Elif Eki |
|
‘Yetimler babası kahraman Kâzım Karabekir’ |
GÜLSEVİL KAHRİMAN - gulsevil_9574 hotmail.com Anadolu yakasının sürpriz mekânlarından biri, 2005 yılından beri ziyaretçilerine içinde barındırdığı 3 bin 500 eserle kapısını aralayan Kâzım Karabekir Paşa Müzesi’dir. Kurtuluş Savaşı kahramanı Kâzım Karabekir’in İstanbul Kadıköy ilçesindeki Erenköy semtinde bulunan önce karargâh, sonra okul ve hastane olarak kullanılmış, zaman içinde terk edilmiş, serserilerin girip yattığı harap bir yer haline gelmiş bir vaziyetteyken satın aldığı ev, artık tarihe şahitlik eden bir müze. Paşa ve ailesi 1939 yılına kadar bu köşkte yaşamış. Sonra ise sadece yaz tatillerinin geçirildiği bir mekân olarak kullanılmış. Paşa’nın ölümünden sonra tekrar köşke dönen aile, bir süre sonra bu binadan ayrılınca Paşa’nın hatıralarını korumak ve onun kimsesiz çocukların eğitimi konusundaki amacını sürdürmek üzere vakıf kurmaya karar vermiş. Bu amaç doğrultusunda 2003 yılında Paşa’nın ikiz kızlarından Hayat Karabekir Feyzioğlu, 1984 yılında vefat eden ikizi Emel Karabekir Özerengin’in kızı Gülden Gazioğlu ve Paşa’nın küçük kızı Timsal Karabekir Yıldıran tarafından Kâzım Karabekir Paşa Vakfı kurulmuş. Vakfın amaçlarına uygun olarak 2005 yılında Erenköy’deki eski adıyla nam-ı diğer ‘Zürafalı Köşk’ün’ müze haline getirilmesiyle söz konusu mekân, tarihe ışık tutmak ve Paşa’nın hatırasını yaşatmak amacıyla, özel müze statüsünde ücretsiz olarak ziyarete açılmıştır. Üç katlı binanın iki katı müze olarak kullanılmaktadır. Binanın iç düzenlemesi, Paşa’nın yaşadığı dönem dikkate alınarak hazırlanmıştır. Üst katta yatak odası, arşiv çalışmaları için müzeye başvuran araştırmacılara ayrılmış bir çalışma odası, Paşa’nın aile fotoğraflarının, giysilerinin bulunduğu ve küçük seminerlerin ve video gösterilerinin yapıldığı bölüm yer alır. Alt katta ise, oturma odası, çalışma odası ve giriş kapısının açıldığı büyük bir kabul salonu bulunmaktadır. İki katlı müzede çoğunluğu kitaplardan oluşan 3 bin 500 eser sergilenmektedir. Sergilenen eserler arasında Trabzon’daki Ermeni yetimler tarafından hediye edilen Kâzım Karabekir portresi, Karabekir’in kemanı, cephede giydiği kar ayakkabıları, silâhları, hatıra fotoğrafları, çadırına düşen şarapnel, Meclis başkanıyken giydiği üniforması ile kendisine ait olan yaklaşık 40 adet kitabı bulunmaktadır. Kâzım Karabekir Paşa Müzesi Müdiresi, Paşa’nın daha hayattayken birçok belge ve kendisine ait eşyaları arşivlediğini belirtti. Müzenin en önemli kısımlarından birinin tarihçilere kaynaklık oluşturan kütüphane kısmının olduğunu vurguladı. Kütüphanede, Paşa’nın dört lisanda yazılmış kitaplarının bulunmakta olduğunu ve bu kaynakların ancak bilimsel düzeyde araştırma ve inceleme yapan kişilerin kullanımına açık olduğunu söyledi. Müzenin en önemli objelerinden birinin Trabzon’daki Ermeni yetimleri tarafından yapılarak hediye edilen Kâzım Karabekir Paşa Portresi olduğunu kaydetti. Portrenin üzerindeki yazıya dikkati çeken Müze müdiresi, üzerinde Osmanlıca ‘Yetimler babası kahraman Kâzım Karabekir’ yazdığını söyleyerek Karabekir’in hümanist bir insan olduğunu, Ermeni yetimleri dâhil Doğu Cephesi komutanıyken altı bin yetim çocuğa sahip çıkarak okuttuğunu belirtti. Müzeye gelenler konusunda da bilgi veren Müze Müdiresi, okulların büyük ilgi gösterdiğini vurgulayarak bu ilgiden memnun olduklarını, müzenin öğrencilere yeni ufuklar açtığını söyledi. Kâzım Karabekir’in askerî alandaki başarılarının yanında çok iyi bir edebiyatçı, müzisyen ve ressam olduğunun altını çizdi. Müzeyi gezmeye gelen çocuklara Kâzım Karabekir’i örnek göstererek çok donanımlı olmaları gerektiğini söylediklerini ifade etti. Paşa’nın küçük kızı Timsal Karabekir Yıldıran’ın babası gibi çocukları çok sevdiğini ve müzedeyse, öğrenci gruplarına marşlar söyleyerek müzeyi kendisinin gezdirdiğini ekledi. Kâzım Karabekir Paşa Müzesi olarak çok fazla eleman istihdam edemediklerini ifade eden Müdire, “Müzenin bakımı konusunda dışarıdan profesyonel yardım alıyoruz. Bu bakımlar benim denetimim altında yapılıyor. Ayrıca müzede 80-90 yıllık kitaplar var. Bunlara çıplak elle dokundurtmuyoruz. Müzede bulunan eserler ve eşyalar ailesi tarafından elden geldiğince korunmuş. Bundan sonra da bu muhafaza müze yönetimine aittir” şeklinde konuştu. Kâzım Karabekir Paşa Müzesi, Salı ve Perşembe günleri 09.30-16.30 saatleri arasında ücretsiz ziyaret edilebilmektedir.
Kâzım Karabekir Paşa (1882–1948)
Kurtuluş Savaşının büyük kahramanlarından Kâzım Karabekir 1882’de İstanbul’da doğdu. Selçuklu Türkleri’nden Karamanlı ve Kırım Gazisi Mehmet Emin Paşa’nın ve Havva Hanım’ın oğludur. Fatih Askerî Rüştiye’sini, Kuleli Askerî İdadîsi’ni, Harbiye ve Erkân-ı Harbiye Mekteplerini bitirdi. Kurmay Yüzbaşı olarak Manastır’a tayin edildi (1905). Enver Bey (Paşa) ile birlikte İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Manastır şubesini kurdu. İkinci Meşrûtiyet’in ilânından sonra 1910’da Arnavutluk ayaklanması sırasında Kolordu Harekât Şubesi Müdürü olarak Kaçanik Boğazı’ndaki hareketi başarıyla tamamladı. Bu sırada Harbiye nezaretine başvurarak Karabekir soyadını aldı. Balkan Savaşı’nda ve Birinci Dünya Savaşı’nda Çanakkale’de özellikle Fransızlar’a karşı, üç buçuk ay Kerevizdere savunmasını yaptı ve kazandığı başarı üzerine albaylığa terfi ettirildi (1915). Daha sonra Alman Mareşeli Graf Von Der Goltz Paşa’nın Kurmay Başkanı olarak Irak Cephesi’ne gitti. 1918 yılı başlarında Erzincan Bölgesi’ndeki Birinci Kafkas Kolordusu Komutanlığı’na getirildi. Erzincan ve Erzurum’u Ruslardan geri aldı. Sarıkamış, Kars ve Gümrü Kaleleri’nin ve Karaköse’nin ele geçirilmesindeki başarıları üzerine mirlivalığa (tuğgeneral) terfi etti (1918). Daha sonra Ermenistan ve İran Azerbaycan’ını işgal eden Kâzım Karabekir, karargâhını Tebriz’de kurarak Azerbaycan’daki İngiliz Kuvvetlerini buradan çıkardı. Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcında Erzurum Kongresi’nin toplanması, siyasî ve askerî harekâtın planlanması sırasında Şark Cephesi Komutanlığı ve Edirne milletvekilliği yaptı. Doğuda geliştirdiği askerî harekâtla Sarıkamış, Kars ve Gümrü Kalelerinin ele geçirilmesinden sonra Ermeni ordusunun yok edilmesini sağladı. Bu önemli zafer sonucunda Ermeni Taşnak Hükümeti’yle barış görüşmelerine girişildi. Ankara Hükümeti’nin Murahhas Heyeti Başkanı olarak Sevr Antlaşması’ndan Ermeni Hükümeti’nin imzasını geri aldırmayı ve Ermeni ordusunun silâh, araç ve gereçlerinden önemli bir kısmını Türk Hükümeti’ne teslim ettirmeyi başardı. Böylece siyasî ve idarî alanda da başarılı oldu. Yapılan bu antlaşma ile Türkler’in oturduğu üç ili, Türkiye’ye kazandırdı. Bundan sonra Kurtuluş Savaşı için Batı Anadolu’daki orduların başarısını sağlamak üzere, doğudaki ordunun büyük kısmının top, tüfek, süngü, kılıç, cephane ve muhimmatı ile çeşitli harp gereçlerini Batı Cephesi’ne ulaştırdı. Bu sırada ferikliğe (tümgeneral) terfi etti (1920). Rus ve Kafkasya Hükümetleri’yle yapılan Kars Antlaşması’na ait görüşmeleri, Ankara Hükümeti Murahhas Heyet Başkanı olarak başarıyla sonuçlandırdı. Aynı zamanda Edirne Milletvekili olan General Kâzım Karabekir, zaferden sonra Ankara'da bulunan 1. Ordu Müfettişliği’ne tayin edildi. Bundan sonraki seçim devresinde İstanbul Milletvekili olarak Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Cafer Tayyar Eğilmez ve diğer arkadaşlarıyla birlikte ilk muhalefet partisi olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kurdu ve bu partinin liderliğine seçildi (1924). Emekliye ayrılınca siyasî hayata atıldı (1927). 1938 yılından 1946 yılına kadar Büyük Millet Meclisi’nde, İstanbul Milletvekili olan General Kâzım Karabekir, 1946 yılında Büyük Millet Meclisi Başkanlığı’na seçildi. Bu görevdeyken vefat etti.
Kazım Karabekir’le münasebetimin sebebi ‘merdane mesleği’ idi
“BEN ehl-i siyasetin her nevî taziplerine karşı ‘Hasbünallahu ve ni'me'l-vekîl’ deyip sabır ve tahammüle karar vermişim. Kazım Karabekir ile eskiden münasebetim vardı. Acaba şimdi de o münasebetin sebebi olan merdane mesleğini muhafaza ediyor mu? Eğer eski gibi ise ve Nurlara zararı yoksa ve Nura faydası muhtemel ise ve dost ise, benim selâmımı ona tebliğ edebilirsiniz. Fakat, madem ehl-i siyaset, hayat-ı bakiyesi için Risâle-i Nur a müracaata tenezzül etmiyor, o hayata nisbeten beş paralık olan bu hayat-ı faniye için onlara müracaata ben de tenezzül etmem ve istirahatım için şekva ve rica etmem.” (Emirdağ Lâhikası, s. 156, Yeni Asya Neş.) *** Bediüzzaman Said Nursî, millî mücadelenin verildiği yıllarda, 1922'de Ankara’daki Büyük Millet Meclisi’ne davet edilmişti. Oraya geldiğinde meclisteki milletvekillerinin namaza karşı lâkaytlığı dikkatini çekmiş ve on maddelik beyannâme neşrederek dağıtmıştı. Kazım Karabekir de, bu beyannameyi Mustafa Kemal’e okumuştur. (Konu hakkında bilgi ve Beyanname için bakınız: Tarihçe-i Hayat, s. 218-219, Y.Asya Neş.) |
‘İşimi ciddîye alamıyorum, bir hedef belirleyemiyorum’ |
HALİT ERTUĞRUL - [email protected] Semanur Ülker: “Biliyorsunuz ki, bir insanın temel meselesi, işini ciddîye alması, bir hedefinin, bir amacının olması. İşte bu konuda sıkıntım var. Bir türlü bir işin başına ciddiyetle oturamıyorum. Bir amaç bir hedef belirleyip, ona ulaşmak için sabırla çalışamıyorum. Eksikliğimin farkındayım. Ama uygulamaya dökemiyorum. Bir hedef uğruna, işimi sonuna kadar kovalamam için ne yapmalıyım? Benim durumumda olan öğrencileri-nizle ne gibi çalışmalar yapı-yorsunuz?”
C anım çekmiyor... Yapmak istemiyorum... Kitabı açamıyorum... Masaya oturmak, bir ölüm gibi geliyor... Bir amacım yok, kararsızım... Bu ve benzeri sözleri zaman zaman kendi içimizden, zaman zaman da çevremizdeki bazı arkadaşlarımızdan duyarız. Yılgınlığın, bezmişliğin, kararsızlığın ve boşvermişliğin görünen mazeretleri... Eğer insan ayakta kalmak istiyorsa sefil, rezil ve acınacak bir hayatı kabullenmiyorsa, o zaman hiç vakit geçirmeden yapacağı çok önemli hazırlığı olmalıdır. Düşünün... Toplum içerisinde, giyinişinden çalışmasına, oturup kalkmasından konuşmasına kadar, her hareketini ve davranışını takdir ettiğimiz bazı kimseler vardır. Bunları gerçekten sever ve takdir ederiz de, bu vasıfları nasıl kazandıkları üzerinde pek durmayız. Halbuki yaptıkları her işi ihtimamla yapan, her işe dikkat ve itina gösterenler, kelimenin tam anlamıyla her şeyin hakkını verenler gerçek anlamda örnek insanlardır ve izlenmesi gereken kimselerdir. Peki insandaki bu dağınıklığın, başarısızlığın sebebi nedir? 1. Aile içinde huzursuzluğunuz vardır. 2. Arkadaş grubunuz düzensizdir. 3. Sağlık problemleriniz vardır. 4. Psikolojik bozukluklarınız vardır. 5. Önemli bir olayın etkisinde kalmışsınızdır. 6. Okul ve sınıf ortamını sevmemişsinizdir. 7. Plânlı ve düzenli çalışma alışkanlığı oluşturamamışsınızdır. 8. Başarısızlık korkusu içindesinizdir. 9. Stresli ve panikli bir yapınız vardır. 10. Bu problemleri aşmada bir rehber bulamamışsınızdır. Yukarıda sayılan maddeleri kendi açınızdan değerlendirin. Başarısızlık ve dağınıklığınızda bunların etkisi varsa, öncelikle o etkiyi azaltmaya veya yok etmeye çalışın. Bunun için mutlaka bir uzman bulmanız gerekecek. O uzman deneyimli bir öğretmen, anne-baba, psikolog veya bir doktor olabilir. Bir hedef belirlemek, işi ciddîye almak ve amacı gerçekleştirmek için yapılması gereken çalışmaları birlikte ele alalım: 1- Kendinizi böyle bir çalışmaya hazırlayın. Yani çeşitli problemlerden kurtulun. Belli bir amaç ve hedef için çok ciddî karar verin. 2- Kendinizi tanıyın. Zaaflarınızı, eksikliklerinizi iyi tesbit edin. Bunların önünü tıkayın. Yani kendi kendinizin kaçışına, vazgeçmesine ve pes edişine izin vermeyin. Korkmayın, kararlılığınız bunu engelleyecektir. 3- Bir insan hayatta ne olacağına, ne yapmak istediğine öncelikle karar vermesi lâzımdır. Ne için okumaktadır? Tercih ettiği okul bitince ne olmak istemektedir? Olmak istediği yere gelince mutlu olacağına ve problemlerinin çözüleceğine ne ölçüde inanmaktadır? Geleceğiyle ilgili bilgileri kimden veya kimlerden alması gereklidir? Arkadaş grubunun, öğretmenin, anne-babanın, dost ve akrabanın tavsiyeleri ne derece doğru ve isabetlidir? Bunlardan hangisinin veya hangilerinin dikkate alınması lâzımdır? Bunları kafanızda netleştirin. 4- Başarısızlıktan, dağınıklıktan, geç kalmış olmaktan asla korkmayın. Bu satırların yazarı, evli ve iki çocuğu olduğu halde, on iki yıllık devlet memuru iken, yeniden üniversite sınavına girdi, kazandı. Okulu bitirdi, yüksek lisans ve doktora yaptı. Asla bir süper zekâlı değildi. Yalnızca dostlarının düzenli ve plânlı çalışma tavsiyelerine uydu. Bu işi sizler daha iyi başaracağınızdan eminim. 5- Tesbit ettiğiniz amacınızın ve hedefinizin sizi yüzde yüz tatmin edeceğini beklemeyin ve bunun için de ümitsizliğe kapılmayın. Çünkü hiçbir amaç ve hedef insanları yüzde yüz tatmin etmez. 6- Kendinize bir plân yapın, bir hayat felsefesi oluşturun. Bunu gerçekleştirmek için 10 gün ısrarla ve inatla gayret edin. On günden sonra işlerin rayına girdiğini göreceksiniz. 7- Sizi başıboşluğa, dağınıklığa ve kararsızlığa iten çevreden, arkadaş grubundan ve hayat anlayışından uzaklaşın. Unutmayın ki, insanı başarısız bırakan etkinin yüzde yetmişini çevre şartları ve arkadaş grubu oluşturur. 8- Aile ortamını, başarınız için kullanın. Bunun yolu ise, aile fertlerinin sevgisini, duâsını ve desteğini almaktır. 9- Başarmak için bunu yalnızca kendinizin yapacağını, başkasının sizin için bu işi yapamayacağını, bunun bir şansla da mümkün olmayacağına inanmalısınız. 10- Çalışmalarda ne kadar başarılı olduğunuzu, sonuçlara bakarak tesbit edin. 11- Arkadaş grubunuzu iyi seçin. Grubunuz sizi çalışmaya teşvik mi ediyor, yoksa sizi çalışmaktan alı koyuyor mu? Buna dikkat edin. Eğer alıkoyuyorsa, derhal o grubu terk edin. 12- Öğrenmeyi, öğrenme kurallarını elde edin. Sıradan ve rastgele değil, bilimsel ve metotlu bir çalışma sergileyin. 13- Uzman öğretmenlerinizin tavsiyelerini dikkate alın. 14- Anne babanızla ters düşmeyin, onların maddî ve manevî desteğini alın. Düzenli bir aile hayatınız olsun. Düzenli aile hayatı başarıyı arttırır. 15- Başarısız olduğunuz zaman yılmayın. Çünkü başarısızlık, başarı için çok önemli bir başlangıçtır. 16- Başarının, programlı, sürekli ve dengeli bir çalışmayla gerçekleşeceğini unutmayın. 17- Zamanı çok iyi kullanın. “Sonra yapılacak işin, yapılmamış bir iş” olduğunu unutmayın. 18- Uzman kişilerden yardım isteyin. 19- Mümkün olduğu ölçüde eğitim teknolojisini kullanın. 20- Çalışmaya başlamakta veya sürdürmekte büyük güçlük çeken insanlar bir veya iki arkadaşıyla birlikte günlük veya haftalık çalışma programı oluşturup, bu programı beraberce uygulamaları lâzımdır. Eğer doğru arkadaşlar seçilmişse, çalışmaya başlamayı kolaylaştırır, dikkatleri toplar ve başarıyı arttırır. Unutmayınız ki, başarıda yapılan iş ve çevreyi sevmenin ve çevredeki insanlara iyilikte bulunmanın büyük rolü vardır. Çalıştığınız işi sevmiyorsanız, sevdiğiniz bir işi yapmaya çalışınız. Eğer seçme şansınız yoksa ve siz o işte ve o mevzuda çalışmak mecburiyetinde iseniz, onu sevmeye çalışınız. Cenâb-ı Hak, insanı birçok işte çalışabilecek, birçok işte başarılı olabilecek kabiliyette yaratmıştır. Çok sevdiğiniz bir işte muvaffak olmak için, az bir çalışma kâfi gelebilir. Sevmediğiniz ve yapmak mecburiyetinde olduğunuz bir işte de, daha çok çalışmak sûretiyle muvaffak olabilirsiniz. İradenizi ve duygularınızı zorlayarak, yaptığınız işin iyi ve güzel yönlerini bulup sevmeye çalışınız. Bir müddet sonra o işi gerçekten sevdiğinizi göreceksiniz. Bununla, “sevmediğiniz ve hoşlanmadığınız işleri yapınız” demek istemiyoruz. Şartlar gereği tercih imkânınız yoksa, o işi yapmaya mecbursanız, “onu sevmeye gayret ediniz” diyoruz. İşi sevmek yanında çevreyi ve insanları sevmenin de başarıda büyük rolü vardır. Kin, ihtiras, düşmanlık ve nefret gibi duygular, maddî vücudumuzda ciddî aksamalara, bozukluklara yol açıp organlarımızın faaliyetlerinin zorlaşmasına sebebiyet verdiği gibi; iyi duygular, sevgi ve yardımlaşma da organlarımızın güzel ve ahenkli çalışmasına vesile olurlar. Unutulmamalıdır ki, yapılan işin şekli, kişinin kimliğini ortaya koyar. Bir başka ifadeyle, kişi yaptıklarıyla ölçülüp, tartılır. Toplum hayatında başarının ve iyi not almanın en önemli yollarından birisi, yapılan işi ciddîye almaktır, sabırla, inatla çalışmayı sürdürmektir. Bu konuda şu söz her şeyi özetlemektedir: “Bir gayesi, bir ideali olan insan, kâinatın en zenginidir. Çünkü ideal, insanı kamçılar, çalıştırır, başarıdan başarıya koşturur. İdealin en güzeli ise, kişinin kendini ve Hâlık’ını tanıması, ne için yaşadığını bilmesidir.” (Goethe) |
Durak yolcuları |
ZUHAL KILIÇ - [email protected] Yine sabahın erken saatleriydi, koyulmuştum yola. Telâşlı, bir o kadar da bitkin bir şekilde durağa doğru yol almıştı bezgin bedenim. Yine bin bir türlü sûret, bin bir türlü hikâye vardır eminim durak yolcularımızda. Hepsi de benim için ayrı bir karakter, ayrı bir kahramandır aslında. Geçen yine bir adam gelmişti durağa, belli ki çok acelesi vardı. Gerçi kimin acelesi yok ki? Neyse bir an bile oturduğunu hatırlamıyorum, hele otobüs geldiğinde bir hali vardı ki hâlâ gözlerimin önünden gitmiyor. Nasıl da fırlamıştı yerinden. Malûm hafta içi sabahı iş saatidir, bizim burada kalabalık olur, insanı da bol olunca hikâyesi ister istemez elbette olur. Kimisi isyan eder artık “Nerede kaldı bu otobüs?” diye, kimisi “Bir taneniz de boş geçmez mi?” derken, kimisi de “Biriniz bile durmaz mı?” diye söylenir dururdu. Hele otobüs bekleyişleri yok mu sıcacık evini bırakıp da sabahın ayazında beklemek ne fedakârlık, aslında zorunluluk tabi, yoksa kim böyle bir fedakârlığı niye göstersin ki, ne için? Neyse öyle böyle derken otobüsüm de gelmişti. Ağız alışkanlığı işte... Otobüs gelince burada herkes otobüs kendininmiş gibi sevinir, otobüsüm diye biniverirdi hemen. Tabiî otobüs içindeki muhabbet de bambaşkadır. Herkesin kafasında farklı bir şey... Neyse birinci kısmı halletmiştik, şimdi ise sırada oturacak yer bulabilmek. Hâliyle otobüs gelir gelmez bir yığılma olur, hemen herkes oturacak yer ayırtmış gibi bulduğu ilk yere oturuverirdi. Kalanlar ise; ‘Otobüs gelmiş madem, ben de bineyim’ dercesine yavaş hareket ederek ayakta yolculuk yapmaya hak kazananlardan olurdu. Otobüs hareket etmeye başlamıştı artık. İlk durakta yaşlı bir teyze misafir oldu otobüsümüze. Elinde bastonu, gözlerinde gözlüğü etrafa bakınıyordu öylece, bir yer veren olsa da otursam diye. Öylesine dünyalık olmuşuz ki, öylesine bencil, kendimizden yaşça büyüğümüze bile yer vermekte düşünüyoruz, hatta bazılarımız düşünme tenezzülünde bile bulunmuyor tabi, yahut aldırış etmiyor diyelim. Neyse velhasılı kelâm, kalktım yaşlı teyzeyi oturtturmak için yanına gittim. Teyze, oturacağı yere tutuna tutuna, biraz da sağa sola çarparak oturabilmişti ancak. Öyle duâ etti ki... Şoföre tam parayı verecekken, parayı yere düşürmüştü. O an anlamıştım, teyzenin meğerse gözleri görmüyormuş. Bir an için bir tuhaf olmuştum. Sonra yaşlı teyze inmişti tabiî, biz durak yolcuları aynen yola devam. Her gün yeni bir hikâyenin farklı bir karakteri olarak uyanmaya alışmıştım artık. Her gün aynı kadroda durak yolcularıyla beraber hayatı bir adım geride değil, bir adım ileride içinden yaşayabilmenin sevinciyle kalkmanın huzurunu yaşıyordum artık. Yaşlı teyzeden aldığım hayır duâsıyla başlamıştım işe ve biliyorum ki şimdiden yapılan her iyiliğin, aynı zamanda da her kötülüğün karşılığı bir gün muhakkak karşımıza çıkacaktı. O gün yalnızca yaşlı teyzeye yer vermiştim, ama onun için öyle büyük bir şeydi ki, bunu onun yaşına gelince tam anlamıyla anlayabilmiştim. Yeni yaşamışım gibi torunlarıma anlatıyordum şimdi, hem de o zamanki gibi yaşlı teyzenin oturduğu bir otobüs koltuğunda... |
Gör sen şu tevafuku |
TAHİR DOKUMACI - [email protected] Dershane hayatına başladığım ilk zamanlar, kâinata, eşyalara, insanlara, nebâtâta, hayvanâta mânâ-i ismiyle bakıyordum. Mânâ-i harfin ne olduğunu ise bilmiyordum. Benim için teferruât fazla önemli değildi. İçtimâî hayatta kullandığım sözcüklerin derinliği ise beni fazla alâkadar etmezdi. Sadece kırıcı olmamasına dikkat ederdim. Zaman ilerledikçe ve zamanın gerektirdiklerini yaşadıkça ve Risâle-i Nur penceresinden dışarıya göz gezdirmeye başladıkça; insanın da, eşyanın da, nebatatın da, hayvanatın da, hatta haşaratın da birer vazifesi ve yaratılış sırları olduğunu, hiçbir şeyin boşu boşuna olmadığını, küre-i arzda bulunan her bir zerrenin bir güç tarafından kontrol altında tutulduğunu anladım. Yani kısacası kâinatı mânâ-i harfiyle okumaya başladım, gücüm ve imanım yettiğince... Rabbim kalbimize iman nurunu doldursun İnşallah. İman hakikatlerinin idrakinde olan insan, kâinatta hiçbir şeyin sahipsiz olmadığını ve her mevcudun bir aslî görevi olduğunu bilir. Asıl sahibini; Malikini tanır ve eşyada O’nu arar. Kadere inanır, hayrın ve şerrin Allah’tan olduğunu kabul eder ve tam bir teslimiyet içerisine girer. Bu hakikatlerden ırak olan ve haberi olmayanların durumu ise bunun zıttıdır. Hiçbir şekilde Allah’ı (cc) kabul etmez. Eşyada O’nu aramaz. Kâinatın Malikini reddeder. Kendi kendine malik olduğunu zanneder. Çevresinde gelişen mânâ dolu olayları tesadüfe vurur. Bu imtihan dünyasının onu için bir anlamı yoktur. Bu ikinci insan güruhuna yazık ki ne yazık... Rabbimize ne kadar şükretsek azdır. İkinci insan güruhundan olabilirdik. Hamd ve senalar O’na. Bizi ağabeylerimizle tanıştırdı. Rafetlerle, Hayrilerle, Ramazanlarla, bizi Muratlarla tanıştırdı. Adları önemli değil. Bu fedakâr, kahraman, cömert, şefkat dolu ağabeylerle dâvâmızı tanımayı nasip etti. Ben de âcizane bu ağabeylerimizin bize anlattıkları hakikatlerden bir nev'î sizlere bahsetmek isterim. Aslında gerektiği için bahsetmek istiyorum. Başlarda hataya çok defa düşen ben, bu hatayı kimsenin yaşamasını, tecrübe etmesini istemiyorum. Bu hata yedi yıldır kafama takılan “tevafuk” konusudur. Tevafukla, tesadüfü birbirine karıştırma mevzusudur. Çevremizden bazılarımız tevafukun içinde ne anlam barındırdığını bilmiyorlar. Tesadüf deyip geçiveriyorlar. Tesadüf deyip geçme ey kardeşim, bu mevzu çok ince bir hakikat. Mükemmellik teferruâtta saklıdır. Rabbimizin ne kadar mükemmel olduğunu anlamak istersen, kâinat kitabının teferruâtlarına dikkat et. Mânâ-i harfiyle bakmaya gayret et. Dershaneye gittiğimiz günlerden bir gün ağabeyimizle sohbet ederken duvara astığı yazılara göz gezdiriyordum. Yazı şöyle idi: ’Tesadüf diye bir şey yoktur, tevafuk vardır’ diye. Tevafukun anlamını sordum. Ağabeyim bana, beni tatmin edici cevabı vermemişti. Bu kelimeyi duyalı yedi sene oldu ve yedi senedir kafa yoruyorum. Yedi sene değil, yetmiş yedi sene olsa, tevafuk konusunda kafa yorsam az gelir. Çünkü o kelimede öyle bir güzellik ve lezzet var ki... Hani derler ya, anlatılmaz yaşanır diye, işte öyle bir şey. Yaşamak, arkadaşlar yaşamak... En güzel tanım bu sözcüğü yaşamakla olur. Isparta’da lise dershanesinde arkadaşlarla münâzarâlı ders yapıyorduk. Benim elimde Mektubat kitabı vardı, dersimizi bu kitaptan işliyorduk. Sohbetimiz gayet hoş ve akıcı bir şekilde devam ederken, arkadaşlarıma ‘Cehennem nerededir?’ diye soru yönelttim. Önceleri Mektubat’ı hiç okumamıştım, yeni yeni Risâle-i Nurları okumaya başlıyordum. Her neyse, yönelttiğim bu suâl aslında kasıtlı idi. Cehennemin nerede olduğunu kim, nasıl ispat edebilirdi ki? O günlerde böyle bir düşünceye az da olsa sahiptim. Bu suâlime cevap, her zamanki gibi Risale-i Nur’dan geldi. Rastgele bir sayfayı açtım. Aman ya Rabbi bu da nedir? Karşımda bana tokat vurur gibi bir cevap duruyordu: ”Cehennem nerededir?”. O an tüylerim ürperdi, heyecanlandım, gözlerimden bir iki damla süzülüverdi. Ve anladım ki bu sayfayı rastgele açmadım. Benim bu tokata ihtiyacım vardı ve Allah bunu gördü, o sayfayı bana açtıracak sebepler zincirini yaşattı. İşte bu tevafuktur. Rabbimin bu kırmızı kitaplara olan sevgimin artmasını istemesidir. Risâle-i Nurlarla meşgul olanlarımız bu tür tevafuklu olayları muhakkak yaşıyordur. Bunun gibi örnekleri çoğaltabiliriz, misâlleri toplasak ciltler dolusu, ortaya kitap çıkar. Gazetemizin 7.4.2009 tarihli Kültür-Sanat kısmında, yazarlarımızdan Ali Oktay Bey’in bir yazısı dikkatimi çekti. Şiir, gazel ve kader başlıklı bu yazıda Muhsin Yazıcıoğlu’nun vefatını, yazmış olduğu şiirini ve büyük şairimiz Mehmet Akif’in safahatındaki şiiri kaleme almış. Yazarımız yerinde ve kalplerimize tesir edecek tesbitte bulunmuş. Kısaca bahsetmekte fayda görüyorum: Muhsin Yazıcıoğlu’nun “Üşüyorum” adlı şiiriyle ölüm biçiminin benzerlik göstermesi ve Akif’in şiirini bu şiire yıllar öncesinden cevap verir gibi yazması ve Yazıcıoğlu’nun naaşının Taceddin Dergâhına defnedilmesi tevafukun canlı bir örneğini gösteriyor. Tevafuk zincirleri tesadüfçülerin gözlerine parmağını sokuyor ve diyor ki; "Gör sen şu tevafuğu”. Nice tevafuklar yaşamak dileği ile... |
“Elime bile almaya korktuğum Risâleleri şimdi elimden düşürmüyorum” |
GÜLSEVİL KAHRİMAN - [email protected] İbrahim Canan’ın eşi Zarife Canan: “ Fıtratım bozulmamış, Allah’ı çok severdim” diye anlatıyor Zarife Canan çocukluk dönemini. Abdulkadir Geylani’yi İmam-ı Gazali’yi okuduğunu söyleyerek yaşlı teyzelerin dinî konular üzerine yaptıkları sohbetleri dinlemeyi de çok sevdiğini ekliyor. Buna rağmen Risâle-i Nurlara nasıl bigâne kaldığına hâlâ hayret ediyor. Bu durumu “hakikaten güzel bir politika uygulamışlar” diyerek o dönemde uygulanan politikalara bağlayan Zarife Canan, “elimi dahi sürmem” dediği Risâle-i Nur’ları “şimdi elimden düşürmüyorum” diyor. Risâle-i Nur’lvarı eşi İbrahim Canan Hoca vesilesiyle tanıdığını söyleyen Zarife Canan, muhitlerinde Nur Talebesi olarak kimseyi görüp tanımamasına rağmen yapılan yayınların etkisiyle “nur kelimesinden dahi korkar olmuştuk” diyor ve şöyle devam ediyor: “Hakikaten güzel bir politika uygulamışlar. Benim zamanımda radyolarda devamlı ‘Nur ayini yaparken yakalandılar’ diye haberler geçerdi. Ayin deyince aklımıza korkunç şeyler gelirdi çocukken. İnsanların öldürüldüğü, kurban edildiği şeyler canlanırdı zihnimizde. Nur ayini denilince sihirbazların, büyücülerin kol gezdiği ortamlar aklımıza gelirdi. Nurcular diye geçtiği için Nurculardan da korkardım.”
NAMAZ KILMAYA ORTAOKULDA BAŞLADIM Namazını kılmaya ortaokul birinci sınıfta başlayan dindar bir kız çocuğuydu Zarife Canan. Çocukluk yıllarında çok kitap olmamasından dolayı ne bulurlarsa okuduklarını söyleyen Canan, “O zaman Abdülkadir Geylani Hazretlerinin kitapları geçmişti elime onları okudum. Bir de eskiden yaşlı teyzelerin sohbetleri olurdu onları dinlemeyi de çok severdim. Yaşlı oldukları için her halde hep ölüm üzerine konuşurlardı. Ben de hep o tesirle Rabbime yönelirdim. Ruh olarak da fıtratımdaki Allah sevgisi zedelenmemiş. Rabbimi çok severdim, O’nunla yakın olmaya çalışırdım hep. O zamanlar tarikata da meyilliydim. Ama Risâle-i Nur’lara daha doğrusu o zamanlar Risâle-i Nur diye bir şeyin varlığını bilmiyorum da Nurculara çok karşıydım. Ne zaman bizim beyle evlendik, o zaman bana Risâle-i Nur Talebesi olduğunu falan söylememişti tabi. Akrabaları,” İbrahim Ağabey oradaki tabiriyle Nurcudur” dediklerinde, beynimde şimşekler çaktı. Dedim ki: “Ben kiminle evlenmişim. Bu o Nur ayini yapanlardan biri mi? Neyse dedim artık iş işten geçmiş evlenmişiz.” Zarife Canan, yurt dışında İbrahim Canan’ın “Risâle-i Nur’ları getirip okuyalım” demesi üzerine gözlerinin fal taşı gibi açıldığına ve “Asla o kitapları elleme yanımda da açma” diyerek kulaklarını bile tıkadığına hayret ediyor. Risâle-i Nurlar konusunda ailesinden hiç kimseden ne aleyhte ne de lehte bir şey duymamasına rağmen çocukken radyolardan duyduğu ‘Nur ayini’ tabiri hayli ürpertmişti onu. Hiç araştırma ve soruşturma gibi bir durumlarının olmadığını kaydeden Canan, “Zaten okuduğumuz gazetelerde Akşam, Cumhuriyet şu buydu. En ağırbaşlı bilinen Cumhuriyet gazetesiydi. Tabi orda da had safhada Risâle-i Nur aleyhtarı yazılar olurdu” diyor.
YURTDIŞINDA BANA RİSÂLELERİ OKUYAMADI Yurt dışındayken Risâle-i Nurlara rafta bile dokunamadığına dikkati çeken Canan “O kadar ki Risâle-i Nur’lara karşı antipatim vardı. Adamcağız yurt dışındayken okuyamadı o kitapları bana” diyor. Ne zaman Türkiye’ye dönüp Erzurum’da lojmanlara yerleşirler o zaman Risâle-i Nur kapıları da açılır Zarife Canan’a. Lojmanlarda “çok sevdiğim bir insandı” dediği Ruhsar ismindeki arkadaşı ve Tahsin Tola Ağabeyinin kızıyla birlikte gitmişlerdi ilk defa derse. Nereye gittiklerinden habersiz olan Canan, sohbet sonrasındaki düşüncelerini şöyle anlatıyor: “Beni Nur Talebesinin eşi bildikleri için Nur dersine gittiğimizi söylemeye gerek hissetmemişler tabi. İlk defa orada dinledim Risâleleri. Sonunda “bu kitap nedir?” diye elime alıp baktım; Sözler’di. Sonra eve gelince bizim beye “Bugün derse gittim. Çok güzel bir kitaptı dinlediğim. Çok etkilendim, hoşuma gitti” dedim.
“ISRAR ETSEM, SEN BENİ DE BOŞAR GİDERDİN” İlk tanışmadan sonra aradan geçen süreyi telâfi etmek adına Risâle-i Nurları hızla okumaya başladığını ve hâlâ da çok severek okuduğunu anlatan Canan, eşime “Sen bana hiç okuyalım diye ısrar etmedin” deyince İbrahim Canan espriyle karışık şu cevabı vermiş: “Ay ne ısrar edeyim. Israr etsem sen beni de boşar giderdin.” Risâlelerde kendisini en çok etkileyen tarafın okudukça açılması olduğunu vurgulayan Canan, “Sizin önünüze birdenbire bir tefekkür ufku açar. Ama her seferinde farklı bir tefekkür ufku olur. Bu çok hoşuma gider. Eşimle bazen beraber okurduk. O kendine açılanı ben de bana açılan kısmını söylerdim. İkimize de değişik açılımlar yapardı. O bana ‘A! bana böyle açılmamıştı ne kadar güzel’ derdi. Ben de ona ‘Bana da böyle açılmamıştı. Böyle de çok güzelmiş’ derdim” diyor. |
OKUDUKÇA |
SELİM GÜNDÜZALP - [email protected] Huzur içinde yaşamanın yolu
Kûfe’den Medine’ye kendisini ziyarete gelen arkadaşlarına Abdullah ibni Mesud (r.a.); “Oturup dertleşiyor musunuz?” diye sordu. Onlar da; “Bunu hiç terk etmiyoruz” diye cevap verince, Abdullah ibni Mesud (r.a.); “Birbirinizi ziyaret ediyor musunuz?” diye sordu. Onlar; “Evet, ey Ebu Abdurrahman. Hatta bazılarımız Müslüman kardeşini bir müddet göremezse, ta Kûfe’nin öte başına yürüyerek gidip onun hâlini hatırını soruyor” dediler. Abdullah ibni Mesud (r.a.); “Siz böyle devam ettiğiniz müddetçe huzur içinde yaşarsınız.” dedi.
Kaynak: Taberani, Tergip 4/144.
KİMLİK
DÜNYADA herkesin bir kimliği olmalı diyorlar. Kimliksizlik kötü bir şeymiş. Ya ötelerde? Ebediyet yolculuğuna çıkarken yanımızda nasıl bir kimlik götürelim ki sonumuz hüsran olmasın? Kimliksiz gidenler kaybetmiş! Orada inananlar, “alınlarındaki nur”dan tanınıyormuş. Ne güzel kimlik. Ne olduğunun, kim olduğunun muhteşem işareti. Başlarındaki taçlardan daha çok parlıyormuş alınlarda… Bu kimliği karanlık gölgeleyemezmiş. Sahibine iki cihanda da aydınlık yollar sunarmış. Bütün kapıları ardına kadar açarmış. Zaman ve mekânın ilerisinde varılacak olana götürür, muratlara erdirirmiş. Kimliği alınlarında parlayanlara selâm olsun. Servet Yüksel
İzzetimi bulduğum zillet
Secdedekı zilletimde izzetimi bulmuşum. Allah’a baş eğişim, başkasına baş eğmeyeceğime dair yeminimdir. Alnım yeri öperken, ruhum da beni sayısız nimetlerle yaşatan rahmet elini öpmektedir. Namazda ben âlem olurum, âlem de ben olur. Yüce dîvanda kâinatın sözcülüğünü ederim. Dilsiz varlıklar benim dilimle dile gelir. “Seccade tahtım, secde saltanatım ve kulluğum sultanlığımdır.” Emre Kevser
İLİMLER VE ALLAH
Astronomi ve biyoloji ilimlerini bilmeyen, Allah’ı tanıma konusunda noksan kalmıştır. İmam-ı Gazalî
DİL VE KALP
Dilinle yaptığın duâya, kalbin de inansın. Abdülkadir Geylani
EDEB
Edeb öğrenilmeden ilim öğrenilmez. Süfyan-ı Sevrî
SAĞLAM MÜ’MİN
Çetin cevizlerden sağlam mü’minler çıkar. Malcolm X
DENGE
Günlerini nâfilelerle dolduran, farza vakit bulamaz. Arif Nihat Asya
YARIN KAYGISI
“Yarın”, ahirete dair bir kaygı olmaktan çıktı; tatil hazırlıkları mânâsı oldu. Rasim Özdenören
FİLOZOF...
Filozof öyle bir pilottur ki, cennete götürmek isterken cehenneme sürükler.
Bernard Shaw
AKILLI İNSAN
Akıllı bir insan, fakir olabilir ama kimsenin sadakasına muhtaç değildir.
Hazreti Ali (ra)
MÂNEVÎ KUSURLAR
Mânevî kusurlar da yüz kusurları gibidir, yaşlandıkça artar. Laroşfoku
HAYATIN EN ÖNEMLİ KISMI
Bir insanın hayatının en önemli kısmı, iyilik ve sevgi adına yaptığı, küçük, isimsiz ve belki de hiç hatırlanmayan işlerdir. William Wordsworth
ÖĞRETMEN NASIL OLMALI?
“Muallimim” diyen, olmak gerekir imanlı, Edepli, sonra liyakatlı, sonra vicdanlı… Mehmed Âkif
ŞEYTANIN ÂMİN DEDİĞİ...
Şeytanın da âmin dediği duâlar vardır: Bedduâlar... M. Akif Dağbeyi
YÜKSEKLİK -ALÇAKLIK
Yüksek zatın yüksekliği, alçaldığı zaman; alçağın alçaklığı da yükseldiği zaman artar. İsmail Hakkı Bıçakzade
BAKIŞ AÇISI
İki adam, aynı demir parmaklıkların arkasından dışarıya bakar; biri yerdeki çamuru, diğeri gökyüzündeki yıldızları görür. F. Lanbridge
HASRET
Çocukluğumda uçurduğum uçurtmalar olacak Bacalara takılan şu beyaz bulutlar Belki de rüzgârda namaz bezidir Yüzüne hasret kaldığım anacığımın. Cahit Sıtkı Tarancı
AYNEN NAKLETMEK
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sel-lem buyurdu: “Allah, bizden bir söz işitip de başkalarına aynen bildiren kişinin yüzünü ak etsin! Kendisine bildirilen niceleri vardır ki, işitenden daha kavrayıcıdır.” (İbni Mesûd (r.a.), Tirmizî)
ÇERKEZ ATASÖZLERİ
nAlçakgönüllülük en güzel giysidir. nÇok kusuru olan bunları başkalarında da kolayca bulur. nDoğruysan güçlüsündür. nMezarlığa götürülen geri geti-rilmez. nYoldaşın korkaksa ayı ile boğuşma.
HAKİKÎ ZENGİNLİK
Fikir sahibi olmaya, mal sahibi olmaktan ziyade lüzum göreceğimiz gün hakikî zenginliğin sırrını bulacağız. Peyami Safa
BİRİ DÜNYAYA, BİRİ AHİRETE
Allah, insana iki kulak, iki göz verdi. Biri ile bu dünyaya bakarsa, diğeri ile de ahirete bakmalıdır. Uzanıp elde etmek için, iki el verdi. Birini bu dünya için kullanırsan, diğerini de ahiret için kullan. Yürümek için iki ayak verdi. Biri ile bu tarafa adım atarsan, diğeri ile her ne kadar zahmetli olsa da öbür tarafa adım at. Her iki dünyayı da Allah yarattı. Birini bulunca koş, diğerini de ara. Allah her şeye kâdirdir. Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig |
20.11.2009 |