Dizi Yazı |
|
Dünyanın en önemli geçiş noktası: Panama |
New York’ta hiçbir ülkede karşılaşmadığım kadar Türk vatandaşları ile karşılaştım. Yanaştığımız limanda görevli vatandaşlarımız da vardı. Gemimize geldiler. Ne de olsa Türk gemileri vatan toprağından sayılır. Bol bol sohbet ettik. Gurbet ilde zor bulunabilen Türk mutfağının yemeklerinden yedik. Bu arada benim için en güzel hatıralardan biri olan ve 10 yıldır görüşemediğimiz eski bir asker arkadaşımı davet ettim. Sağ olsun beni kırmadı ve geldi. İlk defa gemiye çıkıyormuş. Uzun yıllar görüşemediğimiz için hasret giderdik, müşterek dostlarımızdan bahsettik. ABD’ye gelirken yeşil kart çıkarmıştı ve bu yeni hayat için herkesin olumlu baktığını bir tek benim karşı çıktığımı söyledi. Gerçekten de o zaman öyle düşünüyordum ve dünyanın kalbinin Türkiye’de hatta İstanbul’da attığını ifade ederek ülkeden ayrılmamasını istemiştim. Şimdi de farklı düşünmüyorum ya! Neyse, yine de herkesin düşüncesine saygı duyuyorum. Bana bu ülkede başörtüsü sorunu olmadığını ve çocuklarının okulda gayet rahat olduğunu söyledi. Fakat bu ülkede yaşamak çok zormuş. Birkaç defa iş değiştirmek zorunda kalmıştı fakat yine de halinden memnun olduğunu söyledi. Yeni Asya International, New York’a da geliyormuş. Risale-i Nur külliyatından ve Yeni Asya eserlerinden burada da istifade ettiğini söyledi. Gazetemize internet aracılığı ile zaten kolayca ulaşmak mümkün. Kısacası birimiz şarkta birimiz garpta da olsak kalplerimiz bir noktada çarpıyor. Rabbim, bütün kardeşlerimizin işlerini dünyanın neresinde olursa olsun muvaffak etsin, hizmetlerde daim ve ihlâslı kılsın. Âmin. Bu arada gemimize işi icabı gelen vatandaşlarımız da oldu. Bir tanesi yük hesaplamasında görevliydi ve sık sık “bu ülkeye neden geldim?” diye kendine soru sorduğunu söyledi. Amerikalı bir hanımla evliymiş. “Dini konularda sıkıntı çekiyor musunuz?” diye sordum. Benim dinle alakam yok dedi. Fakat eşi katolikmiş ve dindarmış. Kendisine “ölüm var gerisi yalan” diyerek dünyanın fani olduğunu ve biz insanların bir oyun ve oyalanmadan ibaret olan dünya hayatına aldanmaması gerektiğini anlattım. Beni sadece dinledi her hangi bir yorum yapmadı. Sabahın erken saatlerinde işe gidip gece yarısına kadar çalıştığını söyledi. Adeta robotlaşmış bir görünüm sunuyordu. Eğer, diğer çalışan insanların durumu da böyle ise gerçekten üzülmemek elde değil. Bu ülkede insanlardan gücünün son noktasına kadar yararlanıyorlar. Belki daha çok para veriyorlar ama Türkiye’de çalıştığı sürenin en az iki katı kadar çok çalıştırıyorlar. Sosyal hayat neredeyse yok gibi. Makineleşmiş ve duygusuz bir hayat ile karşı karşıya olduğumu fark ederek ülkemin güzelliklerinden dolayı Allah’a şükrettim. Vatanımızdan ayrılıp gurbet illerde daha fazla para kazanacağım diyenlerin kulakları çınlasın. Bir kere artık önümüzde “fırsatlar ülkesi Amerika” yok. Ekonomik krizin etkilerini her gün çok daha yüksek bir oranda hisseden bu ülke insanları artık çok mutsuz. Yeni seçilen başkanları Obama’nın da yapacağı fazla bir şey yok. Zira hızlı bir şekilde çürümeye ve kokuşmuşluğa yuvarlanan bu ülkenin zirvedeki sonu gelmiş gibi görünüyor. New York şehri en çok ikiz kulelerin (Dünya Ticaret Örgütü Gökdelenleri) kimin yaptığı tam da belli olmayan bir terörist saldırı sonucu yıkılması ile gündeme geldi. Bu eylem o derece dünya gündemini değiştirdi ki; insanın aklına Kur’ân’da kıyamete yakın bir zamanda harap olacağı bildirilen Seddi Zülkarneyn’i hatıra getiriyor. Bediüzzaman Muhakemat isimli eserinde Ye’cüc ve Me’cüc taifesini tarif ederken “…kıyamette böyle nev-i beşerin hercü mercine (allak bullak olmasına) sebep olacaktır” demektedir. Allahu âlem ikiz kulelerin yıkılması bu dehşetli anarşist taifenin böylesine meşhur bir olayla ortaya çıkmasına delâlet ediyor olabilir. O halde terörizme karşı biz Müslümanların da tetikte olması ve anarşizme sebebiyet verecek her türlü davranıştan uzak durma sorumluluğumuz var. Seddi Zülkarneyn deyince Türkiye- İran-Pakistan’ın oluşturduğu ve Marksizmin yayılmasının durdurulduğu “yeşil kuşak” da akla gelebilir. Zira bu kuşağın ya da bir başka ifadeyle seddin çökmesi sonucu bu ülkeler civarlarında türeyen teröristler bütün dünyayı allak bullak etmeye devam ediyor. Ahir zamanda çıkacağı bildirilen dehşetli anarşistlik ve terör belası şimdiden dünyanın en büyük tehlikelerinden birini oluşturuyor. Bediüzzaman’ın “müsbet hareket” düsturları bu zamanın gayet tehlikeli bu terör hastalığından korunmada en önemli çare olarak kendisini göstermektedir. Newark’a yaklaşık yarım gün süren bir seyirden sonra vardık. Burada kalan yükümüzü yükledik ve yakıtımızı almak üzere Verrezano köprüsünün dibine demirledik. Yakıt aldığımız yerin hemen önünden yolcu vapurları kalkıyordu. İnsanların büyük kalabalıklar halinde işe gidip gelmeleri bana Amerikan halkının yapısını hatırlattı. Evet, dünyanın en kolay ajite edilebilen yani kışkırtılabilen halkı bu insanlardır. Hiçbir çıkarları olmadığı halde sırf silâh tüccarları para kazansın diye yıllarca kullanılmışlardır. Bir yazımdan alıntı yaparak bu konuyu daha da açmak istiyorum. Amerikan halkının yapısını anlamak için en az bir yüzyıl geriye gitmek gerekiyor. Evet, yüzyıl önce dünyayı aldatmak çok daha kolaydı. Masa üzerinde yapılan hesaplar ve çizilen sınırlar kolaylıkla senaryo haline getirilerek adeta bir sinema filmi kolaylığında uygulanabiliyordu. Fakat teknolojinin gelişmesi ve insanların uyanması ile birlikte insanları etkilemek veya bir başka deyişle aldatmak artık kolay değil. Buna mukabil hâlâ insanları kandırarak eskiden olduğu gibi at oynatacağını sanan akılsız yöneticilere de rastlamak yine de mümkündür. Son yüzyılın en önemli ülkesi, üzerinde güneş batmayan İngiltere’nin yerini alan ABD olmuştur. Bu ülke kızıl devrimin vahşeti sayesinde batı ittifakının yanında yerini almış ve halkın çeşitli kışkırtma yöntemlerine kurban gitmesi sonucu I. Dünya savaşına girmişti. Fakat savaş sonunda ülke menfaati için hiçbir şey elde edememişti. Üstelik ülke sayısız asker kaybetmiş ve büyük bir ekonomik krize (1929 Krizi) girmişti. Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yermiş misali ABD, II. Dünya savaşına girmek istemiyordu. Halk, Avrupa devletlerinin birbirini boğazlamasına “bize ne!” diyerek seyirci kalıyor, savaş tüccarlarının büyük baskısına rağmen savaşa katılmaktan çekiniyordu. Fakat insanları kolaylıkla aldatmak o tarihlerde de mümkündü. Nitekim savaş spekülatörleri, Japonya’yı kışkırtarak “Pearl Harbour” baskınını gerçekleştirdiler. Baskın neredeyse tamamen bir ABD senaryosu idi. Zira ekonomik olarak köşeye kıstırılan Japonya’nın hammadde ihtiyaçları tamamen kesilmişti. Aynı zamanda Japon şifre cihazını ele geçiren Amerikalılar, Japonları adeta savaşın içine ittiler. Baskını önceden bilen ABD yönetimi, savaşın en önemli silâhı olan uçak gemilerini deniz üssünden uzaklaştırdılar. Japonlar eskimiş ve işe yaramaz hale gelmiş olan Pearl Harbour’a başarılı (!) bir baskın düzenlediler. Savaş ilan edilmeden yapılan bu baskın savaş tacirlerinin işine yaramış Amerikan halkı bir anda savaş çığlıkları atmaya başlamıştı. Baskından sonra Alman Hükümeti de çok büyük bir yanlış yapmış, uyuyan devi uyandırarak ABD’ye savaş açmıştı. ABD’nin savaşa girmesi ile savaşın yönü birdenbire değişmiş Japonlar ve Almanlar yenilgiye uğratılmaya başlanmıştı. Artık sahnede ABD ve daha sonra onun yardımları ile savaştan güçlenerek çıkan Sovyetler Birliği vardı. Bu iki ülke daha sonra rakip oldular. Soğuk savaş yıllarında cereyan eden Vietnam savaşı Amerikalılarda büyük bir sarsıntıya yol açmıştı (Vietnam Sendromu). İnsanlar savaşın dehşetinden ürkmüş barış içinde yaşamayı arzulamaya başlamıştı. Daha sonraki yıllarda komünizm de çökmüş ve Sovyetler dağılmıştı. Her şey çok daha iyi iken bazı tüccarlar bu durumdan pek memnun değildi. Savaş sanayinin belkemiği olan silâh fabrikaları artık bir bir kapanmaya başlamıştı. Fakat şahinler kanadı yeni bir senaryo yazmıştı ve savaşa yol açacak yeni yöntemleri icat etmekten geri kalmamışlardı. 11 Eylül saldırısı yapıldı ve yeni bir düşman icat edildi. Artık ikiz kuleleri yıkan radikal Müslümanlar, komünizmin yerini almışlardı. Hemen Afganistan’a saldırıldı. Fakat bu savaş silâh tüccarlarının karnını doyuramamıştı. 1. ve 2. Körfez Savaşı kışkırtılarak sonunda Irak’a girildi. Artık petrolü ve stratejik önemi büyük olan Ortadoğu’yu kontrol etmek çok daha kolay hâle gelmişti. Fakat çok önemli bir şey unutulmuştu. İnsanları aldatmak artık eskiden olduğu gibi kolay değildi. İnsanların yarısı 11 Eylül olayının ABD’nin yeni bir saldırı bahanesi olduğunu düşünüyordu. Bu büyük terör olayının gerçekleşebilmesi için bir terör örgütünün altından kalkamayacağı kadar çok paraya ihtiyaç vardı ve Usame Bin Ladin gibi daha önce ABD çıkarları için çalışmış insanlar gerekiyordu. Sonuçta kuleler yıkılmış ve Afganistan ve Irak’a girilmiş plan başarı ile tatbik edilmişti. Fakat unutulan bir gerçek vardı ve bu sebeple ABD hem ekonomik krize girmiş hem de bütün dünyanın nefretini kazanan bir ülke haline gelmişti. Peki, bu gerçek neydi? Cevap: Yeni dünya düzeninin en önemli silâhı olan “belâgat ve cezalet” bir başka ifadeyle retorik adı verilen etkili konuşma sanatı. Bediüzzaman yıllar önce bunun ahir zamanda en mergup meta olacağını söylemişti. ABD’nin, elindeki her türlü teknolojiyi ve medya aracını en üst düzeyde kullanma imkânına sahip olmasına rağmen büyük bir ekonomik krize girmesinin sebebi işte buydu. ABD başkanı Bush, bırakın etkili konuşma sanatını, doğru dürüst iki kelimeyi bile bir araya getiremiyordu. Öylesine çok gurur ve kibir sahibi idi ki çok büyük yanlışları pervasızca işlemekten çekinmiyordu. Amerikan halkı geç de olsa yıkıma gittiğini gördü ve olmayacak bir değişikliği gerçekleştirdi. Başkan olarak bir siyahı hatta Müslüman bir babadan doğan bir insanı başkan yaptı. Bakalım Obama, ABD’yi gelmiş olduğu yıkımın eşiğinden çevirecek mi? Zaman içinde göreceğiz. Lakin başarılı olacağını ve eski ABD’yi yeniden doğurabileceğini zannetmiyorum. Bu düşünceler ile New York’tan ayrıldık ve yeniden Atlantik’e açılarak Çin’e doğru yol almaya başladık. Yolumuz üstünde öncelikle geçmemiz gereken Panama Kanalı vardı.
Panama Kanalı Karayip Denizinde birkaç gün fırtına yedikten sonra nihayet Panama Kanalı’na ulaşabildik. Burada önce dış limana demirledikten sonra iç limana girerek tekrar demirlememizi istediler. Fakat istenilen yer oldukça kalabalıktı fakat buna rağmen büyük bir gemi kanala giriyordu ve onun boşalttığı yere demirledim. Akşama doğru kılavuz kaptan geldi ve birlikte Panama Kanalına giriş yaptık. Kısa bir süre Kanal’da ilerledikten sonra ilk doka giriş için hazırlıklarımızı tamamladık. Gerçi burada bütün işleri Kanal işçileri yapıyordu. Bizim gemiciler sadece nezaret etmekteydiler. Fakat oldukça geniş olan gemimiz (28.5 metre) dokları dolduruyordu. Dikkatli bir şekilde manevra yapmak gerekiyordu. Ayrıca makinaya gemi üzerindeki ataleti azaltmak için kuvvetli yol vermek zorunda kalıyorduk. Hazır yeri gelmişken Kanal hakkında bazı bilgiler vereyim Panama Kanalı Atlantik ile Pasifik okyanuslarını birbirine bağlayan dünyanın en önemli geçiş noktalarından birisidir. Süveyş Kanalı gibi düz değildir. Yani doklara girerek 35 metre deniz seviyesinden yukarı çıkılır ve Gatun gölüne girilir. Hiç aklınıza geldi mi bilmem ama biz bu şekilde gemi ile dağlara tepelere çıkmış oluyorduk. Gemimiz 35 metre yükselerek Gatun gölüne çıkmıştı. Aynı yöntem Kuzey Amerikadaki Göller bölgesinde de kullanılır. Deniz seviyesinden yüksekte olan göllere ulaşmak için dok adı verilen havuzlara girilir ve gemiler kapakları kapatılan havuzlarda yükseltilirler. Keza bu yöntem Avrupa’nın birçok limanında da uygulanan yöntemdir. Bu geçiş yönteminde Süveyş Kanalı gibi toprak kazınarak kanal açılmıyor, gemiler yükseltilerek kara üzerinde yürütülmesi sağlanmaktadır. Yine yeri gelmişken bu yöntemi ilk kullanan kişilerin Türkler olduğunu belirtmekte yarar görüyorum. Evet, Fatih Sultan Mehmet, İstanbul kuşatması esnasında gemileri Boğazdan Haliç’e karadan taşıtarak fethin başarılı olmasını sağlamıştır. Daha sonra ünlü Türk denizcisi Turgut Reis, Cerbe Adasında Haçlı donanması tarafından kuşatılmış iken yine gemilerini karadan yürütmüştür. “Turgut Reisi kıstırdık, gelin görün” diye bir çeşit kutlama törenine gelen Avrupa’nın feodal beyleri Turgut Reis’in bu inanılmaz buluşu sayesinde birer birer avlanmıştı. Daha sonra liman içinde Turgut Reis’i bekleyen Haçlı donanmasına büyük bir baskın düzenlenmişti. Başarılı geçen bu baskın sonrasında Akdeniz’de Türk bayrağından başka bayrak dalgalanmaz olmuştu. İşte ilk örneklerini Türklerin gerçekleştirdiği karadan gemi yürütme işlemi bugün başta Panama Kanalı olmak üzere dünyanın bir çok yerinde gerçekleştirilmektedir. Dinine dört elle sarılan Türkler, denizcilik başta olmak üzere her konuda dünyanın ilim öncüsü olmuşlardır. Fakat ne yazık ki manevi değerlerinden yoksun kalan milletimiz yavaş yavaş denizcilik bir tarafa bütün güzel değerlerini yitirmeye başlamıştır. Eğer tekrar o saffetli günlerimize dönmek istiyor isek dinimize sımsıkı sarılmalı ve kadın erkek ilim öğrenmeyi farz kılan inancımızın gereklerini yerine getirmeliyiz. Aksi takdirde içine düştüğümüz felaketlerden asla kurtulamayız, vesselam. Her ne ise biz yine yolculuğumuza geri dönelim. Üç sıra doka (havuza) girdikten sonra gölde ilerlemeye devam ettik ve diğer gemileri beklemek üzere tekrar demir attık. Sabahleyin geçişe devam edeceğimiz bildirilmişti ve bu durumdan bütün denizci arkadaşlarımız memnun olmuştu. Zira oldukça yorulmuştuk ve o gece güzel bir uyku çektik. Ertesi gün, demir alarak kanalda ilerlemeye başladık. Kanal etrafı yemyeşil olan bitki örtüsü ile çevrilmişti. Manzara gerçekten de görülmeye değerdi. Bu yüzden bir çok turist hem bir mühendislik harikası olan bu kanalı görmeye geliyor hem de güzel bir manzara seyrediyordu. Bu maksatla Kanal çıkışında bir bina inşa etmişlerdi. Onlar bizim resmimizi çekti bizde onların. İşte bir tanesi: Yaklaşık 8 saatlik bir seyirden sonra bu sefer tekrar deniz seviyesine inmek için doklara girdik. Bu sefer doklar bir tane üçlü değil bir ikili bir de tek havuzlu idi. Doklardan deniz seviyesine indikten sonra bu sefer kanalda bir müddet ilerledik ve Panama Şehrinin hemen yanından Büyük Okyanusa doğru seferimize devam ettik.
— DEVAM EDECEK — |
20.10.2009 |