Dizi Yazı |
|
‘HABER TÜRK’ PROGRAMINDAKİ ÇARPITMALAR VE ÇELİŞKİLERE CEVAP - 7 |
Risâle-i Nur hakkındaki bir lâhika mektubunda, Risâlelerdeki Türkçe târif edilir. “Risâle-i Nur anlaşılmıyor” diyenlerin yaman çelişkileri
“BU KADAR VECİZ VE BELİĞÂNE İFÂDE BEDİÜZZAMAN’A MAHSUSTUR”
Risâle-i Nur hakkındaki bir lâhika mektubunda, Risâlelerdeki Türkçe târif edilir. Kur’ân tefsiri Risâle-i Nur’un bir duâ, tebliğ, zikir, fikir, hakikat kitabı olmasının yanı sıra, mantık, kelâm, ilâhiyat, teşvik-i san’at ve belâgat ile eşyanın hakikatini, imanın esaslarını, Allah’ın varlığını ve birliğini izâh ve ispat eden eserler olduğu yazılır. (Emirdağ Lâhikası, 85-87) Şu devrede Türk dilinin sadmeler geçirmesine karşı, Türkçenin aslına döneceği, Risâle-i Nur’daki gerçek ve asıl Türkçenin lisânda da önder olacağı ve öne çıkarak üstünlüğü elde edeceği tesbiti yapılır. Aslında Nur Risâlelerinin edebiyatta da şâheser oluşu, müellifi Said Nursî’ye, zamanın eşsizi anlamına gelen “Bediüzzaman” ünvânını lâyık gören çağdaşı ilim ve fikir adamlarının, edebiyat ustalarının takdiriyle sabittir. İmanî, içtimaî, ahlâkî, hukukî, felsefî ve tasavvufî en mühim mevzulara izâhlar getiren Risâle-i Nur Külliyatının, aynı zamanda Türkçenin zirvesinde te’lif edilen bir kültür ve edebiyat külliyatı olduğu, önde gelen edebiyatçılarca belirtilir. Mısırlı âlim Şeyh Bâhid Efendinin, “Avrupa ve Osmanlı devleti hakkında ne düşünüyorsunuz, fikriniz nedir?” sualine Said Nursî’nin cevabı, bunun bir örneğidir. Bediüzzaman’ın, “Avrupa bir İslâm devletine, Osmanlı da bir Avrupa devletine hamiledir; bir gün gelip doğuracaklardır” özlü ifâdesine karşı Şeyh Bâhid Efendinin, “Bu kadar veciz ve beliğâne bir tarzda ifâde etmek ancak Bediüzzaman’a mahsustur” takdiri, bunun açık bir ifâdesidir. Büyük şâir Ali Ulvî Kurucu, “kalblerde, ruhlarda, vicdan ve fikirlerde kudsî bir ideal halinde insanlıkla beraber yaşayacak olan din hissinin, îman şuurunun, ahlâk ve fazîlet mefhumunun asırlara, nesillere telkini ile meşgul olan bir dahî, candan ve cihandan geçen bir mücâhid” diye tavsif ettiği Bediüzzaman’ın edebî cephesini şu sözlerle anlatır: “Üstad, zevk inceliği, gönül hassasiyeti, fikir derinliği ve hayal yüksekliği bakımından harikulâde denecek derecede edebî bir kudret ve melekeyi hâizdir. Ve bu sebeple, üslûp ve ifâdesi, mevzua göre değişir. Meselâ, ilmî ve felsefì mevzûlarda mantıkî ve riyâzî delillerle aklı ikna ederken, gàyet veciz terkipler kullanır. Fakat, gönlü mest edip, rûhu yükselteceği anlarda, ifâde o kadar berraklaşır ki, târif edilemez. Meselâ, semâlardan, güneşlerden, yıldızlardan, mehtaplardan ve bilhassa bahar âleminden ve Cenâb-ı Hakkın o âlemlerde tecellî etmekte olan kudret ve azâmetini tasvir ederken, üslûp o kadar lâtîf bir şekil alır ki; artık her teşbih, en tatlı renklerle çerçevelenmiş bir levhayı andırır; ve her tasvir, hârikalar hârikası bir âlemi canlandırır. “İşte, bu hikmete mebnîdir ki, bir Nur Talebesi, Risâle-i Nur Külliyatını mütalâası ile, üniversitenin herhangi bir fakültesine mensub da olsa, hissen, fikren, rûhen, vicdanen ve hayalen tam mânâsıyla tatmin edilmiş oluyor. “Nasıl tatmin edilmez ki? Risâle-i Nur Külliyatı, Kur’ân-ı Kerîm’in cihanşümûl bahçesinden derilen bir gül demetidir. Binaenaleyh, onda o mübârek ve İlâhî bahçenin nûru, havası, ziyâsı ve kokusu vardır.” (Tarihçe-i Hayat, 20-21)
RİSÂLELERDEKİ MÜSTESNÂ BİR EDEBİYAT VE BELÂGAT… “İkinci Mehmed Âkif” olarak bilinen Ali Ulvî Kurucu’nun Nur Risâlelerindeki güçlü edebiyat hakkındaki değerlendirmesine ilâveten edebiyatımızın medâr-ı iftiharı İstiklâl Marşı şâiri Mehmed Âkif Ersoy’un Bediüzzaman’ın edebiyat ve felsefedeki seviyesini anlatırken, “Victor Hugo’ları, Shakespare’leri, Descartes’ları misâl vermesi, Nur Risâlelerinin diline ilişenlere en açık cevaptır. Bunun içindir ki “Risâle-i Nur gâyet fasîh ve vecizdir. Sözün kıymeti; îcazındadır, kısalığındadır” değerlendirmesinde bulunan mümtaz Nur Talebesi Zübeyr Gündüzalp ise Bediüzzaman’ın eserlerindeki hususiyet ve inceliği şu cümlelerle açıklar: “Risâle-i Nur’da, müstesnâ bir edebiyat ve belâgat ve îcâz, nazîrsiz, câzib ve orijinal bir üslûp vardır. Evet, Bediüzzaman zâtına mahsus bir üslûba mâliktir. Onun üslûbu, başka üslûplarla muvâzene ve mukayese edilemez. Eserlerin bâzı yerlerinde, edebiyat kaidesine veya başka üslûplara nazaran pek münâsip düşmemiş gibi zannedilen bir noktaya rastlanırsa, orada gâyet ince bir nükte, bir îmâ veya ince bir mânâ veya hikmet vardır. Ve o beyân tarzı, oraya tam muvâfıktır.” (a.g.e, 717) Ve bunun içindir ki, “Risâle-i Nur’un gıda hükmündeki hakikatlerinden hem akıl, hem kalb, hem ruh, hem nefis, hem his, hisselerini alabilir. Çünkü ondaki iman-ı tahkiki ilimleri, başka ilimlere ve maariflere benzemez. Akıldan başka çok letâif-i insaniyenin nurlarıdır” diyen Bediüzzaman, “aceleciler”e “yavaş yavaş okumalarını” tavsiye eder; “teenni ve dikkatle okumaya” dâvet eder. (Emirdağ Lâhikası, 59) Yine bunun içindir ki, “doğrudan doğruya Risâle-i Nur’un yüksek hakikatlerini ve kemâlatını çekinmeyerek ruh-u canıyla herkese ilân eden muallim, âlim, şâir, edebiyatçı Hasan Feyzi Yüreğil “Ey Risâle-i Nur!” başlıklı mektubunda, “Fasih ve beliğ nüshalarının şimdiye kadar bir eşi ve bir benzeri görülmüş müdür?” diye hitap eder. Risâle-i Nur’un “Türkî ibâreli” olduğunu nazara verir; “Türkçemiz seninle iftihar edip dolmakta, kabarıp şişmekte ve her lisan üstüne bağdaş kurup oturmaktadır” diye Nur Risâlelerinin edebiyatta açtığı muazzam yolu tasvir eder. Türkçeyi daha da zenginleştiren Nur Risâlelerinin “Türk milletinin ve Türkçenin medâr-ı iftiharı olduğunu” yazar…
ÂYETLERİN BÜYÜK BİR SAN’AT VE MAHARETLE TÜRKÇEYE TEFSİRİ… Bediüzzaman, “Kur’ân-ı Hakîmin nurlar mâdeninden iktibas edilen Türkçe lisânıyla neşrettiği eserleri”yle iftihar eder. (Mektûbat, 411) Ve bütün hayatını bu milletin saadetine hasredip “yüzer Risâle, o milletin Türkçe olan lisanıyla neşredip milletin tenvir edildiğini (nurlandırıldığını, aydınlatıldığını) belirtir. (Lem’alar, 178) Bundandır ki, “Risâle-i Nur’daki âyetler, Kur’ân-ı Hakîmin en büyük mu'cizesi olan hususiyetleri kaybettirilmeden, büyük bir san’at ve maharetle Türkçemize tefsir edildiği için, Risâle-i Nur’u kadın, erkek, memur ve esnaf, âlim ve filozof gibi her türlü halk tabakası okuyup anlamakta. Kendi istidatları nisbetinde gördükleri istifadeler karşısında ona bir kat daha sarılmaktalar… Bundandır ki, “Liseliler, üniversiteliler, profesörler, doçentler, filozoflar okumakta. Bu münevver sınıflar, fevkalâde istifade ettikleri gibi, Risâle-i Nur’un harikulâdeliğini ve telif san’atındaki üstünlüğünü tasdik edip hayretler içerisinde bütün külliyatı okumak iştiyakına sahip olmaktalar.” (Şuâlar, 472) Bundandır ki en büyük bir İslâm mütefekkiri ve müellifi olan Bediüzzaman’ı, komünist ve masonlar millete, bilhassa gençliğe tanıtmamaya çalışmışlardır. Fakat uyanık Türk-İslâm milleti ve gençliği, o din kahramanı Üstadı tanımış, istifade etmiş ve ettirmiştir. Ve yine bundandır ki, Bediüzzaman, Risâle-i Nur’un kitapları arasında Arapça yazılan iki eser olan İşârâtü’l-İ’câz’ın ve Mesnevî-i Arabî’nin Türkçesini “Rahmet-i İlâhiyenin bir ihsanı” olarak kabul eder. (Emirdağ Lâhikası, 399)
“HÂRİKA, MUAZZAM, MUHTEŞEM, VECİZ VE CEM’İYETLİ BİR ESER” Keza Nur Risâlelerinin “sadeleştirme” perdesinde kudsî ve mübârek lâfızlarının değiştirilemeyeceği hakikati de bunun içindir. Gerçek mânâların hazinesi olan Risâle-i Nurlar için “sadeleştirme” ameliyesinin hiçbir suretle uygulanmayacağı ve bunun bir “tahrif” olacağı kanaatinin ana fikri budur. Bu bakımdan Risâle-i Nur araştırmacısı Abdülkadir Badıllı’nın ifâdesiyle, “öztürkçecilik” hastalığıyla Risâlelerin sadeleştirilmesini, “inadî ve zorakî bir tarzda bir tahrif olduğunu”, bunun “Risâlelerdeki canlı, hakikatli, her tarafı şuurlu ve çok ince ve nazdar, mânidar lâfızları kaybettireceğini” belirtir. Sadeleştirilerek onun yerine ikame ettirilmek istenen kelimeleri, “derisi soyulmuş meyveler misali nurlu mânâlarından mücerred, donuk, bozuk, nursuz, ruhsuz adî boncuklar” olarak niteler. Keza Risâleleri sadeleştirmekle, eserin üslûbunu, ifâde tarzını tamamen bozduğunu, mukaddes mânâlarını uçurduğu nazara veren Zübeyr Gündüzalp, Necip Fazıl’a gönderdiği mektupta, “Risâle-i Nur; hârika, muazzam, muhteşem, veciz ve cem’iyetli bir eser külliyatı olması hasebiyle, ta’dilat yaparak neşrine râzı olmak mümkün değildir. Tanıyan idrâkli gençlik tarafından aşk derecesinde sevilen, şirin, lâtif, zarif ve müstesna üslûbu altüst ediyor” gerçeğini bildirir. Okuyanların, “halis Türkçe” olan Risâle-i Nur’daki Kur’ânî kuvvetli üslûbunu anlamalarına ve takdirlerine karşı, “Haber Türk” televizyonundaki tarihçilerin, “anlamıyoruz” demeleri, doğrusu bütün bu tesbitler karşısında çok garip kaçmakta, insanı hayretler içinde bırakmakta…
“TÜRK-İSLÂM DÜNYASINDA EN FAZLA ETKİ YAPAN BİR ÂLİM” İSE… Hakikaten milyonlarca insanın, gençliğin iştiyakla okuduğu bir şâheserin “okunmadığını” ve “anlaşılmadığını” iddia etmenin hiçbir ilmî ve sosyolojik gerçeği ifâde etmediği, tamamen bir saptırmadan ibâret olduğu ortada… Bediüzzaman’ın edebiyat ve üslûbunu idrâk için öncelikle Risâleleri okumak gerekiyor. Her dinî ilmin bir terminolojisi ve bir literatürünün olduğunu çok iyi bilenlerin, dinî ve akâidî ilimlere dair terimleri inkâr edercesine, “mânây-ı harfî” gibi tâbirleri “anlamıyoruz” diye istihza etmeleri, doğrusu çok ayıp ve sığ kaçmıştır… Belli ki Bediüzzaman’ın eserlerini okumamışlar. Çünkü okusalardı, Bediüzzaman’ın “mânây-ı harfî”nin mânâsını açıkladıklarını göreceklerdi. Veya en azından bir lügata baksalardı, mânây-ı harfinin, “bir şeyin başka şeyi tanıtması, başka mânâları okutması, bildirmesi” olduğunu, kelâm ve tevhid ilmi ıstılâhında, “bir şeyin kendisini değil de san'atkârını, ustasını, sahibini, yani Yaratıcısını bilip tanıttırma mânâsını verdiğini” bileceklerdi. “İmanı kuvvetlendirmeye çalışıyor” dedikleri Said Nursî’nin, eşyanın hakikatini ve yaratılışı açıklarken, anlamını açıkladığı “mânây-ı harfî”nin mânâsını anlayacaklardı… Medresede yetişenlere örnek olarak “dinden çıkmak”la yargılanan Turan Dursun’u örnek vermeyecekler, milyonlarca mensubu olduğunu kabul ettikleri Said Nursî’nin “Türkiye’nin dinî hayatına damgasını vurmadığı” gülünçlüklere ve sathiliklere sapmayacaklardı. Türkiye’den İslâm dünyasını etkileyen birinin çıkmadığını iddia edip, Şam’dan Kahire’ye İslâm âleminin çeşitli merkezlerindeki “Bediüzzaman sempozyumları”nı, ilmî toplantılarını görmezden gelmeyeceklerdi. Hele Bediüzzaman’ın, Seyyid Kutup, Muhammed İkbal, dahası Hamidullah ve “modernist-Kemalist” dedikleri Fazlürrahman kadar etkili olmadığı saçmalığını ileri sürmeyeceklerdi. Önyargı ve çarpıtmanın iflâh olmaz illetinin esiri olmayacaklardı… Sahi, İslâm ve Batı dünyasından yüzlerce ilim adamının Bediüzzaman ve Nur Risâleleri için yaptığı değerlendirmeleri gözardı ederek, Bediüzzaman’ı Nihal Atsız’ın “bir-iki makalesiyle-saldırısıyla” yorumlamaya kalkışmanın mantığı nedir? Gerçekten “Haber Türk”teki “Teke Tek” programında, Demokrat Parti’nin 14 Mayıs 1950 seçimlerinin ardından iktidara gelir gelir-gelmez ilk icraat olarak Meclis’e sunduğu “Ezânın serbestçe okunması”na dair kanuna CHP’nin muhalefet edemeyişini, “Ezânın aslına çevrilmesi teklifini CHP verdi” uydurması gibi, gerçeklerin çoğu yerde tersyüz edilip çarpıtılmasının gereği nedir? Önce “Said Nursî İslâm dünyasında ve hatta Türkiye’de bir etki yapmamış” diyenler, programa verilen aradan sonra, bu kez “Said Nursî etki yapmamış demiyoruz; tabi ki 20. yüzyılda Türk- İslâm dünyasında en fazla etkiyi yapmış âlimdir” demek durumunda kaldılar. Peki, kendi ifâdeleriyle onbinlerce tepki ve ikaz mesajı karşısında panikleyip bunalarak çark edenler, neden gerçekleri teslim etmekte zorlanıyorlar? Ne zorları var?
“RİSÂLE-İ NUR ANLAŞILMIYOR” DİYENLERİN YAMAN ÇELİŞKİLERİ… Gerçek şu ki “Haber Türk”teki programa, Nur Risâlelerini okuduklarını söyleyen “konuşmacılar”ın son demde düştükleri tenâkuzlar, Risâle-i Nur’u okumadıklarını ya da okudukları ve anladıkları halde bile bile “anlaşılmıyor” iddialarının çürüklüğünü ortaya koydu. Ve bütün seyirciler, “konuklar”ın tezâdını ve tıkanıklığı ibretle seyretti… Programın yöneticisi Fatih Altaylı’nın, yağan seyirci mesajlarını “abuk-sabuk” diye hafife alıp, ardından ekrâna yansıyan açık bir tutukluluk haliyle “konukları”yla kısa bir süre bakıştıktan sonra, “Bundan sonra bu konuda program yapmayacağız; bugün erken bitirelim, zaten Hoca’nın (İlber Ortaylı’nın) uykusu geliyor…” diye programı apar-topar erkenden kapatması, aslında bir seyircinin ifâdesiyle “seviyesiz tartışma”nın akıbetini ortaya koyuyordu. Milletin gözünün içine baka baka, bir yandan “Elbette çok etkisi olmuştur” dedikleri, diğer yandan “okunmuyor, anlaşılmıyor” iddiasında bulundukları Said Nursî’nin eserlerinin, Anadolu’da, İslâm dünyasında ve hatta Avrupa’da, Amerika’da, Asya’da ve Uzakdoğu’da milyonlarca insan tarafından okunduğu gerçeği karşısında saplandıkları “yaman çelişki”den her şeyi gözler önüne serdi. Altaylı’nın, seyircilerin ardı arkası kesilmeyen ısrarlı e-mailleri üzerine, programın sonunda “Biz de anlamıyoruz; hem okunmuyor, anlaşılmıyor; hem de bu kadar çok okunuyor ve anlaşıldığı bildiriliyor. Bu nasıl oluyor? Biz de bu çelişkiyi çözmeye çalışıyoruz” demesi; ve programı tereddütlerle, “istifhamlar”la bitirmesi, aslında bile bile sürüklendikleri çelişkilerin ve çıkmazın ikrarıydı… Altaylı, Bediüzzaman’ı bilmeyenleri, Said Nursî’nin eserlerini doğru dürüst okumayanları, salt kulaktan dolma uydurma yorumlarla konuşanları değil; Said Nursî’yi, eserlerini okuyanları, bilenleri, gerçekleri çarpıtmayanları, doğrular karşısında önyargılı olmayanları ve çelişkilere düşmeyenleri de konuşturmalı… Eğer, gerçeklerin ortaya çıkmasını isteyen, doğruların kamuoyuna duyurulmasına çalışan araştırmacı bir gazeteci ise… CEVHER İLHAN [email protected] |
30.10.2009 |