermilerini havada tutup denize attığı bile rivâyet ediliyor. Şöyle, ya da böyle; ortada son derece acip ve garip bir hadisenin yaşandığı muhakkak. Bütün Müslümanlar, Hz. Peygamber'in müjdesine konu olan İstanbul'un fethi için vargücüyle çalıştıkları halde, bir mecnun veli şahsiyet çıkmış ve bu kudsî dâvânın tam aksi yönünde şaşırtıcı bir gayret ve faaliyet sergilemiştir. Bu tarihî vakıaya bir eserinde (Mektûbât) atıfta bulunan Bediüzzaman Hazretleri, tarih seyri içinde ve bilhassa zamanımızda var olan, benzer ve hatta beter faaliyetlerde bulunan Cibâli Babaların mârifetine dikkat çekmektedir.
NOT: Bazı kaynaklarda İstanbul'un fethine iştirak eden bir başka Cibâli Babadan daha söz edilmektedir. Evliya Çelebi'nin bahsettiği bu şahıs, "Bursa sübaşısı" olup, ismi yukarıda kıssasını hülâsa ettiğimiz meşhûr Cibâli Baba ile yer yer karıştırılmaktadır. Oysa, bunlar birbirinden farklı şahsiyetlerdir. |
Gölge karanlık değildir |
Hani demiştim ya, hayat çoğunlukla tek düze akmaz, hayat içerisinde git geller, girdaplar vardır. Hani, insanın umutlarının tükenmeye başladığı, sebeplerin çöktüğü, sonuçların ellerinizin arasından kayıp gittiği zamanlar olur. İşte bu zamanlarda ellerinizin arasından kayıp gitmeye en yakın şey, aslında O’na olan güven duygunuz, emniyet hissinizdir. Umutların tükenmeye yüz tuttuğu Ahzap Savaşında olduğu gibi... Gerçi, kolay günler değildir, o savaş esnasında yaşanan günler. Neredeyse üçte birini küfrünü gizleyen münafıkların oluşturduğu iki üç bin kişinin; on binin üzerinde sayıya sahip techizatlı bir ordu tarafından kuşatıldığı, zaruret içerisinde yaşayan şehirde yiyecek namına pek birşeyin kalmadığı, yorgunluk ve uykusuzluktan sabra mecal bulunamadığı günlerdir. Bütün bunların üzerine sırtlarını dayadıkları ve anlaşma içerisinde bulundukları Yahudi kavmi Beni Kurayzalılar da ihanet edip anlaşmayı iptal etmişlerdir. İşte, diğer ismiyle Hendek Savaşının anlatıldığı Ahzap Sûresinde üç gurup insandan bahsedilir. “...orada iman sahipleri imtihandan geçirilmiş ve şiddetli bir sarsıntıya uğratılmışlardı” şeklinde ifade edilen o zorlu günlerde, çoğunluğu teşkil eden birinci gurup1 tedirginliğe düşmüş, emniyetlerini yitirerek şüphe sınırına gelmişlerdir. İkinci grup olan münafıklar ile kalplerinde hastalık bulunanlar, “Allah Resûlü (!) bize aldanmadan başka bir şey vadetmemiş!” demektedirler. Üçüncü gurup olan mü’minler ise, “...düşman birliklerini görünce: —İşte Allah’ın ve Resûlü’nün bize va’dettiği budur. Allah ve Peygamberi doğru söylemiştir.” diyeceklerdir. Sûrede anlatılan ikinci gurup olan münafıklar küfründe ve üçüncü gurup olan mü’minler imanlarında nettir. Birinci gurubu teşkil edenler, yani tedirginliğe düşenler, işte şu içerisinde bulunduğumuz zamanın çocuklarına çokça benzemektedir. Onlar imansız değildir ama, çocuklar gibidirler, imanları sinn-i bülûğa, yani kemale ermemiştir. Problem olmadığı sürece mü’mindirler, ama sorunlarla yüzleşince imanları tesirini yitirir, yerini bir alacakaranlık tedirginliğine, imanla küfür arasında gidiş gelişlere bırakır. Bu duruma düşen bir insandaki en büyük kırılma, Yaratıcının varlığına olan inancında değil, Ahzap Sûresi 10. âyette bahsedildiği gibi, Yaratıcıya olan emniyet ve güven duygusunda yaşanacaktır. Çünkü bu durumdaki insan Yaratıcının varlığını bilmekte, ancak O’na güvenip sırtını yaslayacak kadar O’nu tanımamaktadır. Olayların arkaplanına uzanabilecek bir zihinsel donanımdan da, gelişmiş bir imanın tezahürü olabilecek kalbî bir derinlikten de mahrum bulunmaktadır. Bu yetersizliğe karşın, olaylar görünüşte İlâhî bir terkin, bir terk edilmişliğin izlerini yansıtmaktadır. Olaylar üzerinize üzerinize gelmekte, va’dedilen İlâhî yardım bir türlü gelmek bilmemektedir. Vaziyet bu duruma gelince, yine aynı âyette belirtildiği gibi çeşitli zanlar, dile dökülen veya dökülmeyen şikâyetler kendini göstermeye başlar. İmandan gelen huzur yerini tedirginliğe bırakmıştır artık, ümitsizlik boy göstermiş ve gayrete mecâl kalmamıştır, hem de gayrete ve çabaya en fazla ihtiyacın bulunduğu bir zeminde... Kemâle ermemiş bir iman, insanı, dimdik ayakta durması gereken bir ortamda, dermansız bırakarak çökertiyorsa, zâhiren erişkin olması onu mânen çocuk olmaktan çıkaramaz. Aksine, onu ciddî bir enfüsî sorgulama ve rüştünü ispat zeminine dâvet eder. Zira, çocuklar da benzer problemleri yaşarlar anne babalarına karşı. Anne evlâdını hep sever, şefkatten zuhur eden o sevgide bir azalma veya artmadan bahsetmek mümkün değildir. Oysa terbiyenin gereği olarak o sevgi kendini perdelediğinde, aklı olgunlaşmamış çocuk, terk edildiğini ve sevilmediğini düşünür. Hikmeti anlayamaz ve tedirginleşir, sevgiyi hissedemez ve şevkini, coşkusunu yitirir, ümitleri söner. Masumiyetini yitirmediği için şikâyetler de üretemez, büzüşür, çöker kalır. Oysa anne bebeğini hep sever, o sevgi yok olmamış, hikmetin ve terbiyenin gereği olarak perdelenmiştir. Aklı kemâle ermiş bir evlât bunu görür, kendini sorgular, hatalı ise, hatasını görür ve özre dönüştürür; bir hikmete binâen bu perdelenme gerçekleşmiş ise, hikmeti çözer, durumu anlayış ve teslimiyetle karşılar, sabırlı bir bekleyişe dönüştürür. Ya da okula göndermek gibi ise bu terkin şekli, bunun gereğini yerine getirir, azme ve çabaya dönüştürür. İşte, tekâmüle niyeti bulunan bir insan dahi, Rabbisinin rahmetinde bir perdelenme, bir gölgelenme ile karşılaştığında, eğer bu perdelenmenin sebebi kendi hataları ise, kendini sigaya çeker, bu sorgulama istiğfar ile sonuçlanır. Eğer, kendi iradesinin yanlış müdahaleleri ile değil de İlâhî takdirin devreye girmesi sonucu bu perdelenme gerçekleşmiş ise, sabırlı bekleyişler içerisinde kök salar ve kalbî bir derinleşmeye koyulur. Bilir ki, bu perdelenme daha derin bir mertebeye geçiştir, bu gölgelenme daha yüksek bir muhatabiyete hazırlık evresidir. Eğer hikmet araya girdi ve imtihan meydanı açıldı ise, bilinmelidir ki, bedeli ödenmemiş hiçbir sevgi ve dile dökülmüş ama sınanmamış hiçbir tasdik ifadesi sahih değildir. Şu kararsız ve fani dünyada dahi bir şeye sahip olmak için bir bedel ödemeyi kabul ederken, Cennet gibi bir mülkün fiyatı acaba nedir, ne etmelidir? Şu hayatta dahi, makam mevki sahiplerinin yakınlığını kazanmak için harcanan emeklere, ödenen bedellere bakılınca, Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın dostluğunu kazanmak için ödenen hangi bedel ağır kaçabilir, O’nun rızasına ulaşmak için yapılan hangi amel-i salih fuzûlî görülebilir? Hem bazen ödenen bedel içsel duruşu netleştirir ve gidişi kolaylaştırır. Hicret ile varını yoğunu terk eden muhacirlerde olduğu gibi. Bütün Arabistan’ın ve Acemistan’ın nefretlerini üzerlerine çekmek pahasına muhacirlere ve Resûlullah’a kucak açan Medineli Ensar’da olduğu gibi ve Bedir’de hayatlarını riske eden mü’minlerden, sonraki hayatlarında geriye dönen, sebatsızlık gösteren bulunmaması gibi. Gemilerini yakarak Endülüs’ün fethine müyesser olan Tarık bin Ziyad ve ordusunda olduğu gibi... “Andolsun ki, Resulullah, sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.”2 Hem Şeyh Sa’di Şirazi’nin dediği gibi: “...nereden biliyorsun, belki—seni sonsuzluğa kavuşturacak—Bengi Su da orada bulunmaktadır...”
Dipnotlar: 1- “Onlar hem yukarınızdan hem aşağı tarafınızdan (vâdinin üstünden ve alt yanından) üzerinize yürüdükleri zaman; gözleriniz yılmış, yürekler gırtlağa gelmiş ve siz Allah hakkında türlü türlü zanlarda bulunuyordunuz.” (Ahzab Sûresi: 10) 2- Ahzab Sûresi: 21 |
Fetih sevdası |
Bugün Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın. Bir delikanlının çağ kapatıp çağ açtığı, küfrün ordularını darmadağın ettiği ve İslâm’ın nişanını Dünya’nın merkezine çaktığı yaştasın. İdeâllerinin sonsuza ulaşacağı, sınır tanımayan enerjinin doruğa ulaştığı yaştasın. Şeytanının ve nefsinin sana en fazla yüklendiği yaştasın. Sen sana bahşedilen gençliğin en güzel iklimindesin şimdi. Ulaşmayı arzuladığın yerler seni bekler. Sen isteyince Allah (cc) var eder, Kendini sana yâr eder, düşmanlarına ve şeytanına dünyayı dar eder. Sen istedikçe o cevap verecektir, sen istedikçe O sana fetih kapılarını açacaktır. Şimdi fetih zamanıdır. Bütün samimiyetinle akıl, kalp ve ruh ordularını topla ve Allah rızası için yâr aşkı için saldır nefsine. İç âleminde bir fetih yolculuğuna çık, sonra kendini ve şeytanını mağlûp et. Kendini yenebilen bir insana dünyanın orduları bir araya toplansa güç yetiremez. Çünkü o insan nefsinin gemini kendi elinden alarak Rabbine teslim etmiştir, o insan artık sırtını Kâinatın Sultanı’na dayamıştır. Kâinata meydan okuyabilecek nitelikte bir imanı elde etmiştir. Bediüzzaman’ın dediği gibi “İman insanı insan eder, belki insanı sultan eder. Evet hakikî imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir” sırrına ermiştir. İşin püf noktasını şimdi anladın. Asıl mücadele, Peygamber’in esas gayesi yerler fethetmek değil insanların göğüslerindekini fethetmektir. Oraya Rahman tarafından yerleştirilen iman çekirdeğini fethetmek, açmaktır. Mekke’nin fethinden sonra sahabilerine “Küçük cihad bitti, şimdi büyük cihadın vaktidir” derken neyi kastetmişti acaba Nebî (asm)? Bu, Allah’ın aslanları gibi nefisleriyle çarpışacak gençlere, imanlarını her daim çalmaya çalışanlara ve onları günah bataklığına çekmeye çalışanlara karşı mücadeleye, büyük cihada bir çağrıydı. Önce kendilerini, sonra diğer insanların gönüllerindekini fethetmeye bir dâvet idi. Hakkı arayan, hakikate müştak insanı bul ve ona gerçeğin kapılarını aç. Sakın şehirleri fethedemem diye yapacağın hizmeti hakir görme. Bir insanı küfür zindanlarından kurtarmak demek, Allah (cc) indinde bin İstanbul’u fethetmek kadar değerlidir unutma. Çünkü sen o insana bir İstanbul’un değil sonsuz güzelliklerin kapılarını açıyorsun. Onun kâinat kadar değerli imanını kurtarmaya bir vesile oluyorsun. Şimdi fetih sevdası alevlensin içinde, bir başına bile kalsan bu sevdandan vazgeçme. Hiçbir şeyi fethedemezsen de bu sevdan ile var Rabbinin huzuruna. O senin niyetini zayi etmez. Niyeti halis olanın o hâli, bazen amelinden ziyade makbul olabilir. Rabbim bizleri kendine lâyık kul, Peygamberine lâyık ümmet, Üstadımıza yaraşır birer Nur Talebesi eylesin İnşaallah. Âmin. |
SEN ve ben |
Bir kopmuşluk var içimde. Bir ayrılmışlık olduğundan ve Her şey Sana kavuşmaya iter ve Her şey Senden uzaklaştırır da.
Ayrılık girdabına kapıldığımdan beri Sinekten güneşe kadar her şey beni Savurur bir uçtan bir uca
Özlem ve tatmin Sen’le olur farkındayım Bütün azalarım ve duygularımla Seni istemekteyim Sorarım her bir âyetten ve her bir delilden Rahatlık ve mutluluk içinde sıkıntıyı veren Sensin Tâ ki anlaşılsın Sensiz huzur hakikî değil Kalp sevgi ve şefkati talep eder, akıl akıbeti sorgular Vicdan aslî vazifeyi arar ve cevap bulurlar yalnız Sen’inle.
Günlük ve anlık tutkuların peşinde olanlar sarhoşlukla ve gafletle Sustururlar her ne varsa insanlık ve kulluk adına Olan ne varsa yapmacıktan ve çıkardan medeniyet namına Oysa mim’i düşmüş medeniyet olur deniyet. Bilirim kendimden, görürüm herbir işaretle söylediğin haktır. Söylettirdiklerin hakikattır. Ama ne var ki büyüklerin de Oyuncakları vardır. Sen’den yüz çevirirler ve unuturlar Seni. Sen de onlara akıbetlerini unutturursun ve gaflet uykusundadırlar. Gaflet gaflet, dalga üstünde dalga, ellerini bile uzatsalar göremezler Ellerinin nereye gittiğini. Hidayet nuru verdiklerin ise bugünden Yarını, yarından dünü görürler ve ölümü ebedî bir misafir gibi Karşılarlar, kabir kapısından ebedî âleme, mükemmel ve muhteşem İkametgâhlarına yerleşirler. Gönderdiğin her bir mektubu, Her bir varlığı okumayıp, onları değersiz başıboş görenler ve Elçilerini yalanlayanlar ve nefislerine, umumun hakkına zulmedenlere Sonsuz bir ceza ve adaletinle hükmedersin.
Herkesin imtihanı farklı, sorular aynı, bazen soruların yeri Bazen de cevapların yeri farklı, Neticede ise her zaman olduğu gibi ya mükâfat, ya mücazat….
|
Zaman |
Zaman su gibi... Su akıyor, zaman gibi Ömür geçiyor su misâli Günler akrep, Saatler yelkovan gibi Hatıralar yaşanıyor Nehirde sürüklenir gibi Kimi zaman coşkulu Hatta hırçın! Bazen de sessiz ve sakin. Aslında hızlanıyor gibi Ama hep aynı hızda. Yetişemiyorum hızına zaman İzleyemiyorum yelkovanı, akrebi! Yağmur yağana, Dere taşana dek Bir kıyıda Yalnız başıma Bekliyorum zamanı Beni de sürüklesin diye Yağmur yağar, Sular yükselir, Zaman, beni de götürür elbet Ama, o zaman her şey çok farklı…
MELİH GÜNGÖR
|
29.05.2009 |
Önceki Elif Eki (22.05.2009) - GENÇ KALEMLERE ÇAĞRI (15.05.2009) - Mevlânâ ve Bediüzzaman’ın ortak mesajı: İTTİHAD-I İSLÂM (08.05.2009) - İkinci haftaya girerken |