Elif Eki |
İSMAİL TEZER |
Elif bir harman |
Elif, eskiyle yeniyi buluşturan bir harman oldu. Mazi ile müstakbeli, nesl-i kadim ile nesl-i cedidi buluşturdu. Tecrübe ile heyecan bir arada şimdi. Tecrübe heyecanı, heyecan tecrübeyi besledi, tetikledi. Bu iki kanadın imtizacıyla güzel hakikatler doğdu ve doğacak İnşallah. *** Bu hafta da, Elif’imizin ‘önceki hayatı’nda büyük emekleri ve katkıları olan değerli kalem Ahmed Özdemir’den hoş bir ‘hoşamedi’ geldi ilâvemize. Elif’in kadim İslâm kültüründeki yerini de nazarlara veren bu lâtif yazıyı zevkle okuyacağınızı ümit ediyoruz. Önceden de belirttiğimiz gibi daha ziyade ‘gençlik sorunları ve çareleri’ üzerinde duracak olan Halit Ertuğrul’sa, bu hafta günümüz gençliğinin mühim bir sorunu ‘flört’ meselesini, bazı uzman görüşlerine de yer vererek, farklı boyutlarıyla masaya yatırıyor. İstifadeyle okuyacağınızı umut ediyoruz. *** Bu arada Elif, kabına sığmaz hâle geldi. Bilhassa ‘genç kalemler’—şükür ki—bizi yazı bombardımanına tuttular. Aslında onlara daha fazla yer vermemiz gerektiğinin farkındayız. Bu meyanda Bulmaca sayfamızın eskisi gibi Pazar günü yayınlanarak, yeni kalemlere yer açılması teklifini getirenler de oluyor. Bu konudaki görüşlerinizi almak isteriz doğrusu. Neticede Elif, sizden gelen düşünceler doğrultusunda şekilleniyor. *** Ve yazarımız Halit Ertuğrul’un geçen haftaki ilk yazısı üzerine, “Adana genç Yeni Asya okuyucuları” adına Yahya Yıldız’ın, Ertuğrul’a hitaben yazdığı ve tarafımıza da ilettiği mesajı: “Yeni Asya’nın Elif ekinde—birbirinden oldukça değerli bulunan kitaplarınızın yanı sıra—o ihlâs dolu yazılarınızı görmemizle şevkimize daha fazla şevk kattınız. Himmet ve gayretlerimize İnşaallah teşvik edici bir lokomotife vesile olacak. Bu fakir başta olmak üzere camiamızın yeni genç nesilleri, kitaplarınızın ekserisine yakınını okuduğumuzda, o altı bin sayfalık Risâle-i Nur Külliyatının değer ve kıymetini çok daha iyi anlıyor, sadece bakarak okumayı değil ülfeti kaldırıp anlayarak ve tahkik ederek okumaya yöneliyoruz. Bu mânâdaki hizmetlerinizde Rabbim daha da muvaffak kılsın (âmin) ve daha sık yazılarınızla (günlük köşe yazarlığı gibi) sizleri görmek ümit ve duâsıyla Allah’a emanet olunuz. Selâm ve hürmetlerimle.” *** İstifadeli bir okuma geçirmeniz temennisiyle, ‘günlerin sultanı’ Cumanız mübarek olsun efendim.
|
Flört hiç de masum değil |
Yıllardan beri okuyucularımdan çok sayıda mektup ve e-mail alıyorum. Bunların içinde gençlerin oranı oldukça yüksek bir seviyededir. Benimle paylaştıkları hatıraları, problemleri ve ilginç hayat öyküleri, kitaplarımın ve çalışmalarımın konusunu oluşturmaktadır. Sizlerle paylaştığım bu yazılarda da yine gençlerin problemleri ve onlara verilen cevaplar vardır. Yazılarımızı takip edenler, hayatın gerçekleriyle yüzleşecek ve yaşadıkları problemlere çözümler bulacaklardır. Faydalı olması dileğiyle… *** F. Y. rumuzlu bir okuyucum soruyor: “Ben 23 yaşında, bir yıllık resim öğretmeniyim. Kitaplarınızı, teyzemin kızı kanalıyla tanıdım. Genelde güncel olaylara ağırlık vermişsiniz. Doğrusu çok yararlandım. Ben aslında dindar filan değilim. Bir zamane genciyim. İnancım da var tabi... Ama bazı şeyleri tam anlamış değilim. Bu mektubu yazma gerekçem de bunun için... “Kadın-erkek ilişkilerinde çok tutucu değilim. Bir kız, evleneceği erkeği iyi tanımak için onunla birlikte olmalıdır. Bence belli bir dönemi flört için ayırmalı, bu süre içinde de onu iyi gözlemelidir. Yoksa birbirini nasıl tanıyacaklar? Bunun için flört de niçin yanlış olsun. Bence bu konuda toplum, fazla tutucu. Her çıkana, her flört edene kötü gözle bakıyorlar. Ben bu görüşlere karşıyım. Bu konuya açıklık getirirseniz memnun olurum.” *** “Flört” ve “çıkma” konusu, bazen çok iyi niyetle, bazen de art niyetle toplum gündemine getiriliyor. Ve maalesef, bu konuda konunun uzmanı olan ve olmayan herkes bir şeyler söylüyor. Böylelikle de insanların kafaları karışmaya devam ediyor. Gerçekten flört konusunu çok masumâne ele alıp, savunanlar da var; sırf mânevî ve moral değerlere olan düşmanlıklarından dolayı sık sık gündeme taşıyanlar da. Biz herhangi bir önyargıya girmeden, flört konusunu bilimin, aklın, toplumun ve moral değerlerin ışığında kısaca ele alıp, değerlendirelim. Neler getiriyor? Neler götürüyor? Faydası ne? Sakıncaları nasıl? Önce flörtü savunanların görüşlerine yer verelim: “Flörtü savunanlara göre, kız-erkek arkadaşlığı kaçınılmaz ve yaşamsal bir gerçektir. Erkek erkeğe, kız kıza nasıl arkadaşlık yapılıyorsa, erkekle kız da öylesine dost ve arkadaş olabilir. Bu çağdaş dünyanın ve medenî olmanın bir gereğidir. Ayrıca, bu şekilde kız ve erkek birbirlerini çok iyi tanırlar, evlilik hayatları huzurlu ve uzun ömürlü olur.” Flörte karşı çıkanların iddiası da şöyledir: “Nişanlılık ve evlilik gibi herhangi hukukî bir bağı olmayan genç erkek ve kızların birliktelikleri, hayatın bir bölümünü birlikte yaşamaları hem moral değerler, hem de evlilik hayatları açısından tehlikeli ve zararlıdır.” Eğer birbirlerine ilgi duyan gençler, evliliğe hazırlık için birbirlerini tanımak amacıyla biraraya gelmek istiyorlarsa bu çok tabiîdir. Üçüncü bir kişi veya kalabalıkta birlikte olur, meşrû bir şekilde konuşup, birbirlerini tanırlar. Bunun için başbaşa kalıp, haftalarca, aylarca bir hayat sürmelerine lüzum yoktur. Birbirlerini tanıma işini ahlâkî kurallar çerçevesinde de yaparlar. Günlerce, haftalarca, aylarca ve hatta yıllarca baş başa bir hayat sürüp, tamamen ahlâkî kurallar dışında oluşan bir birlikteliğin ise, ne aklî, ne mantıkî, ne dinî ve ne de bilimsel bir gerekçesi vardır. Ünlü sosyolog Prof. Dr. Şerif Mardin’in bu konudaki görüşleri dikkat çekicidir: “Flörtü, çıkmayı önce tesbit edelim. Bunlardan ne anlıyorum. Eğer gerçekten flört ve çıkma çok masumâne birbirinizi tanımak için ise bunun meşrû yolu vardır. Bir üçüncü kişinin de yanınızda bulunması şartıyla defalarca görüşüp, birbirinizi tanıma şansınız vardır. Zaten böyle bir tanışma şekline kimsenin diyeceği olmaz. Hatta olmamalı da... “Flört ve çıkma, birbirlerinizi tanıma adı altında gençlik hislerinin ve zevklerinin tatminine yönelikse, buna kimse taraftar olamaz. Zaten herkesin de, bizim de karşı çıktığımız nokta burasıdır. “Gerek psikologlar ve gerekse de sosyologlar yaptıkları bir dizi çalışmalarla genç bir kızla, genç bir erkeğin başbaşa bir hayat yaşamaları esnasında, mutlaka bazı kuralların çiğneneceği, istenmeyen bazı olaylara sebebiyet verileceğini ortaya koymuşlardır.” (Toplum-Bilim Dergisi; 21.6.2001) Yavuz Boluduğlu Beyin bu konudaki görüşleri de şöyledir: Araştırmalar, görücü usûlü evliliklerin daha iyi yürüdüğünü, bu evlilik türlerinde boşanmaların az olduğunu, yani görücü usûlü ile gerçekleşmiş evliliklerin daha kalıcı olduğunu gösteriyor. Bunu da yadırgamamak lâzım. Zira işin içinde aile büyüklerinin tecrübeleri var. Her şeye mantık hükmediyor. Oysa gençlerin seçimine duygu hâkim. Duygu eksenli evlilikler bir yönüyle elbette çok güzel, ancak her şey duygu dünyasından ibaret değil, evliliklerde mantığın rolü de olmalı. Bence en iyi evlilikler duygu ve mantığın buluştuğu yerde gerçekleşir. Bu da aile büyüklerinin seçimiyle gençlerin seçiminin kesişme noktasıdır. Yani hem gençler birbirlerine sevdalanacaklar, hem de ailelerin onayını alacaklar. Yani gençler ve aileler birbirine ‘denk’ olacak. Denklik gerçekten de önemli. Aralarında uçurumlar olan ailelerin çocukları, mutluluğu çok kolay yakalayamıyor. Günlük gazetelere ve haberlere bakıldığında, flörtün ve çıkma modasının birçok masum kızların hayatına mal olduğunu okuruz. Bir çok ünlünün özel hayatına bakıldığında ise, evliliklerin uzun ömürlü olmadığını, olsa bile mutluluğu yakalayamadıklarını görürüz. Bu flört ve çıkma rüzgârının etkisiyle, nişanlılık ve evliliğin çok hafife alındığına, geçici bir zevk olarak görüldüğüne de şahit oluruz. Annelerimizin, ninelerimizin ve dedelerimizin evlilik serüvenlerini dinlediğimizde, hâlâ 18 yaşındaki delikanlı gibi birbirlerini sevip, kolladıklarını; 60-70 yıllık evlilik hayatlarında en ufak bir çatlamanın olmadığını görürüz. Bu insanlar flört ederek evlenmediler. Bunlar evliliğe dünya ve ahiret hayatı açısından bakıp itina gösterdiler. Mukaddes bir birliktelik olarak baktılar. Sonucu da uzun ömürlü oldu. Hayatlarını flörtten, uzun bir birliktelikten sonra birleştiren bazı insanların çok sürmeden ayrılışları, flörtün evlilik hayatına ve aile mutluluğuna bir katkıda bulunmadığını gösterir. Konuyu toparlarsak; erkekle kızın nişanlılık öncesi meşrû bir şekilde birbirlerini tanımaları çok normaldir. Bunun için istenmeyen yollarda, flört etmeye gerek yoktur. Yazımızı, flört konusunda, adını vermeyen bir kızımızın mektubundaki bir pasajla bitirelim: “Çok ama çok hata ettim. Flörtü savunan, flört etmeyenlere kızan ben, şu anda flörtün darbesini yedim. Çok ama, çok şey kaybettim. İşin teorisini yazanlar, her şeyi toz pembe gösteriyorlar. Biz de zaten buna aldandık. ‘Ne olacak erkekler adam yemez ya... Gezin, tozun birbirinizi tanıyın. Emin olunca da evlenirsiniz. Olmazsanız ayrılırsınız.’ Görünüşte ne kadar mantıklı değil mi? Hayır hiç de öyle değil... Flört eden erkeklerin yüzde doksanı bizi bir av sanıyorlar. İstediklerini alana kadar dünyanın en iyi insanı rolünü oynuyorlar. Ya ondan sonra... Gerçek yüzleri ortaya çıkıyor. Peki kaybeden kim oluyor? Kızlar tabi... Ondan sonra bırakıp, bir masum kızı daha yakıyorlar.” Evet bu tesbite, bu acı sona, bu yıkılış öyküsüne daha ne ilâve edelim?
|
Kralı ısıran maymun şehit düştü |
En zor ve sıkıntılı bir zamanda (1920) Anadolu topraklarını istilâ etmeye hazırlanan Yunanistan'ın başındaki Kral Aleksander, evinde beslediği maymun tarafından ısırıldı ve kan zehirlenmesi teşhisiyle 25 Ekim günü komaya girerek öldü. Bu arada, ölümüne sebebiyet veren Moritz isimli maymun da vurularak öldürüldü. Bütün bu hadiselerin yer aldığı bir gazete haberini okuyan Bediüzzaman Said Nursî, eline kalemi alır ve gazete kâğıdının boş bir köşesine "Mücahid bir hayvan mersiyesi" başlığıyla şu mısraları yazar:
Ey maymun–i meymûn! Mü'minleri memnun, kâfirleri mahzun, Yunan’ı da mecnun eyledin. Öyle bir tokat vurdun ki, Siyaset çarkını bozdun. Lloyd George’u kudurttun, Venizelos’u geberttin. (*) Mizan-ı siyasette pek ağır oturdun. Ki, küfrün ordularını, zulmün leşkerlerini, Bir hamlede havaya fırlattın. Başlarındaki maskeleri düşürüp, Maskara ederek, bütün dünyaya güldürdün. Cennetle mübeşşer (müjdeli) olan hayvanların isrine (safına) gittin. Cennette saîdsin; çünkü gazi, hem şehidsin.
(Eski Said Dönemi Eserleri, Rumuz, Yeni Asya Neşriyat, s. 516) ....................................................................... (*) Burada, Venizelos'un şahsı değil de, has adamı Kral Aleksander'in ölmesiyle, onun, yani Venizelos'un "Büyük Yunanistan"ı hedef alan "Megali İdea" plânı suya düştü, öldü, geberdi mânâsı kast edilmiş olabilir. Allahu a'lem... Zira, maymunun ısırdığı Yunan Kralı o tarihte (1920) ölürken, Başbakan Venizelos ise, o tarihten 16 sene sonra, yani 1936'da, üstelik Sevr'in imzalandığı Fransa'da öldü.
Bahtiyar maymun, Anadolu'yu istilâ plânını suya düşürdü
Y unanistan, Birinci Dünya Savaşında, uzun bir süre tarafsız kalmayı tercih etti. Bunun en önemli sebebi, Osmanlı'nın müttefiki olan Almanya ile karşı karşıya gelmekten kaçınmasıydı. Zira, Yunan Kralı Konstantinos ile Alman İmparatoru Wilhelm arasında yakın dostluk ve akrabalık münasebeti vardı. Kral, imparatorun eniştesiydi. Öte yandan, seçimle işbaşına gelen Başbakan Venizelos, bütün kuvvetiyle savaş çığırtkanlığı yapıyor, Osmanlı'yı bitirmeyi hedef alan savaşa bir an evvel katılmak istiyordu. Hatta, bu maksada matuf olarak inisiyatif kullandı ve Çanakkale Harbi esnasında bölgeye kuvvet gönderdi. (1915) Onun bu tavrına sinirlenen Kral Konstantinos, Venizelos'u istifaya zorladı. Ancak, bir yıl sonra yapılan seçimlerde Venizelos tekrar zafer kazandı ve yeniden iktidara geldi. Savaş tutkusu sebebiyle ikinci kez görevden alındı. O da gidip Selanik'te bir muhalif hükümet kurdu ve İtilâf devletleriyle de işbirliği içine girdi. Nihayet, iç ve dış dünyadaki savaş yanlılarının da Venizelos'a destek vermeleri sayesinde, Kral Konstantinos daha fazla dayanamadı ve 1917'de oğlu Aleksandros lehine tahttan feragat ederek, ailesiyle birlikte gidip Almanya'ya sığındı. Venizelos, bu tarihten sonra dizginleri tamamen eline aldı ve ülkesini savaşa sürükleme manevralarına başladı. Ona göre, Büyük Yunanistan hayalini gerçekleştirmenin tam zamanıydı. Hiç çekinmeden, İtilâf devletleri liderleriyle aynı kare içinde yer almaya başladı. Ne var ki, Venizelos, aktif şekilde savaşa girmeye tam fırsat bulamadan, dört yıldır süren bu büyük savaşı artık sona erdirmenin yolları aranmaya başlandı. 30 Ekim 1918'de imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşmasıyla birlikte, Birinci Dünya Savaşı da fiilen sona ermiş oldu. Savaş bitti, ancak gizli hesaplar devam ediyordu. Üstelik, Mondros Mütarekesinin maddeleri de Osmanlı'nın aleyhineydi. Venizelos da bu fırsatı kaçırmadı ve sözde güvenliği sağlayacak olan İtilâf devletleriyle birlikte hareket etti. İleride İstanbul'u işgal edecek olan ortak donanmaya Yunan kuvvetlerini de iştirak ettirmeyi başardı. Artık İtilaf devletleriyle ve özellikle de İngiltere ile birlikte hareket eden Yunanistan, hemen her platformda görünmeye, yapılan hemen her antlaşmada söz ve tercih hakkını kullanmaya başladı. İşte, 10 Ağustos 1920'deki Sevr Antlaşması da bunlardan biri ve belki de en önemlisiydi. Venizelos, Kral Aleksandros'un (Alexandre) da tam desteğini alarak 15 Mayıs 1919'da İzmir'i işgal etmiş ve bu işgal hareketini Anadolu'nun Ege sâhilindeki başka merkezlere de yaymaya başlamıştı. Sevr Antlaşmasından sonra ise, Batı Anadolu'nun tamamını içine alan çok geniş bir cephe harekâtına girişti ve İngiltere Başbakanı David Lloyd George`un da yardımıyla Türkiye'nin birçok yerleşim merkezini işgal etti. İşgal ve istilâ hareketi bütün hızıyla devam ederken, sıra nihaî darbeyi vurmaya gelmişti. Yunan Başbakanı Venizelos ile İngiltere Başbakanı Lloyd George, aralarında gizlice bir anlaşma yaptılar. Buna göre, İngiltere 50 kişilik bir Yunan ordusunu en modern ve en tesirli silâhlarla donatarak, Anadolu'nun tümüyle işgal edilmesini sağlayacaktı. İşte, tam da bu sinsî plânın uygulanmaya başlanacağı esnada, hiç umulmadık ve hiç hesapta olmayan bir hadise cereyan etti. Şöyle ki: Venizelos ile Lloyd George'un can dostu olan Kral Aleksandros, kendi evinde beslemiş olduğu Moritz isimli maymunu tarafından ısırıldı. Kral, kan zehirlenmesi sonucu öldü. Tabiî, "bahtiyar maymun" Moritz de öldürüldü. Kral'ın ölmesiyle birlikte, Venizelos da desteksiz kaldı ve kısa bir süre sonra iktidardan uzaklaştırıldı. Çok uğraşmasına rağmen, sekiz yıl müddetle bir daha iktidar yüzü göremedi. Yunan Kralı Aleksandros'un ani ölümü, Venizelos ile birlikte Lloyd George'u da sarstı ve onları tam mânâsıyla sukût-u hayale uğrattı. Zira, bu hadise tam da Yunanistan`ın İngiltere`den büyük bir askerî kuvvet temin ederek Anadolu'da genel bir taarruz harekâtını başlatmak üzereyken cereyan etti. Ne var ki, Yunan işgalinin en büyük destekçisi rolündeki İngiltere Başbakanı Lloyd George'un kendisi bile, çok kahırlandığı bu şok gelişmeyi "Tarihin akışını değiştiren bir hadise" olarak değerlendirecekti. Evet, hakikaten bu hadiseden sonra tarihin seyri büyük çapta değişti. Yunanistan'daki siyasî dengeler alt üst olurken, Anadolu'yu istilâ planları da suya düştü. Bütün bu gelişmelere, zahirî olarak bir maymun sebebiyet verdi. İşin bir de mânevî boyutu vardır ki, bunu da işgale karşı bütün kuvvetiyle mücadele eden Bediüzzaman Said Nursî'nin gece boyu sabahlara kadar devam eden duâlarından anlamak mümkün. O günlerde, Üstad Bediüzzaman'ın yanında bulunan Molla Süleyman ismindeki talebesi ve hizmetkârı şunları anlatıyor: "Yunan Başbakanı Venizelos, İngiliz Başbakanı Lloyd George`dan 50 bin kişilik silâh alıyor. Bu silâhlarla Anadolu`ya taarruz edecekleri sırada, bir Cuma gecesi Bediüzzaman, namazdan sonra duâya başladı. O gece sabaha kadar uyumadı. Devamlı duâ etti: `Ya Rabb! Senin askerin daha çoktur. Bu mel`unlara fırsat verme!` "Sabahleyin, ben Divanyolu`ndan gazetesini ve çorbasını almaya çıktım. Gazeteler Yunan Kralı I. Aleksandros`u maymun ısırdığını, maymunun ise öldürüldüğünü yazıyordu. Gazeteyi görünce, Bediüzzaman çok sevindi ve gülerek, `Bir kalem getir de Süleyman, bu hayvanın arkasından bir mersiye yazalım` dedi." (N. Şahiner, B.T.Bediüzzaman Said Nursî, s. 235.) O an, hemen gazetenin kenarına yazılan bu manidar mersiye, bilâhare Rumuz isimli broşüre de dercedilerek neşredildi. |
Okumayı yazmak |
Yazmak, yorumlamak, yargılamak beraberinde tedirginliği de getiriyor; ya kaderini yazıyorsun veya yazdığın kaderin oluyor… Uzaktan hükümler vermek, “Öyle yapılır mı?” şeklinde yargıçlık taslamak kolay da, yazdığını yaşamak, yaşadığını yazmak kolay değil… Yanılgılarla yuvarlanıyor, yanlışlarla yürüyoruz; yol hep doğru değil, eğriliyor, devriliyor sonra yine doğrulup ilerliyoruz; fazilet burada zaten, yanlışı görmek ve telâfi etmek… Yazının tesiri yazanın yüreğinde pişmesinde, azalarında yaşıyor olmasında; dilinde, elinde, evinde… Kalpsiz kuru kelimeler, bir okunmalık savrulmalarla yok olup gider, ne yer eder, ne de tohum olur… Yaşıyor olunan kelimeler okundukça yüreklerde kök salar, filizlenir, meyve verir, ne zaman eskitir onu, ne mekân… Kaç kış geçse de ter ü tazedir; diri ve canlı, kökü derinliklere giderken meyvesi göğe yükselir… Geriye baktıkça kendini yargılamak, yazdığını kendin yorumlamak; kelimeler kalplerde köklenen tohum mu olmuş, yoksa rüzgârda savrulan toz bulutu mu? Yazar ne yazar? Her yazar biraz kendini yazar; onda olan dökülür dışarıya, dökülenin sahiciliğini okuyan karar verir, fikrî isabetliği kadar samimiyeti de ölçer satır aralarında, sayfa bütünlüğünde… İçtenlikle yazılan yazıdan bir tat, bir lezzet alır okur; içten gelen bir tebessüm duyar harflerin sıralanışından, kelimelerin raksından… Mânâ mânâ akar, satırlar sadırlara… Yaşanmamışlıkla yazılmış cilâlı cümleler biraz zaman sonra boyası dökülmüş makyaj gibi sırıtır; hissiz dökülür, harfler kelimeler satırlar sayfalar… Büyük lokma yemekten daha sıkıntı vericidir büyük kelâmlar etmek, köşesinde köşeli kelâmlar döktürmek, okuyanlar adedince hazımsızlık verir zira… Bazen susmak, yazmamak; dinlemek ve okumak en iyisi olsa gerek, gereksizce harfleri meşgul etmek zihinleri ziyan etmektense… Ayın on dördü ne kadar parlak ve göz alıcı ise, yavaş yavaş göz önünden çekilmek ve sessizce kaybolmak, karanlığa karışmak, çok mu yanlıştır, hayır… Yeniden, yenilenerek dirilmek, farkındalıkla fark edilmek için gerekli; yörüngeni kaybetmiyor ışığın kaynağını yitirmiyorsan… Tedirginlik duyuyor, endişe ediyorsan yazdıklarından—yanlış, hata, samimiyetsizlik–yürümelisin yazı yolunda; kitabı, kâinatı, hadiseleri, insanı okuyarak… Sessizce beklemelisin bazen; içinin dinmeyen sesini, hadiselerin hikmetini, karıncanın raksını, arının velvelesini, bülbülün şarkısını, bulutun şevkini, rüzgârın sesini, yıldızın yaldızlı tebessümünü, ayın duru bakışını, yazılanı okuyarak, yazan adına… Okumasını bilmeyen ne yazar ki? Kelimelerle oynar, cümleleri cilâlar… Okunası yazar, kâinat sayfalarında okuduklarını yazandır, hayat hakikatini içinde içselleştiren, hayat karelerini onunla dolduran, kalemi aklıyla kalbinden çıkaran ve yine yerine aklıyla koyandır… Ne diyeyim, iyi okumalar.
|
Elif, bir kültür hazinesi |
“Elif” kültür hayatımızda büyük ve önemli bir yer tutar. Eski tarihimizde okula başlayacak çocuğa okulu, okumayı ve hocayı sevdirmek için bazı metotlar uygulanırdı. Bu güzel Anadolu geleneğine göre çocuğa savatlı bir divit alınır, sırmalı bir cüzdanlık boynuna takılarak hocaya getirilirdi. Küçük yavrunun ilk dersi elif idi. Elif ve ba harflerinin bir arada söylenmesiyle elifba ortaya çıktı. Bu kelime zamanla değişikliğe uğrayarak alfabeye dönüştü. Eski alfabemizin başında şunlar yazılıydı: “Tıfl-i dil kaddin görüp eliften başladı: Rabbi yessir ve lâ tuassir Rabbi temmim bilhayr” Eliften başlayan çocuğa duâ da eksik edilmezdi: “Rabbim kolaylaştır, zorlaştırma; Rabbim hayırlı bir şekilde tamamla.” Elif, İslâm yazısının ilk harfidir. Kâinatın sahibi Allah, İsm-i Celâlinin de ilk harfi eliftir. Asırlardır Allahu Ekber nidalarının semalarda yankılandığı minarelerimiz de birer eliftir. Alfabe içinde elif incecik bir harftir, zaif ve nahiftir. Ama onun içinde 1400 yıllık kültür ve medeniyetimiz saklıdır. Aslında elif sırlı bir harftir. O sırra vakıf olmak için nice insanlar tarafından pek çok gayret ve çabalar gösterilmiştir. Elif şairlerimizin dilinde çok anlamlı bir kelime olmuştur. Karacaoğlan der ki: “İncecikten bir kar yağar, Tozar Elif Elif diye. Deli gönül abdal olmuş, Gezer Elif Elif diye.” Yunus Emre, elifin bir başka yönüne dikkat çeker: “Elif okuduk ötürü, Pazar eyledik götürü. Yaratılmışı severiz, Yaratandan ötürü.” Bediüzzaman, tırnak gibi bir çekirdekte dağ kadar bir ağacın fihristesini yerleştiren Ezelî Kudret’ten bahseder. Bazen bir harfte bir kitabın mânâsı okunur. Yasin kelimesinde Yasin Sûresi yazıldığı gibi. 1928 yılında İslâm yazısı kaldırılmış, yerine Lâtin yazısı konmuştur. Elifin sırlı tecellisi Lâtin harfleri zamanında da kendini göstermiştir. Meselâ, Said Nursî’nin konusu ruhlar, melekler ve ahiret olan 29. Söz’de kâtipler yazılan ilk nüshadan çoğaltırken hiç haberleri olmadan 501 satırın ilk harflerini Elif’le başlatmıştı. Bu 501 Elif, Said Nursî’nin isminin ebced hesabıyla aynısı idi. Elif uzun ve ince bir harftir. Ülfetten gelen bu kelime, bütün harflerle ülfet edebilmek-tedir. “Elif” kültür hayatımızda olduğu kadar sosyal hayatımızda da büyük yer tutar. İnceliğin, narinliğin ve kibarlığın adı olsun diye kızlarımıza “Elif” adını verdik. Bu yetmedi Eliflere Nur ekleyerek nurlandırdık. 22-23 yıl önceki Yeni Asya okuyucuları bizim “Elif”i iyi tanırlar. Elifte yukarıdaki mânâları görmüş ve kültür ilâvemize o adı vermiştik. Sanki bir kültür hazinesi olmuştu Elif. Elif kısa zamanda okul oldu, ekol oldu. Her hafta evimizin baş misafiriydi. Elifleri kimseye emanet edemedim, hep biriktirdim. Kitap raflarında yerini aldı. O gün bugündür, hep bizimle beraber oldu Elifler. Elif, genç kalemlerin harman olduğu bir er meydanıydı adeta. Ehl-i kalem dediğimiz pek çok kimse yetişti, bu meydanda. Fidanken zamanla birer ağaç oldular, meyve verdiler. Bazıları bizim bahçede kaldılar, bazıları başka bahçelere taşındılar. Sonra Elif’e ne olduysa birden aramızdan ayrılıverdi. Elif’i çok sevmiştik doğrusu. Yerine kim geldiyse bir türlü Elif’in yerini doldurmadı, dolduramadı. Onun sıcaklığını bir türlü duyamadık. Hasret ateşiyle yandık, tutuştuk yıllarca. Yıllar böylece gelip geçti. Uzun bir ayrılıktan sonra Elif tekrar aramıza döndü; yeni bir yüzle, yeni bir görüntüyle. Ömrü daim, hizmeti kaim olsun. Yeni Elif’in yayın hayatında yedi hafta geride kaldı. O kemâlini bulmaya başladı. Elif yeniden aramıza hoş geldin.
|
Kalbin sokaklarında |
Zaman tek tek dokuyor en ince yaşantıları, en derinlerine yüreğinin. Rüzgâr dokundukça tenine, yüreğinin belki farkına varamadığın duygularını hissettiriyor bir ipeğe dokunurcasına. Yağmur derinleştiriyor anlamını dahi vermediğin duygularını. Ve geçiyor günler zamanın nârin dokuyuşlarında. Rüzgâr her defasında daha sert esiyor. Yağmur her yağışında daha çok ıslatıyor yüreğini. Ve yüreğin ıslanıyor; zamanın, rüzgârın, yağmurun gergefinde. Sokaklarda yalnız başına yürürken ıslandıkça artan bir arayışın ellerinde ruhun, bedenin, yüreğin sıkılıyor. Yüreğin sıkıldıkça yakınlaşıyorsun anlamını veremediğin arayışının anlamına. Yollar uzaklaşıyor yolculuğa başladığın yerden. Ve yollar uzaklaştıkça başlangıç noktasından hıçkırıkların ulaşıyor bitiş noktasına. Yalnızlığının koynunda feryat ediyorsun sokağın sessizliğine. Yaşamanın sırrını anlamaya çalışıyorsun feryadın sessizlikte çoğalırken. Acizliğinin farkına varınca yalnızlığının kabullenmediğin sebebini anlıyorsun. Sokağın sessizliğinde dudakların kıpırdıyor: “Benim sebebi yalnızlıklarımın; ruhumun arayışlarına kulak kapayışım, varlığımın mânâsını unutuşum, göz yumuşum gerçeklere, sevenlerime vefasızlığım. Suçlusu benim yalnızlığımın…” Kalbinin sokaklarında derinlere ilerledikçe varıyorsun yalnız olmayışının gerçeğine. Kaçtığın arayışlarının sebebini buluyorsun o sokaklarda ve sevenlerinin sıcaklığında varlığının mânâsına ulaşıyorsun. Varlığının sevme mânâsına varınca Yaratıcının her şeyi kuşatan sevgi nakışlarını görüyorsun. Ve bulunca bu mânâyı, asiliklerin mahcup bir itaate dönüyor. Ve seviyorsun Yaratıcıyı sevgisini dileyerek. Ve varlığın mânâsına uygun olarak yaratılanı seviyorsun Yaratıcıdan dolayı. Zaman bu yürüyüşleri de ince ince dokuyor. Kalbinin sokaklarında her farkına varış birer sırra dönüyor. Rüzgâr ipeğe dokunurcasına estikçe hissettiriyor o sırların güzelliğini. Ve yağmurların damlaları narin narin değdikçe o sırlara derinleşiyor silinmemek üzere…
|
Ayrılırken... |
Ayrılık yanağına bir buse kondurdu dün gece. Teslimiyetin ve tevekkülün serinliği ısıttı ruhu insan nev’îndeki kabiliyetince. Serinlik yangını hafifletse de ayrılık çengelini taktı gaflet tüten hayatın de- mine. Çengelin parmaklıkları arasından ayrılık göz kırptı. Hep burada mı kalacaksın sandın? Suskunluğun çehresi çığlığın dikenlerini karşılamakta kapı eşiğinde. Yanık dâvetiyeler gidenlere ve kalanlara noktaları hatırlatmakta. Korkma! Karamsarlık bavulunu kuyulara bıraktı. Kuyular pek derin. Ümit her zamanki gibi gökkuşağı renginde. Kareli, rengârenk, adının sağ üst köşede yazıldığı bir sayfa. Gece zifirî karanlık, soğuk ve kış. Yaklaşan adımlar sıcak. Başındaki örtüsü pembe. Boş hayalleri simgelese de olgunluğun nâmı baş köşede. Kırmızı ve beyazın kol kola kareleri oluşturduğu, ama deseni gaybda gizli bir gömlek. Sendeki kısa kollu, bendeki uzun. Ayrı sayfa, ayrı gömlek; ama aynı desen, aynı renk. Suskunluğu yutmak damla damla. Bir yandan da ayrılığı kucaklamak noktadan sonrakileri görmek için. Yıllar, işte böyleler. Gelirler ve giderler. Gelmesi muhakkak olan şey uzak da olsa hep yakındır ya, aslında her şey zamanını bekleyip durur. Çayı seversin, bilirim. Buyur veda çayına. Elveda bebeklik, elveda ilkokul, elveda lise, elveda anne ve şimdi de elveda üniversite. Her şeyden öte sonsuzluğa uzanan başlangıç için elveda hayat! Merhaba noktadan sonraki gayb. Her şeyden ayrılırken, her şeye merhaba!
|
Ay ışığı raks ederdi |
Ay ışığı raks ederdi Denizin yansıyan yüzünde Bir ruh bakmak istedi Lâkin perde vardı gözünde
Ruhlar aç dolaşıyor Hayatlar olmuş efsane İnsana ne de yakışıyor Esir olmazsa maddeye
Üzerimde dolaşan nedir Acayip pervane misâli Neler çıkar altından neler Yeter ki zorla idrakini
|
Hayat dediğin gâile |
Bir havuz problemi değil ki, Hayat dediğin gaile! Formulünü uyguladığında, Çözebilesin hemencecik!
Yüz metre koşusu değil ki, Hayat dediğin gaile! İyi bir çıkış yaptığında, En önde geçebilesin bitiş çizgisini!..
Dikenler kanatsa da ellerini, Gülü koklayabilmektir hayat! Firavunların arasında, Musa olabilmektir hayat!..
Soluk aldığın her an için, Çok şükür diyebilmektir hayat! Cılız bir dere iken yol alıp, Engin bir deniz olabilmektir hayat!
İbrahim Ormancı |
Yoksa yanarsın! |
Rüzgârda el sallayan ağacın, “Bana bak ve beni gör” diyen haykırışlarını dinlesen, bak sana neler anlatacak: Şimdi kış, belki şimdi kollarım kurudu, ellerim döküldü, toprak oldu, ama baharda canlanacağım. Kollarım daha da güçlenecek, ellerim şenlenecek. Sana o zaman yüzbinlerle mendil sallayacağım ve şimdi kış olduğu için bedenimle bir ölü gibiyim fakat baharda meyvelerimle binler dirileceğim. Evet madem ben bir ağaçken böyle oluyor, sen eşref-i mahlûkat olan insan isen hayatının ardından ölümün ve yeniden hilkatin mahşer baharında milyonlar meyve vermeli, yoksa kuru bir kütük gibi ateşe atılırsın.
ÇETİN ÖZGEN [email protected] |
Gerçek dost |
Dostlar almış eline kalemi; feleği taşlar, dağlar büyüklüğündeki taşlarla.. Dağlar büyüklüğündeki kalplerinden kaynaklar fışkırır, arı, duru ve berrak. Turnusol kâğıdında dostluklar denenir, dostlar kalburdan geçer, elekten elenir. Kimi savrulur yele, ele avuca sığmaz, sivri dilli engerek, felek bahane.. Gerçek dostu bulana dek, sürer ilânihaye yaman çelişkiler, şiir bahane. |
Yakın zaman münevveri: CEMİL MERİÇ |
Yıllarca fikre susamış bu topraklar. Fikrin nehirleri kurutulmuş, nerede bir pınar fışkırsa bir müstebit dikilmiş başına. İstibdadın en zulümatlı dönemlerinde bu topraklarda parlamış fikir işçileri. Münevver olmak, ‘aydın’ mefhumuyla kısırlaştırıldığından beri sesi soluğu kesilmiş mütefekkirlerin. Yeni mütefekkirler yetişmediği ayrı, bir de önceki mütefekkirlerin seslerini kesmiş, fikirlerini yok saymış aydın takımı. “Yakın tarihimizde insana kıran geldi” 1 diye boşuna mı dedi Cemil Meriç? Yeni çağın aydın profilinden bahsederken şöyle diyor yakın zaman münevveri: “Bunlar sahte aydınlardır. Pısırık insanlardır. Hayatlarında hiçbir şeye inanmamışlardır. Sahtekârdırlar...” 2 Söyleyen Cemil Meriç olduğunda bir daha düşünmek gerekiyor. Sahte aydın, pısırıklık, inanmamışlık... Yakın tarihimizle ne kadar da uyumlu tanımlamalar. Düşünme yetisi hadım edilmiş bir toplum olmaya nerede başladık? Hangi noktada bizim yerimize düşünmeye, karar vermeye başladılar? Bir düşünmeli insan, ne zaman böyle bir şey için vekâlet verebilir? Çaresizlik olmalı bir kere... Sonra belirsizlik. Osmanlı’nın son dönemi ve Kurtuluş Savaşı öncesi geliyor aklıma hemen. İmparatorluğun son demleri... Anadolu’da bir çaba. İnsanlar gâvur hâkimiyeti olmasın diye ilk bağırana sarılmış, peşinden gidiyor. O belirsizlik ve olağanüstü şartlarda birileri halk için karar vermeye başlıyor. Sonraları bu halk için karar verme işi “halk için halka rağmen”e dönüşüyor. Olağanüstü şartlar değişiyor, yönetimin olağanlaşması 27 yıl alıyor. İstibdadın hüküm sürdüğü 27 yıl, halkı iyice cahilleştiriyor. Dahası düşünemez ediyor. Yeni rejim, halkı çağdaşlaştıracağını iddiâ ediyor, ama o çağın çağdaşlığı, bu toprak insanına pek münasip değil. Her yerde istibdat, her yerde dikta. Oysa Osmanlı yönetiminde halk, en azından Halifenin varlığıyla avunuyordu. Şimdi ise halkın yerine düşünenler, halifenin sahip olduğu güvenilirlikten ne kadar da uzak... Okuma yazma bilmeyen halk, alfabe değişikliğiyle iyice cahil oluyor. Üstelik öyle kalması sağlanıyor, yeni nesil Köy Enstitüleri tezgâhından geçiriliyor ve nesiller arasındaki bağ, dolayısıyla gençlikle geçmişi arasındaki bağ kopuyor. Bundan sonraki onar yıllık periyotlarda gençlik hızla politize-apolitize salınımına giriyor. Bir nesil hebâ ediliyor. İşte o nesil içinden Hatay’ın sıcağında bir Hüseyin Cemil çıkıyor. Fransa’da bulunuyor. Hayatının her aşamasında okuyor, okuyor... Okumaktan görme yetisini kaybediyor. Âmâ olduktan sonra da durmuyor, bu sefer sevdikleri seslendiriyor kitaplarını. Bu haliyle bile topluma bir şeyler söylüyor. Her şeyi yapan ama okumayan bir toplumda okuyarak, yazarak ve çok az konuşarak derdini anlatıyor. Yok edilen bir neslin içinde münevver olmanın yükünü hissediyor... “Muhteşem bir maziyi muhteşem bir istikbale bağlayan bir köprü olmak isterdim: Kelimeden, sevgiden bir köprü...”3 derken yaşadığı neslin düşünme eksiğini telâfi mi etmek istiyor bilmiyoruz. Ama anlattığı çok net bir şey var. Kopukluk. Nesiller kopuk. Devlet eliyle, inkılâp niyetiyle köklerinden koparılan nesilleri buluşturma emeli... “Cemil Meriç, dünyadan elini eteğini çekmiş bir dervişin camiye bağlılığı gibi kütüphanesine bağlıdır. Çünkü o da–bozuk olduğunu düşündüğü—dünyadan elini eteğini çekmiş, öte bir dünyaya varışın rehberliğini kitaplarda aramıştır.”4 Bu arayış sırasında İbn-i Haldun’dan Balzac’a, Ali Şeriati’den Weber’e geniş bir yelpazede okumalar yapmıştır. Özellikle görme duyusunu kaybettikten sonra Risâle-i Nurlar’ı okumaya başlamış, ölene dek okumaya devam etmiştir. Risâleler ve Said Nursî hakkında söyledikleri manidârdır: “Bu büyük fütuhat, büyük bir imparatorluğun son sözleridir. Bu hareket, Osmanlının bir nev'î vasiyetidir. Bediüzzaman Hazretleri Osmanlı’nın son temsilcisidir. Risâle-i Nurlar, Üstadın insanlığa hitabesidir.”5 Bir hatırasında öğrencileri şöyle bahsediyor Risâle okumalarından: “Risâleleri okurken yerinde duramıyor, sürekli ayağa kalkıp oturuyordu. Okuma bittikten sonra sorduk ‘Neden ayağa kalkıp durdunuz, okurken?’ diye. Şöyle cevapladı: “‘Eğer benim gördüklerimi görseydiniz, siz de yerinizde duramazdınız.’” Okumayı hayatının birincil fiili olarak benimsemiş bir münevverdir Cemil Meriç. Okuma yelpazesi o denli geniş ki, Batı’nın ciddî eleştirisini yapabilecek ender doğululardan olma imtiyazına sahip. Doğu’ya da bir o kadar hâkim. Hind kültürüne de tabiî.. Cemil Meriç profili, bu toplumun son yüz yılında pek alışık olduğu bir profil değil. Sonuna kadar okuyan, tahkik eden, sorgulayan. Hani ehl-i tahkik denecek türden bir insan. Cumhuriyet Türkiye’sinin hadım ettiği kültürde, çorak bıraktırdığı, çölleştirdiği topraklarda bütün olumsuz şartlara rağmen filizlenen bir tohum o. Batı ve doğunun bütün birikimini özümseyen, tek bilgi kaynağı olarak okumalarını kabul eden bir ehl-i tahkik münevver. İnanmış, inandıklarını anlatmaktan yorulmayan bir entelektüel. “Entelektüel amel edendir” derken çağımız aydınının en büyük eksiğini yüzüne vuruyor. Çalışmıyorlar diyor. Öğrencilerine mütecessis olmalarını salık veriyor. Merak, hakikate ulaşılan yolda şevk menbâı onda. Araştırıyor, araştırıyor... Öyle ki, sözlük yazmaya dahi başlıyor. İslâm Ansiklopedisi için yazdığı başlıklar “Işık Doğudan Gelir” adıyla yayınlanıyor. Zaman zaman dönüşümler de yaşıyor Cemil Meriç. Bir dönem sosyalist oluyor. Sonra Türkçü, daha sonraları sağa yakınlaşıyor. Tam bir düşünce seyyahı. Ama öylesine bir seyyahlık değil onunki. Her ideolojinin derinlerine iniyor. Sorguluyor. En derinlerden eleştiriler sunuyor. Komünizm’den bahsederken “Bir ütopya, hiçbir zaman iktidara gelmedi”6 diyebiliyor. Sağdan bahsederken serzenişi haklı: “Boşuna bağırıyorum, sağ okumuyor.” Cemil Meriç, yakın tarihimizin, Cumhuriyetin kuruttuğu toprakların mühim bir münevveri. Tam bir mütefekkir. Bir fikir işçisi. Bu yüzden saygıyla yâd edilmeyi hak ediyor.
Dipnotlar:
1- Bulutları Delen Kartal, Mustafa Armağan, Ufuk Kitap. 2- Age. 3- Babam Cemil Meriç, Ümit Meriç, İletişim Yayınları. 4- Mütecessis ve muzdarip, Rıdvan Temizer, Sus Dergi sayı 2. 5- Bulutları Delen Kartal, Mustafa Armağan, Ufuk Kitap. 6- Cemil Meriç’le Nur Sohbetleri, Necmeddin Şahiner, Işık Yayınları.
|
Tehlikeli kelimeler |
İNSAN, kullandığı kelime ve cümlelere dikkat etmek zorundadır. Bu sorumluluk, konuşanın da okuyanın da hepimizin omuzlarındadır. Meselâ; “İşimiz Allah’a kaldı” şeklinde konuşmak, bilmeden Allah’a şirk koşmaktır. Çünkü bütün işler Allah’ın iradesi ve dilemesiyle meydana geldiğinden, böyle bir ifade, bir kısım işleri kulun tasarrufunda kabul etmektir. (Kaynak için bkz. Doç. Dr. Şadi Eren, Güzel Konuşmanın Sırları, s.19) ... “Ey insan! Bil ki, insanların ağzından çıkan ve dinsizliği işmam eden dehşetli kelimeler var; ehl-i iman bilmeyerek istimal ediyorlar. Mühimlerinden üç tanesini beyan edeceğiz. “* Birincisi: Evcedethu’l-esbab, yani, ‘Esbab bu şeyi icad ediyor.’ “* İkincisi: Teşekkele binefsihî, yani, ‘Kendi kendine teşekkül ediyor, oluyor, bitiyor.’ “* Üçüncüsü: İktezathu’t-tabiat, yani, ‘Tabiîdir, tabiat iktiza edip icad ediyor.’ (Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, 23. Lem’a) ... “...tabiiyyunun bir kısım mevcudatı tabiat ve esbaba isnad etmeleri, mevcudat adedince muzaaf bir yalancılıktır ve mevcudatın şuûnâtı adedince muzaaf bir dalâlet divaneliğidir. Çünkü hadsiz şehadet-i sadıkayı tekzip eden, hadsiz bir yalancılık işlemiş olur. “İşte, meşiet-i İlâhiye ile vücuda gelen işlerde, ‘İnşaallah, İnşaallah’ yerinde, bilerek ‘tabiî, tabiî’ demek ne kadar hata ve muhâlif-i hakikat olduğunu kıyas et.” (Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, 20. Mektub) |
O YOLDA OL-MAK |
İNSAN bu dünyada bir yolcu. Yolculuğu sırasında da karşılaştığı zahmet ve zorluklar olacaktır. Bunlara takılmak yerine aşmaktır aslolan. Sen-ben ve var-yok kavgasından kurtulmak ve kalben rahatlamak istiyorsak, Hz. Peygamber’in (asm) bir sözünü hatırlayalım: “Sizden kim güvenliğinden emin, sağlığı yerinde, günlük yiyeceği yanında sabahlarsa, sanki bütün dünya ona verilmiş gibidir.” Tam bir şifa reçetesi değil mi? İsteyen baş ucuna asar, dileyen ruhuna yazar. Varacağı yer ve yolu bellidir insan denen yolcunun… Yalnız yoldaki tehlikelere azamî dikkat. İşaret levhaları boşuna konulmamış. Kaptırıp gitmek, kuralların dışına çıkmak yasak. Zincirleme kazalara sebep olabiliriz. Kendi şeridimizde ve makul bir hızda seyredelim. Nasıl olsa bu yolculuk da çok fazla sürmeyecek. İyilik nerede ise, sen hep orada ol. Ne kapılar açılır, yeter ki o yolda ol. |
Ağaca asılan zekât paraları |
FATİH Sultan Mehmet Han devrinde bir Müslümanın dolaşıp yıllık zekâtını verebileceği fakir birini arayıp bulamaz. Bunun üzerine zekâtın tutarı olan parayı bir keseye koyarak, Cağaloğlu’ndaki bir ağaca asıp, üzerine şunları yazar: “Müslüman kardeşim, bütün aramalarıma rağmen, memleketimizde zekâtımı verecek kimse bulamadım. Eğer muhtaç isen, hiç tereddüt etmeden al.” Bu kesenin de üç ay kadar o ağaçta asılı kaldığı kaynaklarda belirtilmektedir. (Osmanlı Tarihinden İlginç Anekdotlar, s. 40) |
Böceğin dersi |
RİSÂLE-İ Nur’dan sahabelerle ilgili konuyu okurken, kenara bir not yazdım. O sırada küçücük nokta kadar bir böcek çıkıverdi. Derken yanına bir arkadaşı da geldi. İkisi sanki birşeyler konuştuktan sonra, yazdığım cümleyi hece hece adımlayıp sonuna kadar vardılar. Gidip kaybolacaklar derken, cümlenin sonuna koyduğum noktanın yanında hizaya durdular. Ve cümle üç noktayla bitmiş oldu. Neymiş o cümle diye meraklandığınızı biliyorum. İşte o cümle: “Sahabeler de bizim gibi insandırlar diyorlar; fakat biz, onlar gibi insanlar değiliz...” Siz ne düşünürsünüz bilmem ama, böcekler bile durmaları gereken yeri biliyorlar gibi... |
DUÂMIZ |
EY bizi yaratan, besleyip büyüten, bize nimetler veren Rabbimiz! Ey kullarının işlerini gören, onlara keremde bulunan Sultanımız! Bütün âlem halkının cömertliği ve lütfu, Senin ihsan denizinde bir çiğ tanesi olamaz. Senin cömertliğin ve lütfun övülemez, anlatılamaz. Sen bizim kirliliğimizden, utanmazlığımızdan geç, hatalarımızı gözümüzün önüne getirme, yüzümüze vurma!.. Feridüddin Attar |
BU TERAZİ KENDİNİ TARTAR |
DİL bir ölçüdür. Cehalet onu hafiflettiği gibi, akıl da onu ağırlaştırır. Hz. Ali (k.v.)
|
MİZAH-ÇIK |
BİR edebiyat öğretmeni ilk defa girdiği bir sınıfta, edebiyat kelimesi yerine ‘yazın’ ifadesi kullanıp “Çocuklar ‘yazın’ derslerini beraber yapacağız” der. Öğrencilerden biri meraklanıp sorar: “Hocam, ‘kışın’ derslerini kiminle yapacağız?” |
SÖZÜN ÖZÜ |
“BİR çocuk besmeleyi ilk defa söylediğinde Allah (cc); çocuğun, çocuğun anne ve babasının, çocuğa besmeleyi öğretenin Cehenneme girmemesi için senet yazdırır.”
Hz. Peygamberimiz (asm) |
“O GÜN GELDİĞİNDE!” |
EN ufak bir zulümden Allah’a (cc) sığınmak lâzım. Neden mi? Söz, Hz. Ali’nin (ra): “Mazlûmun zalimden öç alacağı gün, zalimin mazlûma zulmettiği günden daha çetindir.” |
HAFTANIN İNCİSİ |
ALLAH'IN katında değer ve kıymetini öğrenmek istiyorsan, hangi işte seni ikame ettiğine, seni hangi halde tuttuğuna bak.
Ataullah İskenderî (Vefatı: 1380) |
İYİ YAZI NASIL OLUR? |
İYİ BİR YAZI, okuyanları kâğıdın beyazlığından, satırların siyahlığından uzaklaştırarak şekillerden ayrı bir muhteva âlemine götürür. Okuyana, elinde bir kâğıt tuttuğunu, gözlerinin önünde çizgiler olduğunu, bir yazı olduğunu unutturur.
Peyami Safa (Sanat Edebiyat Tenkit, s. 152) |
19.06.2009 |