Dizi Yazı |
|
Çin'in en büyük problemi inançsızlık |
Tam 35 günlük pasifik yolculuğundan sonra Çin’e varmıştık. Tahliye limanımız Nantong idi. Bu limana Cang Jiyang Kou adı verilen bir nehirden varılabiliyordu. Eskiden “Sarı Nehir” adı verilen bu nehir üzerinde yaklaşık 15 saatlik bir yolculuk yaparak liman önünde demirledik ve yanaşacağımız rıhtımın boşalmasını bekledik. Çin ile ilgili anlatacak çok şey var lâkin bunların hepsini anlatmaya kalksam belki yüzlerce sayfalık yazı çıkacaktır. Bir başka husus ise benim anlattıklarımı bir başkası çok daha farklı bir şekilde anlatabilir. Benim “ak” dediklerime o, “kara” diyebilir. Aslında her ikimiz de gördüklerimizi anlatmakta olduğumuz halde bakış açılarımız farklı olduğundan insanlar “hangisi doğru?” diye çelişkiye düşebilir. Bu sebeple okuyucularımın yapmış olduğum değerlendirmelerde müsamahalı olmasını dilerim. Bir başka kişiden bambaşka şeyler duyduğunda da beni veya o şahsı kınamaması gerekir. Hepimiz gördüğümüzü söylüyoruz. Diğer bir husus da Çin, Hindistan gibi ülkeler çok büyük bir coğrafya üzerine kurulmuş. Doğusu başka, batısı bambaşka... Bir tarafı fakirlikten kırılırken diğer bir yerinde zenginlik hâkim. Bediüzzaman, bu hususu çok güzel örneklerle izah etmiş. Dalgıçlar bir define buluyor ve bulduklarını insanlara anlatıyor. Bir dalgıcın eline inci geçmiş bütün hazinenin inciden meydana geldiğini ifade eder. Diğeri altın ve gümüşten bir eşya bulmuş her şeyin gümüş ve altından olduğunu söyler. Hakeza her dalgıç kendi bulduğu definenin bütün defineyi kapsadığını zannetmektedir. Diğer bir temsilde ise gözleri görmeyen kişilerin bir fili tarif etmesi anlatılır. Elleri ile filin hortumunu fark eden adam fili bambaşka bir şekilde ifade eder. Bir diğeri filin kulaklarını hisseder ona göre fil bambaşka bir canlıdır. İşte insanlar bir şeyi tarif ederken doğruyu söylerler, lâkin onların gördükleri şeyler kendisine göre doğrudur. Kendi duyu organlarının kapasitesine göre değerlendirme yaparlar. Yani duyduğu, gördüğü, işittiği bir şey aslında bambaşka da olabilir. Onun gerçeği tamamen görememesi duyu organlarının sınırlı olmasından dolayıdır. İşte dinî konularda “otorite” olarak kabul edilen ve yalan söylemesi mümkün olmayan bazı büyük zatların, mânâ âleminde müşahede ettikleri şeyleri kitaplarında anlatırken diğer zatlarla çelişkiye düşmesi bu sebeptendir. Herkes doğruyu söylemektedir, fakat kendi bakış açılarına göre anlattıklarından dolayı bazen birbirleri ile çelişkili sözler söylemesi kimsenin tuhafına gitmemelidir. İşte benim Çin’de gördüklerim anlatılanlar ile bazen uyuşmamaktadır. Fakat ne yapayım, onlar öyle dedikleri için gördüklerimi nasıl değiştireyim. İyisi mi siz okuyucular hepimizi dinleyin, karar verirken hangisi aklınıza yattıysa ona göre davranın. Zübeyr Gündüzalp Ağabey “Eğer, teessür ve ıztırap karşısında kalpten bir parça kopmuş olsaydı, bir genç dinsiz olmuş haberi karşısında o kalbin atom zerratı adedince paramparça olması lâzım gelirdi” diyor. İyi ki Zübeyir Ağabey Çin’e gelmemiş. O şefkatli ve rikkatli Ağabeyimizin buradaki hâli görüp, rahat yaşayabilmesi mümkün olmazdı. Zira bir değil, beş değil, milyonlarca hatta bir buçuk milyar insanın inançsız ve başıboş yaşadığını gören bir kalp böyle dehşetli bir duruma nasıl katlanabilir. Cenâb-ı Allah, Kur’ân-ı Mu'cizül Beyan’da, “Cinleri ve insanları ancak Bana iman ve ibadet etsinler diye yarattım” diye buyurmaktadır. Evet, bu çok büyük âyetin sırrıyla insanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi, kâinatın yaratıcısı olan Allah’a iman edip, ibadet etmektir. İnsanın yaratılışı icabı üzerindeki en önemli vazife, Allah’ı bilmek ve O'nu tanımak, O'nun bir tek olduğunu tasdik etmektir. Fakat ne yazıktır ki insanlar dünyaya dalmış aslî görev ve vazifelerini unutmuşlardır. Bütün dünyada ve özellikle de Çin’de… Bazen sel gibi umumî afetler bize dünyaya gelişimizin hikmetini bildirdiği, mal ve mülk peşinde çok fazla koşmanın, kendini maddiyata bağlamanın anlamsız olduğunu bildirmesinden ötürü, dehşetli felâketler değildir. Asıl dehşetli felâket işte burada gördüğüm gibi sadece dünya için çalışıp durmak, aslî vatanımız olan ahireti unutmaktır. Hâlbuki ölüm çok yakınımızdadır hatta çok kısa zamanda bizi yakalayacak Hindistan’a, Antarktika’ya, nereye gidersek gidelim bizi bulacaktır. Ondan kaçış yoktur. Onu çağrıştıran kelimelerden, sözcüklerden ve rakamlardan kaçmakla ondan kurtulamayız. O halde merdane ölümü düşünüp onun mahiyetini anlamaya çalışmalıyız. Bu konuda başvurulacak en güzel kaynak Kur’ân’ın günümüz insanlarına karşı en güzel tefsiri olan Risâle-i Nur eserleridir. Eğer onu okuyup anlamaya çalışırsak Çin’deki gibi âleme maskara olmaz, gerçek bir insan gibi yaşamış oluruz. Evet, Bediüzzaman, insanı bir seyyaha, yani gezip görmeye çıkmış bir macerapereste benzetip kâinattaki her şeyden Yaratıcımızın varlık ve birliğine deliller bulmuştur. “Ayetül Kübra” adlı muhteşem eserinde iman hakikatlerinin önemini vurgulamış, bu hakikatler sayesinde inançsızlığın dehşetli, vahşetli ve karanlıklı cehaletinden kurtulacağını çok veciz bir şekilde izah etmiştir. Keşke bu güzel hakikatleri resmî rakamlara göre 1,3 milyar fakat gerçek rakamlarla 1,5 milyar olan Çinlilere anlatabilsek. “Emri bil ma’ruf nehyi anil münker” yani “Allah’ın emrettiklerini bildirmek ve yasakladıklarından sakındırmak” çok önemli iki farzdır. Yani her iman sahibi insanın yapmak zorunda olduğu görevlerdendir. İşte bu yüzden doğru dürüst konuşamadığımız hatta yazıları bile çok değişik olan bambaşka bir kültüre sahip bu insanlara bir şey anlatamamanın dehşetli bir ıztırabını yaşıyorum. Bunlar ile Çinceden başka hiçbir lisanla anlaşmak mümkün değil. Dünyada her insanın az çok bildiği İngilizce kelimelerden dahi hiçbir şey anlamıyor çoğu. Allah’tan gemide tercüman olarak gelen bir Doğu Türkistanlı var. Onun sayesinde hem tersanede hem de halkın içinde bir parça iletişim kurabiliyoruz. Bu tercüman arkadaş ve iş icabı gelen insanlara Çinlilerin inançlarını sordum. Bana “biz her şeye saygılıyız” ve “her yere gideriz” gibi bir cevap verdiler. Bazen Buda’nın tapınaklarına bazen kiliselere ve hatta camilere gidip ibadet ediyorlarmış. Budistler sayıca çok gibi görünüyor. Fakat komünizm onu da yıkmış. Bazen iyi de olmuş diye düşünüyorum. Zira reenkarnasyon inancı yani “ölümden sonra başkasının ruhuna girme” düşüncesi bir din bile sayılmaz. Fakat Budizm inancı da yok denecek kadar az. Dağların tepesinde bazı tapınaklar var. Giden gelen oluyor mu bilmiyorum... Fakat halk nezdinde fazla bir itibarları yok. Dinimizce Hıristiyanlar, “ehli kitap” sayılırlar. Yahudiler de öyle. Hıristiyanların Müslümanlıktan en büyük farkları bir Allah yerine inancı yerine teslis inancına sahip olmalarıdır. Bunun haricinde bize en yakın inanç sahipleri diyebiliriz. Ahirete, cennet ve cehenneme, meleklere, kitaplara inanıyorlar. Hıristiyanlar kendi dinlerinin tahrif edildiğinin farkında olsa bile bazı Müslümanların cehalet ve fakirliklerine bakıp Müslümanlıkla şereflenemiyorlar. Onları ne yapıp edip Tevhid dinine getirmek zorundayız. Belki bu sayede milyarlarca insan, ölümden ödü kopup taşa toprağa ibadet etmeyi bırakabilir. Batının biz Müslümanlara baktığı ve yanlış olarak telâkki ettiği gibi “bunlar gerçek bir iman sahibi olsalardı kan dökmez, hile yapmazlardı” imajını ne yapıp edip düzeltmek zorundayız. Zira Çinliler de bu propagandaya aldanıp gerçek kurtuluş reçetesi olan İslâm’dan uzak duruyorlar. Ben de Peygamberimizin (asm) duâsı olan Cevşen’deki gibi Rabbime duâ edip; “Sen her kusur ve noksan sıfatlardan münezzehsin, Senden başka ilâh yok ki bize imdat etsin. Eman ver bize, eman diliyoruz ve bizi ve bütün insanları Cehennemden azabından kurtar” diye duâ etmeyi en önemli görev sayıyorum. İşte Çin’de gördüğüm en önemli şey budur. Diğerleri ise gezi notları şeklinde değerlendirilebilecek hususlar. İsterseniz yolculuğumuza kaldığımız yerden devam edelim.
Nantong Nantong şehri yaklaşık 1 milyon nüfusu ile Çin’in gelişmekte olan kısmen zengin sayılabilecek bir bölgesi. Burada hayat Avrupa standartlarına çok yakın. Mağazalarda her şey var. Özellikle cep telefonları kapış kapış satılıyor. Fiyatlarına baktım, öyle hiç de ucuz değil. Marka fiyatları dünyanın her yeri ile aynı. Bu yüzden elektronik malzeme alırken Çin’den alış veriş yapmak yerine Türkiye’den almak çok daha hesaplı. En azından garanti ve servis gibi önemli konularda sorun yaşamazsınız.Nantong şehrinde yollarda trafik karmaşası yok. Zira yollar hem geniş hem de “babrik” denilen elektrikli motosikletler çok yaygın. Bunlar evlerde şarj edilebiliyor ve şarj edildikten sonra yaklaşık 20 km. yol kat etmek mümkün. Orta gelirli insanlar kadın erkek hep bunu kullanıyorlar. Zengin olanlar ise otomobil kullanıyor. Çin’in özellikle Doğu Türkistan bölümünde oldukça zengin petrol rezervleri var. Çin ekonomisi ihtiyacının büyük bir bölümünü buradan sağlıyor. Dev petrol boru hatları ile her gün tonlarca petrol Çin endüstrisinin hizmetine sunulmak üzere buradan akıtılıyor. İnsanın aklına gelecekte Çinlilerin çok büyük bir petrol sıkıntısı yaşayacağı geliyor, ama bu babrikler sayesinde oldukça büyük bir tasarruf imkânı sağlanmış. Sessiz ve oldukça ekonomik fiyatlarla satılan bu modern bisikletleri Çin’den başka hiçbir yerde görmedim. Bir de Hindistan’da “Rikşa” adı verilen üç tekerlekli bisikletlerden burada da çok var. 5 Yuan yani yaklaşık 1 dolar ile bunlarla yolculuk yapabiliyorsunuz. Eskiden kullanılan ve insanların çektiği araçlar ise bu bölgede tamamen tarihe karışmış. Gerçi bir sahil kenarında bunlardan 20 tanesini gördüm. Fakat kimse kullanmıyordu. Bu sebeple merak ettiğim böyle bir araçla yolculuk yapma şansım maalesef hiç olmadı. Nantong limanında bir hafta süre içerisinde yükümüzü tahliye ettik. Bu sırada şehri bol bol gezip görme fırsatım oldu. Hatta bir seferinde yemeğe dâvet edildim. Çin lokantasında yediğimiz yemeği anlatmaya çalışayım. Acentemizin ısrarı üzerine bir Çin Lokantasında yemek yemek zorunda kaldım. "Yediğin içtiğin senin olsun, bize gördüklerini anlat” diyen dostlarıma şunları söylemek isterim. İlk defa Çin yemeği yiyordum ve birçok bakımdan ilginç olan bu yemekte bizim sofralarımızdan en önemli fark şu çatal bıçak yerine kullanılan çubuklar idi. Her ne kadar garsonlar bana çatal getirdilerse de “Çin’e gelmişken ben de çubuklarla yemek yiyeceğim” dedim ve galiba başarılı da oldum, zira bütün yemeği bu çubuklarla yeme becerisini gösterdim. Rahmetli babam, Çinlilere bakıp “elbette bunlar zayıf olur, baksana çubuklarla yemek yiyorlar” deyip minyon tipli bu insanlarla ilgili lâtife yapardı. Gerçekten de çubuklarla yemek yemek bizim için biraz zor. Bu sebeple ağır ağır yenildiği için hazmetmek daha kolay olduğundan bu şekilde şişman olmak mümkün değil. Her neyse işin şakasını bir tarafa bırakıp yemeğimize dönelim. Bir kere Çin mutfağında ekmek falan yok. Öyle bir şey aramamak tavsiye olunur. Ben vejetaryen olduğumdan etli yemekler yiyemeyeceğimi söyledim. Beni dâvet eden kişi o zaman balık yiyip yiyemeyeceğimi sordu. İlginçtir, et tavuk yiyemem, lâkin balık yerim, bu yüzden kabul ettim ve getirilen balığımı o çubuklar vasıtası ile yedim. Yeri gelmişken şu vejetaryenlikten biraz bahsedeyim. Allah korusun, öyle yemekleri beğenmemek gibi bir huyum yoktur. Çok istediğim halde et yiyemiyorum. Hatta bana “ya dayak yiyeceksin ya da bu eti yiyeceksin” dense dayağı tercih edecek kadar etten hoşlanmam. Bunun sebebi bence eşimin benim için yapmış olduğu duâ. İsterseniz bunu anlatayım ve duânın insan hayatında ne kadar önemli bir yer tuttuğunu ifade etmeye çalışayım. Eşim de benim gibi et yemez, hatta o daha fenadır, balık dahi yemez. Bir gün annesi, “sen evlenince çok zorluk çekersin, herkes senin kahrını çekmez, bazen eşin, et yemek ister, ne yapıp et, bu yemekleri de ye” diye nasihat edermiş. Eşim de yatıp kalkıp “Allah’ım evleneceğim adam et yemesin” diye duâ edermiş. Bir gün bunu bana söyledi. Ben de duâ edecek başka bir şey bulamadın mı? diye sordum ve çok istediğim halde niçin et yemediğimi daha iyi anlamış oldum. Kıssadan hisse “öyle her şey için duâ edilmez, özellikle din ve iman noktasında duâ etmek gereklidir” diye düşünüyorum. Her ne ise biz yemeğimize geri dönelim. Aslında bu yarı vejetaryenlik iyi bir şey, zira domuz eti veya nasıl kesildiği bilinmeyen hayvanların etini yemek dinimizce caiz değil. Bu yüzden yurt dışında da et yemediğim için bu noktada bir sıkıntı yaşamıyorum. Fakat Çin’de iken Müslümanların domuz eti yemediklerini ve alkollü içki içmediklerini daha baştan söyleyerek dikkat etmelerini hatırlattım. Sağ olsun Alan isimli acentemiz (beni dâvet eden kişi) elinden geldiği kadar misafirperver davrandı. Hatta çubukla yemek yemeği dahi bana öğretti. Evet, iki çubuğu eline alıyorsun ve parmaklarınla öyle hareket veriyorsun ki pilav dahi yenilebiliyor. Fakat Uzak Doğu’da yenilen pirinç pilavı, görüntüsü bizimkine benzese de tadı ve kendisi hiç de öyle değil. Her şeyden önce yağsız ve lapa lapa... Yani pirinç taneleri birbirine yapışmış durumda, bizdeki gibi tane tane değil. Hal böyle olunca rahatça çubukların arasına giriyor ve zorlanmadan yiyebiliyorsun. Balık ve sebze yemeğini de aynı şekilde çubukla yedim. Zaten masada küçük porselen kaşıklar var. Yemeğin sulu kısmı aynı çorba içer gibi bu kaşıklarla içiliyor. Alan, nasıl yiyorsa ben de aynı şekilde yemeye çalıştım. Bazen bana bakıp güldüğünü fark ediyordum, ama ilk defa bu şekilde yemek yiyen biri olarak oldukça başarılı olduğumu söyledi. Sofrada çubukların konulduğu ve ayrıca içinde bir çeşit sos olan küçük bir tabak var. Çubukla yerken balığı bu sosun içine batırıp öyle yiyorlar. Çubuklar masaya yatırılmıyor, bu tabağın kenarında konulabilecek çıkıntı üzerine konuluyor. İçecek olarak, Çin çayı diye kola kutusu içinde ve kolaya benzeyen fakat tadı çok farklı bir şey getirdiler. Ayrıca bizim yeşil çaya benzeyen bir çay daha içtik. Ne yazık ki alkol tüketimi bu ülkede de hızla yayılıyor. Geleneksel içecekler yerine alkol kullanan Çinlilerin sayısı oldukça fazla. Gelir seviyesi yükseldikçe bu lânetli içecek çok fazla tüketilmeye başlıyor. Kötülüklerin anası olan içkiyi bir tarafa bırakıp diğer yemeklerle ilgili gördüklerimi anlatayım.
—DEVAM EDECEK— |
22.10.2009 |