Dizi Yazı |
|
Yoksulluğun sebebi bencillik ve israftır |
B. Yoksulluğa farklI bir açIdan bakmak
Yoksulluğun sebebi öncelikle bencillik ve israftır. 1. Yoksulluğun bencillikle ilişkisi şudur: Bencil insan gerçek zenginlik olan dost zenginliğine sahip değildir. Toplumsal dayanışmanın eş dost çevresi ile sağlanıp geliştiği açıktır. Bireyselleşmek, tam hürriyeti elde etmek anlamında iyidir. Ancak yalnızlaşmak ve kime güveneceğini bilememek anlamına gelirse kötüdür. Zira asıl sosyal sigorta samimî insan ilişkilerinden doğan güvendir. 2. Yoksulluğun israfla ilişkisi ise şudur: İsraf eden kişi, mal varlığı anlamında ne kadar zengin olursa olsun kanaat “sahibi” olmadığı için yoksuldur. Günümüzde israf had safhadadır. Deyim yerindeyse “eli delik”lerin devrindeyiz ve “deliği dikmeden” ya da “eli kesmeden” bu toplumsal hastalığımıza çözüm bulamayacağımız anlaşılmaktadır. Eli dikmenin ve manevî tatmini sağlamanın yolu, tüketimi teşvik etmek değil iktisadı teşvik etmektir. Zira gerçek zenginlik mal çokluğu ile değil ihtiyacın azlığı ile ve gönül zenginliği ile ölçülür. İsrafa dayalı tüketim ise alışkanlık yapar, ihtiyaçları azaltmaz, aksine arttırır ve hırsa sebep olur. Hırslı insan, taleplerine sınır koymayan insandır. Nefsin taleplerinin nihaî hududu ise tahmin edilebileceği gibi, insanın—hâşâ—tanrı olmak istemesidir. Oysa akıllı insan, “çalışırken hırslı yani gayretli,” “çalışmasının sonucunu değerlendirirken kanaatkâr” olmalıdır. Bu bağlamda teklifim şudur: Hırsı ve israfı önleyebilmek amacıyla kurulacak sivil toplum kuruluşları devlet tarafından da desteklenmelidir. Aynı şekilde tüketimi teşvik eden örgütler ve bilhassa içki ve sigara gibi kötü alışkanlıklara sebep olan ürünlerin üreticileri tarafından kurulan meslekî dernek ve organizasyonlar devlet katlarında itibar görmemelidir. 3. Yoksulluk duygusunun asıl sebebi, pazarlama ve reklâm hilelerine dayalı sun'î ihtiyaçlardır. Bu sebeple dünyada ve tabiî ülkemizde iktisadî alanda sorgulanması gereken ana kavram “pazarlama”dır. Ancak “pazarlama ahlâkı” kavramını dahi kitaplarına ABD’li pazarlama uzmanı Philip Kotler’den ilhamen ve ithalen almış bir akademik camiada bunların, değil konuşulması, düşünülmesi dahi zordur. Ülkemizde ve dünyada birçok üniversitede, pek de farkına varılmayan ilginç bir “bilimsel çelişki” vardır. Üniversitelerde bir yandan pazarlama bilim dalları, diğer taraftan da tüketiciyi koruma bilim dalları vardır. Tahmin edileceği üzere, “tüketici koruma bilimi,” “pazarlama bilimi”nin şerrinden müşteriyi korumaya çalışmaktadır. Bilim bilimle çatışmayacağına göre bunlardan biri bilim değil demektir. Oysa pek açıktır ki; tavşana “kaç”, tazıya “tut” diyenler, bilim adamı değil, olsa olsa tavşanı ve tazıyı izleyenlere “arkadan yankesicilik” yapanlardır. Tüketim çılgınlığı ve hilekâr pazarlama uygulamaları sorgulanmalıdır: Bu kapsamda öncelikle sözleşmelerde güçlü tarafın zayıf tarafı ezmesine yönelik uygulamalar engellenmelidir: Genel işlem şartları ve tip sözleşme metinlerinin imzalatılması yoluyla sözleşme kurulması icap-kabul dengesine aykırıdır, sınırlanmalıdır. Yine bu kapsamda üniversite eğitiminde alternatif programlar ve yaklaşımlar oluşturulmalıdır. Bu konuda teklifim: Türkiye Diyanet Vakfı bir vakıf üniversitesi kurmalı ve bu üniversite pazarlama ahlâkı başta olmak üzere her alanda ahlâk eğitiminde uzmanlaşmalıdır. 4. Tatminsizliğe sebep olan hırsın diğer bir biçimi ahlâkî standartları olmayan hırstır. Bu sebeple ahlâkî eğitim piyasaya şekil vermekten önce gelir. Bu kapsamda ders kitapları ahlâkî kodlar yönünden gözden geçirilmelidir. Meselâ sebepsiz zenginleşmenin iadesinin gerektiği öğretilmeli “Yolda bulduğun para senindir” anlayışı bertaraf edilmelidir. Geleneklere bağlı insanlarımızın “dükkân kimin” sorusuna “emanet” cevabı vermesi sadece basit bir kültür unsuru değil, hakikî ve samimî bir varlık algısıdır. Zira bu cevap, “Bu can bu tende emanet” anlayışının piyasaya yansımasıdır. Bu zihniyetteki kişi, stres nedir bilmez, hiçbir krizden etkilenmez. Zira; tevazusu, iktisadı ve istiğnası ile merhameti hak eder, ikramı ve şerefli yardımı elde eder. Zaten bu sebeple “iktisat” ve “istiğna” yani “gani gönüllülük” kardeştir. Oysa “Dünya benim, daha yok mu?” diyen kanaatsiz insan, gayrimeşrû yollara yönelir ve herhangi bir ekonomik bunalımda yıkıldığında kendisine uzanan bir dost eli bulamaz, zira merhameti hak etmez. 5. Piyasaya şekil vermek önce piyasayı doğru kavramlara yaslamaktan geçer. Sıradan bir vatandaş gibi tebdil-i kıyafet gezerek alış veriş deneyi yapan ve aslında gizlice piyasayı denetleyen Padişahı sıradan bir müşteri gibi görerek ve samimiyetle “Ben siftah etmiş oldum, kalan ihtiyaçlarını da komşudaki diğer dükkândan al” diyen eskinin Mısır Çarşısı esnafı, bu günkü “homo ekonomikus”tan başka bir tür canlı idi. Ama bu günün “homo ekonomikus”ları bu diğergâm insan tipini yorumlarken kendi bakış açılarını ona giydirmekte ve böylece onu da kendilerine benzetmektedir: Kendileri bencil, onu da bencil sanmaktadır. Faydacı ve benmerkezci bir yaklaşımla “Komşunu yaşat ki sen de yaşayasın” dediğini varsaymaktadırlar. Oysa bu yaklaşımın görünüşte samimiyet içinde hileye işaret eden “İnsanların güvenini kaybetmektense para kaybetmeyi tercih ederim. Zira insanların güveni bana para kazandıracak” yaklaşımından farkı yoktur. Aynı şekilde dinî ve uhrevî kavramları dünyevî ve iktisadî amaçlar için araç olarak kullananlar da bir samimiyetsizlik örneği sergilemektedirler. Dinin siyasette haksız rekabet unsuru olarak kullanılması nasıl yasaksa ticarette haksız rekabet unsuru olarak kullanılması da engellenmelidir. Bu bağlamda teklifim şudur: Diyanet İşleri Başkanlığı dinî kavramların işletme adı ya da marka olarak tescil edilmesinin önlenmesi hususunda Sanayi ve Ticaret Bakanlığı ve Türk Patent Enstitüsü ile işbirliğine gitmelidir. 6. İnsan harcayacaksa daha çok kendisi için değil başkaları için harcamalıdır. Yemekten çok yedirmekten lezzet almalıdır. Zira, bizzat yemek, cismanî ve çoğu zaman hayvanî bir lezzet verir. Oysa yedirmek, riya olmazsa, daima ruhanî ve insanî lezzet verir. İkram etmeyi seven insanın ekonomik krizler karşısındaki tavrını ve durumunu düşünelim. Aç kalmaz, açıkta kalmaz, şerefli yardımdan mahrum da kalmaz ve böylece yoksulluk nedir bilmez.
C. İşsİzlİğe farklI bir açIdan bakmak
1. Tatminsizliğe sebep olan hırsın bir biçimi, kolay ve risksiz kazanma hırsıdır. Bu hırs öncelikle meslek seçiminde yanılgıya sebep olmaktadır. Malûm olduğu üzere, “insan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.” O halde maddî karşılık almak isteyen; imalat, ticaret ya da ziraat yapmalıdır. Memuriyete giren ise “hamiyet” ve millete hizmet için girmelidir. Oysa Türkiye gibi ülkelerde ana-babaların gözünde en iyi iş “devlet kapısından maaş”tır. Bu sebeple de aslında gizli birer komünist durumundaki insanlarımız “Kavmin efendisi ona hizmet edendir” kuralına uygun biçimde millete hizmetkârlık için değil, “geçinmek” için memur olurlar. Tabiatıyla, iaşe bedeli olan maaşı değil, emeğin ecri yani karşılığı olan ücreti aldıklarını sanırlar. Bu da yetmez, hem memurluğun iş garantisini, hem de işçi olmanın bir gereği olan ücret pazarlığı için sendika ve grev hakkını isterler. Oysa bu ikisi zıttır ve yanlış hırsın sonucudur. Hükümetlerin kamu kurumlarının kadrolarını işsizliği önlemek için bir araç olarak kullanması da bu çarpık bakışın bir yansımasıdır. 2. Hırsı yanlış kullanma ve memuriyet kavramını yanlış algılama hususunda en ciddî problem de din görevlilerindedir. Zira bazı “din görevlileri” sendika kurmakta, Hak’kı aramak yerine “hak” aramaktadır. Sanki hizmetlerinin bir ücreti varmış ya da olabilirmiş gibi, “ücretlerinin arttırılması” için organize olmakta ve hatta grev hakkı istemektedirler. Hâlbuki, “Benim ücretimi ancak Allah verir” ve “Allah’ın ayetlerini az bir dünya menfaatine satmayın” gibi Kur’ânî kuralların da belirttiği üzere din hizmetinin dünyada ve hatta ahirette bir bedeli olmamalı ki o hizmet samimî, halis ve ihlâslı olmuş olsun. Bedeli olmayan şeyin pazarlanamayacağı ve bedeli için bir pazarlık yapılamayacağı açıktır, ama göremeyen gözler görememektedir. Teklifim şudur: Din görevlilerinin ihlâs ve samimiyetinin sorgulanmasına sebep olacak türden bir sendikacılığa engel olunmalı bu tür bir taleple ortaya çıkan kişilerin din görevlisi olması engellenmelidir. 3. İşçi işveren ilişkileri pazarlama ahlâkına uygunluk yönünden denetlenmelidir. Pazarlama ahlâkı konusunda en ciddî problem banka personelinde kendisini göstermektedir. Zira sattıkları “ürün”, aslında olmayan, sanal bir varlık yani paradır. En zengin ama en mutsuz çalışan tipi banka çalışanlarıdır. Zira gazeteci Umur Talu’nun deyimiyle “hedef manyağı” olmuşlardır. Patronların koyduğu ve özellikle kriz dönemlerinde daha da yükselttiği “hedefleri tutturabilmek” ve ne pahasına olursa olsun gözden düşmemek için, ahlâkı bir kenara bırakarak müşteri avlamak, “başarı” olabilir, ama “ahlâkî” olmadığı, vicdanlarda yaralar açtığı görülmektedir. 4. İş sahibi olmanın gayrıahlâkî yöntemleri ve amaçları deşifre edilmelidir. Bunlardan biri anonim ve limited şirket kurmayla ilgilidir. Ülkemizde gittikçe daha sık biçimde, yapılacak ticarî faaliyet sebebiyle ileride doğması muhtemel sorumluluktan kurtulmak amacıyla bir paravan kişilik olarak limited ya da anonim şirket kurulmaktadır. Benzer biçimde, birçok meslek sahibi, mesleğini, gayrıahlâkî amaçlar için araç olarak kullanmaktadır. Meselâ görünüşte bağımsız çalışanlar durumundaki muhasebeciler ve malî müşavirler, işsiz ya da müşterisiz kalma korkusunu gerekçe göstererek firmaların vergi kaçırmasına yardımcı olmaktadırlar. Diğer bir örnek aslında boşanması gerekmeyen çifti boşayıp para kazanabilmek için, açtığı boşanma dâvâsında tarafları veya mahkemeyi ajite eden ve sahte deliller uyduran, ya da müvekkilinin alacağını tahsil edebilmek uğruna icra takibini acımasızca yapan avukatlardır. Bu problemin çözümü için somut teklifim şudur: Odalar gibi meslekî kuruluşların denetim ve ceza yetkileri arttırılmalıdır.
D. Tefecİlİk: kanaatsizliğin sonucu
Son iki-üç yüzyıldaki sosyal çalkantıların, ihtilâllerin ve toplumsal “fesadın” iki önemli sebebi vardır: Faiz yasağına uyulmaması ve zekât emrine uyulmaması. Fesattan kasıt ekonomik krizler ve buna bağlı ahlâkî bozulmalardır. Gerçekten ekonomisi bozulanın ahlâkı da kolay bozulmaktadır. 1. Faizden ve tefecilikten para kazananlar görünüşte bir ihtiyacı karşılamaktadırlar. Bu ihtiyaç ise öncelikle dost fakirliğinin sonucunda ortaya çıkar. Zira kendisine destek olacak dostlara sahip olan insanlar düşkün hale gelmez, tefecinin kucağına “düşmez”. İhtiyaç fazlası parasını ihtiyaç sahibi dostuna doğrudan ödünç vermeyi riskli gören hırslı insanlar bu işe bankayı aracı yapar. Banka ise alacağını daima zamanında alır ve gecikme halinde de kat kat fazlasıyla alır, karz-ı hasen nedir bilmez. Paradan para kazanmayı dost sahibi olmaktan değerli gören kanaatsiz insanlar ise dostuna bizzat yapamadığı zulme bankayı aracı yaparak bankayı ve tefecilik piyasasını teşvik etmiş olur. O halde ahlâk eğitiminde karz-ı hasenin değeri anlatılmalıdır. 2. Faiz uygulamaları küresel çapta ekonomik krizlere sebep olmaktadır. 2008 yılında ortaya çıkan “küresel ekonomik kriz” sebebiyle dünyanın ekonomik varlığının en az beşte birinin kaybolduğu söylenmektedir. Dünyanın beşte biri yanmış ya da uzaya uçmuş değildir. O halde ne oldu? Bu nasıl bir “kayıp”tır? Şöyle açıklanabilir: Dünya üzerinde reel ekonomik varlık 100 lira değerinde. Ama dünyadaki toplam varlık-alacak-borç hacmi 500 lira. Yani hesapta, kâğıt üzerinde görünen 400 lira, “reel” varlık değil, sanal varlıktır. Yani beşte biri suyla dolu bardağın kalanındaki beşte dörtlük köpük ve sun’î varlıktır. Bu köpük azalıp sönmeye başlayınca köpükten geçinenlerde bir telâş başlamaktadır. Köpüğü azaltmamak için yeni köpürteçlerle suyu karıştırıp bulandırmaktadırlar. Reel ekonominin de dengesi böylece bozulmaktadır. O halde asıl problem köpüğün ve köpürtücünün varlığıdır. Köpürtücü bankalardır. Köpük de kâğıt para yani “banka senedi” ya da “banknot”tur. Para nedir? Yenir mi? Yenmez. Giyilir mi? Giyilmez. Farazi bir varlıktır. Değeri de bir faraziyeden ibarettir. Aslında bir tür senettir. Kâğıt parçasıdır. Bu sebeple paraya yatırım yapmak reel yani “akıllıca” ya da “mantıklı” değildir. Yine bu sebeple paradan ve vadeden para kazanmak ahlâkî de değildir. 3. Geleneksel bankalar, paradan para kazanmak isteyenlere, mevduat ve nakit kredi denilen geleneksel usûllerle ve “futures” işlemleri, morgıç gibi modern yöntemlerle aracılık etmektedir: “Ali’nin külâhını Veli’ye, Veli’ninkini Hasana, Hasan’ınkini Hüseyin’e ilh.” Bu şekilde “bir paradan” “çok alacak” ya da “çok borç” çıkarmak, piyasayı köpüğe boğmaktadır. Piyasa nefes almak istediğinde ise bardaktaki köpük kaybından dolayı ekonomik krizler çıkmaktadır. Oysa paradan para kazanmak isteyen, servetini yani parasını ya bizzat ticarette çalıştırmalı ya da ticaret yapmak isteyene sermaye vererek ortak olmalı ki kâra da zarara da iştirak etsin. O halde dünyanın krizlerden kurtulmak için bankacılık sistemini piyasa samimiyeti içinde ve doğru yöntemle reel ekonomiye uygun hale getirmesi gerekir. Bu sebeple bankaların para-kredibilite akışına kâr zarar esasına göre aracılık yaptıkları sistemin teşvik edilmesi lâzımdır. (Bu ihtiyacın sadece İslâm dünyasında değil, Batıda da duyulduğu anlaşılmaktadır. Zira bir süre önce Vatikan da benzer çözümü teklif etmiştir.). Faizsiz bankalar bunu yapmaya çalışmaktadırlar ve ancak kısmen başarabilmektedirler. Faizsiz bankaların gerek hukuk düzeninde ve gerek uygulamada var olan ayırt edici özellikleri korunmalıdır. Bu bağlamda teklifim şudur: Katılım bankalarını denetleyen BDDK ve Katılım Bankaları Birliği, bu bankaların talebi halinde dinî hassasiyetlere ne ölçüde riayet ettiği hususunda denetim yapmak ya da yaptırmak hususunda Diyanet İşleri Başkanlığından yardım almalıdır. 4. Tefecilikten uzak kalınabilmesi için faiz yasağının sebepleri özümsenmelidir: Faiz paranın kirası değildir. Para kiraya verilebilen bir şey değildir. Sebebi şudur: Bir eşyanın kiralanmasında eşyanın başına gelecek risk kiraya verenin üzerindedir. Paranın ödünç verilmesinde ise paranın kaybı ya da yanmasının riski ödüncü alanın üzerindedir. Yani parayı ödünç veren riske girmemekte ve parasını korumaktadır. Ödünç verenin tek riski borçlunun ödeyememesidir. Bankacılık sektöründe ise bu risk gerçekte yoktur. Zira bankalar krediyi ancak en sağlam teminatları aldıklarında vermektedirler. Parayı ödünç verenin, geri alırken üzerine faiz alması, bir şeyin “karşılığı” değildir. Bazıları faiz için “paradan mahrum kalmanın karşılığıdır” şeklinde tarif yapmaktadır. Bir parça kâğıttan yani paradan yani aslında satınalma gücü denen güçten, kendi kendisini kendi isteğiyle mahrum bırakan, hangi sebeple, bir “karşılık” hak eder ki? Aksine, faiz, külâh değiştirmeyi bir maharet sayanlarca uygulanmakta, “havadan para kazanmayı” teşvik etmekte ve çalışma şevkini söndürmektedir. 5. Faiz yasağının destekleyicisi, zekât yükümlülüğüdür. Dinî kaynaklara göre zekâtın açıktan yani gizlenmeden ve fakat zekât olduğu söylenerek verilmesi gerekmektedir. Ancak dinî hassasiyete sahip olduğu bilinen televizyon kanallarında, “dindar” olduğu belli kişiler, fakirlere, göstere göstere ve hatta firma reklâmı da yaparak yardım vermektedirler fakat, “verdiğimiz zekâttır” dememektedirler. Bu gizliliğin sebebi sorulduğunda “zekât deyince laikliğe ya da çağdaşlığa aykırı olabilir” denilmesi; çağdaş görünmek adına, gayriinsanî bir hâle, ikiyüzlülüğe ve hatta bir tür münafıklığa düşülebildiğini göstermektedir. (Gerçekten, toplumsal hastalıklarımızdan biri ikiyüzlülüktür ve bu da çevreye “gizli gündem” endişesi vererek sosyolojik ve siyasî krize sebep olmaktadır). O halde bu ve benzeri problemlerin çözümü için teklifim şudur: Televizyon, radyo ve gazetelerin yayınlarında hataları önlemeye yönelik danışmanlık hizmeti almak üzere din uzmanları istihdam etmeleri teşvik edilmelidir. Aynı şekilde İletişim fakültelerinde de lisans seviyesinde seçmeli din dersi okutulmalıdır.
-SON-
Prof. Dr. Ahmet Battal Gazi Ünv. Ticaret ve Turizm Eğitim Fakültesi Banka ve Ticaret Hukuku Öğretim Üyesi |
16.11.2009 |