Lahika |
Âyet-i Kerime Meâli
İnkâr eden ve âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar da Cehennem ateşinin ehlidir. Orada ebedî olarak kalacaklardır.
Bakara Sûresi: 39 |
22.10.2009 |
Risâle-i Nur, bu memleketin ehemmiyetli bir mahsulüdür
iman ilminden ibaret olan Risâle-i Nur eczaları, emniyet ve asayişi temin ve tesis ederler. Evet, güzel seciyelerin ve iyi hasletlerin menşe ve menbaı olan îman, elbette emniyeti bozmaz, temin eder. Îmansızlıktır ki, seciyesizliği ile emniyeti ihlâl eder. Hem, bunu biliniz ki: Yirmi-otuz sene evvel bir gazete gördüm ki, İngilizlerin bir müstemlekat nazırı demiş: “Bu Kur’ân Müslümanların elinde varken, biz onlara hakîki hâkim olamayız... Bunun kaldırılmasına ve çürütülmesine çalışmalıyız.” İşte, bu kâfir muannidin bu sözü, otuz senedir nazarımı Avrupa feylesoflarına çevirmiş olduğundan, nefsimden sonra onlar ile uğraşıyorum. Dahiliyeye pek bakamıyorum; ve dahildeki kusuru, “Avrupa’nın hatası, ifsadıdır” derim. Avrupa feylesoflarına hiddet ediyorum, onları vuruyorum. Felillahilhamd, Risâle-i Nur, o muannid kâfirin hülyasını kırdığı gibi; maddiyyun, tabiiyyun feylesoflarını tam susturur bir vaziyete girmiştir. Dünyada, hangi şekilde olursa olsun, hiçbir hükûmet yoktur ki, kendi memleketinin böyle mübarek mahsulünü ve sarsılmaz bir maden-i kuvve-i maneviyesini yasak etsin ve naşirini mahkûm eylesin! Avrupa’da rahiplerin serbestiyeti gösteriyor ki; hiçbir kanun, târik-i dünya olanlara ve ahirete ve îmana kendi kendine çalışanlara ilişmez. Elhasıl: On sene kadar sebepsiz bir nefye mahkûm; ihtilâttan, muhabereden memnû, gurbetzede bir ihtiyar adamın saadet-i ebediyenin anahtarı olan îmanına dair hatırât-ı ilmiyesini yazmasını dünyada hiçbir kanun ona yasak diyemez ve demez kanaatindeyim. Ve şimdiye kadar hiçbir âlim tarafından tenkit edilmemesi, elbette o hatırât ayn-ı hak ve mahz-ı hakîkat olduğunu ispat eder. Tarihçe-i Hayat, Üçüncü Kısım, Eskişehir Hayatı, s. 198, (yeni tanzim, s. 347) *** ..biz, Demokratları iktidar yerinde muhafaza etmeye Kur’ân menfaatine kendimizi mecbur biliyoruz. Onlardan hayır beklemek değil, belki dehşetli, baştaki iki cereyana siyasetlerince muarız oldukları için, onların az bir kısmı dine verdikleri zararı, vücudun parçalanmasına bedel, yalnız bir parmağı kesmek gibi pek cüz’î bir zararla pek küllî bir zarardan kurtulmamıza sebep oluyorlar bildiğimizden, o iktidar partisinin lehinde ehl-i dini yardıma dâvet ediyoruz. Ve dinde lâübali kısmını dahi cidden îkaz edip “Aman, çabuk hakikat-i İslâmiyeye yapışınız!” ihtar ediyoruz ki, vatan ve millet ve onların hayatı ve saadeti, hakaik-i Kur’âniyeye dayanmak ve bütün âlem-i İslâmı arkasında ihtiyat kuvveti yapmak ve uhuvvet-i İslâmiye ile 400 milyon kardeşi bulmak ve Amerika gibi din lehinde ciddî çalışan muazzam bir devleti kendine hakikî dost yapmak, İmân ve İslâmiyetle olabilir. Biz bütün Nurcular ve Kur’ân hizmetkârları onlara hem haber veriyoruz, hem İslâmiyete hizmete muvaffakiyetlerine duâ ediyoruz. Hem de rica ediyoruz ki, bu memleketin bir ehemmiyetli mahsulü ve vatanda ve şimdi âlem-i İslâmda pek büyük faydası ve hizmeti bulunan Risâle-i Nur’u müsaderelerden kurtarıp neşrine hizmet etsinler. Bu vatandaki dindarları kendine taraftar etsinler. Ve selâmeti bulsunlar.
Emirdağ Lâhikası, Demokratlara Büyük Bir Hakikati İhtar, s. 423, (yeni tanzim, s. 816)
LÜGATÇE:
maden-i kuvve-i manevîye: Mânevî kuvvet kaynağı, moral kaynağı. naşir: Neşreden, yayan. müstemlekât nazırı: Sömürgeler bakanı. dahiliye: İç kısım, iç bölüm, içeri. târik-i dünya: Dünyayı terk eden, dünyanın geçici yüzüyle ilgilenmeyen. nefy: Sürgün. ihtilât: Karışmak, karışıp görüşmek. muhabere: Haberleşme, iletişim. memnû: Menedilmiş, yasaklanmış. hatırât-ı ilmiye: Hatıra gelen ilmî şeyler. müsadere: Toplatma, elden alma. |
22.10.2009 |
Mehdî-i Âzam ismini okuyan gelsin
Yaktık, Nurdan meşalemizi Pervane olup, yaşayan gelsin Nur kalemle yazdık nişanemizi Hikmet kelâmını, okuyan gelsin
Nurla avunuruz budur işimiz Çok çetin geçti geçen kışımız Yeşersin diye Nurlu bahçemiz Sırtında ırmaklar taşıyan gelsin
Hedefe kurulan ok ve yay gibi Karanlık gecede dolunay gibi Ebedî saadete eren aday gibi Cihad manzumesin okuyan gelsin
Resûl seslenir çağlar ötesinde Daim yankılanır Üstadın sesinde Nurdan feyz alan cennet bahçesinde Bülbüller olup şakıyan gelsin Değerli elmaslar var cam ile tartılan Nice mukaddes var çöpe atılan Cihad meydanlarında üstü yırtılan Üstadın cübbesini yamayan gelsin
Girmeyip ehl-i dalâletin emrine Şeytan oyununa nefsin kibrine Hased, kin ve adâvetin yerine Gönlüne muhabbet koyan gelsin
Her dem uyanıp Üstadın sesiyle Rahmet deryasına varan nefesiyle Eline aldığı nurdan tesbihiyle İhlâs, uhuvvet, muhabbet sayan gelsin
Sallasa gemimizi koca dalgalar Esse de her daim acı rüzgârlar Pak elleri nasır tutana kadar Asrın deccalını taşlayan gelsin
Bilip Kastamonu ve Isparta’yı Van’ı, Afyon’u hem Urfa’yı Destanlaşan bu Nur dâvâyı Saf gönüllerde duyan gelsin
Meyus olma, sebat kıl dâvânda Bir tarih yazıldı Sav’da Barla’da Asırlar boyu yüce Kur’ân’da Mehdi-i Âzam ismini okuyan gelsin
Bir gün, bir ay ve bir yıl değil Nur’un önünde hürmetle eğil Nur-u Kur’ân’ı köy köy, il il Bir ömür boyunca yayan gelsin
HASAN ŞEN |
22.10.2009 |
Hayâ!
Utanma, sıkılma; ahlâk kurallarına bağlı olma; ar, namus ve Allah korkusu ile günahtan kaçınma mânâsına gelen hayâ, toplumu ayakta tutan temel dinamiklerin önemlilerinden biridir. Hayâ, aynı zamanda başkasını saymak, onun hukukuna, huzuruna saygı göstermek mânâsına da gelir. Çünkü: Gözle, sözle, davranışla ahlâkî sınırları zorlamak, hatta aşmak, toplum hayatı içindeki güveni sarsar; birçok mânevî değerlerin aşınmasına sebep olur. Bunun içindir ki, bir milleti çökertmek için gençlerinden hayâ duygusunu kaldırmak yeter. Komünizm rejimiyle idare edilen ülkelerde olduğu gibi. Kötü bir işin yapılmasından veya iyi bir işin terk edilmesinden dolayı bir insanın yüzü kızarmıyorsa, yaptıklarının başkası tarafından görülmesinden korkmuyorsa; hayâ duygusunun o insanda iflâs ettiğinin resmidir. Hz. Ali (ra): “Hayâ duygusu kaybolan kimsenin kalbi ölüdür” diyor. Bediüzzaman, utanma duygusunu tahrip eden, fuhşiyâtı teşvik eden faktörlere temas ettiği Gençlik Rehberi adlı eserinde: “…nefs-i emmârenin plânıyla, şeytan kumandasına verilen fırkalardan en dehşetlisi, yarı çıplak hanımlardır” tesbitinden sonra; “… çokların nefislerini esir edip, kalp ve ruhlarını kebâir ile yaralıyorlar. Belki o kalplerden bir kısmını öldürüyorlar” sözleriyle meselenin esâsını dikkate veriyor. Kaynaklarda, hayânın, “Allah’tan korkma” ve “insanlardan utanma” olarak iki çeşidi olduğu ifade ediliyor. Buna göre; bunlardan birincisi “nefsânî”, ikincisi de “imânî” hayâ olarak yorumlanıyor. “Allah, hayâlı, haramdan sakınan ve bunun için gayret sarf eden kimseyi sever” buyuruyor Peygamber Efendimiz (asm). Böyle bir hayâ duygusunu elde etmek ve meleke edinmek için insanın duyu organlarını, aklını ve bedenini günahlardan koruması; ahirete müşteri olarak dünyanın geçici ve aldatıcı lezzetlerini terk etmesi gerekir. Günlük hayatta karşılaştığımız, şahit olduğumuz gayr-ı ahlâkî davranışların; alenen sergilenen fenâ manzaraların, topluma sirayet etmiş bulaşıcı bir hastalıktan farkı yok. “Göz görüyor, gönül katlanıyor.” Katlandırılıyor, alıştıra alıştıra; yavaş yavaş! Bilgisizlik, ilgisizlik, tepkisizlik neticesinde ünsiyet peyda oluyor. Caddelerde, sokaklarda; toplu taşıma araçlarındaki sarmaş dolaş manzara, hayâsızlık örneği. İnsanlar, kullandıkları dile, evde izledikleri filme dikkat etmezse, başına çok iş getirir. Çünkü, “perde yırtılır”. Dedik ya, ünsiyet olur, gözle gönül alışır! Bir eğitimci dostumuz, sohbetinde, kurbağayı örnek verdi hayâya: “Kurbağayı sıcak suya atarsanız, sıçrar çıkar dışarı; tepki verir. Kurbağanın içinde bulunduğu suyun sıcaklık derecesini istediğiniz kadar arttırın, tepki vermez, veremez; çünkü, ölür!” Hayâsızlığa karşı tepkisizliğin, çekincesizliğin akıbeti de bu: Ahlâkî ölüm! Yavaş. Yavaş… Efendimiz (asm): “Her dinin bir ahlâkı vardır. İslâm’ın ahlâkı da hayâdır” buyurmaktadır. İffet, izzet ve hayâ sahibi insanların, özellikle gençlerin elini, dilini, gözünü, gönlünü haramdan sakınması, imanının ve onun imana yansımasıdır. Bir kısım gençlerin sergilediği lâkaydlık, büyük küçük bilmezlik; hele ki, kızarmayan yüz; endişeye düşürür. Merhum Mehmet Âkif Ersoy: “Ne ibret, yok mu, bir bilsen kızarmak bilmeyen çehren? Bırak tahsili, evlâdım, sen ilkin bir hayâ öğren” mısralarıyla o günden bu güne işin vahametini ortaya koyuyor. Gençlere hayâ duygusunu aşılamanın en güzel yolu, nümûne-i imtisâl olmak; yaşamak, yaşatmak için. İman eden insana hayâ etmek yaraşır; hem “halk”tan, hem “Hâlık”ından…
|
ALİ RIZA AYDIN 22.10.2009 |
Çok yönlü bir hakikat: Kur’ân-ı Hakîm
Risâle-i Nur, Kur’ân-ı Mu'cizü’l-Beyan’ın çok yönlü olduğunu ifade ederken, tek bir kitap olmasına rağmen indirildiği asırdan beri herkese hitap ettiğini belirtir. Bunun sonucu olarak böyle bir kitabın ancak Allah’ın kelâmı olabileceğini ispatlar. Meselâ Risâlelerin sayfalarında dolaşırken Kur’ân’ın aynı asırdaki farklı sosyal ve kültürel tabakadaki insanların hepsine ayrı ayrı hitap edebildiğine dair analizlere rastlanır. Bu analizlerde bu ayrı hitapların bütünlüğü, birliği, tevhîdi bozmadığı, aksine kuvvetlendirdiği de ispat edilir. Hem meselâ Kur’ân’ın bu güzelim tefsiri, onun “kırk vech-i i’câzını” kısaca ispat eden bir şaheser olan Yirmi Beşinci Söz’ü, Mu'cizât-ı Kur’âniye Risâlesi’ni barındırır. Kırk yönden Kur’ân’ın mu'cize olduğunu gösterir… Hem meselâ yine Yirmi Beşinci Söz’ün başında “Kur’ân nedir, tarifi nasıldır?” sorusuna Risâleler “Kur’ân, Allah’ın kitabıdır, şu kadar âyettir, sayfadır” gibi kısa bir cevap vermez. Kalb için öylesine ihtişamlı ve akıl için öylesine duru bir cevap verir ki, insan hayretini gizleyemez. Bu uzun cevabın üstüne, bütün Risâle-i Nur’un ve hatta diğer bütün tefsirlerin de bu çok yönlü mu'cizeliğe ayna olduklarını söyler. Böylece Kur’ân’ın çok yönlülüğünü alabildiğine genişletir. Hem meselâ bütün bunları anlatırken Risâle-i Nurlar—tıpkı Kur’ân’ın üzerine indirildiği zat (asm) için kullanmış olduğu gibi—farklı isimlerle, farklı sıfatlarla Kur’ân’ı ifade eder. Kur’ân-ı Mu'cizü’l-Beyan, Kur’ân-ı Hakîm, Kur’ân-ı Azîmüşşan, Kur’ân-ı Mürşid ifadeleri bu kullanılan ifadelerden bir kaçıdır… Hâsılı; Risâleler Kur’ân’ın tek bir kitap olduğu halde çok yönlü bir kitap olduğu hakikatini çok net bir biçimde ifade eder. “Teoriden Pratiğe Geçiş” için bir örnek: Kur’ân’ın en güzel tatbik edicisi olan Efendimizin (asm) hayatından iki değişik kareyle karşılaşınca, bu hakikati ve ona bağlı bir konuyu yazmaya niyet ettim. Söz konusu iki hadîste Efendimiz (asm), iki farklı sahabesine Kur’ân-ı Kerîm okumasını tavsiye ediyor. Hadîsleri, söylenme zamanları dışında farklı kılan şey ise, Efendimizin (asm) “daha çok okumalarını” tavsiye ettiği Kur’ân sûrelerinin farklı olması… Çünkü bir sahabeye Yâsin Sûresi önerilirken, diğer sahabeye Kâfirûn Sûresi tavsiye ediliyor. Değişik zamanlarda okuduğum bu iki hadîsin benim dünyama kazandırdığı yenilik ise, Kur’ân’ın bir kitap olarak çok yönlü olduğunu ifade ederken “pratik”te muhatabı olan her bir insanın da farklı fıtratta olduğu gerçeği oluyor. Aslında, her insanın fıtratının farklı olduğu ve Kur’ân’ın çok yönlü bir kitap olduğu zihnim için pek de yeni sayılmaz. Hadîslerin kazandırdığı ‘yenilik’ ise bu iki hakikati bir arada düşünmemiz gerektiği… Yani biz bir bütün olarak Kur’ân herkese hitap ediyor dediğimiz aynı anda, her âyetin bir insanın dünyasına aynı derecede tesir etmeyeceğini de düşünmeliyiz. Meselâ, pratikte bir sahabeye Yasin Sûresi daha güzel hitap ederken, diğer bir sahabe Kâfirûn Sûresi'nden kendisi için daha yararlı dersler çıkartabiliyor. Bu ölçü, sanırım, insanlara bu hakikatleri bildirmekle vazifeli şahıs ve cemaatler için çok daha önemli. Çünkü pek çok defa Kur’ân’ın bu çok yönlülüğü karşısında daha önce Kur’ân iklimine uğramamış ve ona ilk defa muhatap olan insanın bir bocalama yaşadığını görmüşümdür. Bu bocalama şayet Kur’ân-ı Hakîm’in o kişiye hitap eden yönü bulunamazsa, Kur’ân’a karşı bir lâkaytlığa dönüşebilmektedir. Teoride doğruyu ve güzeli savunurken, pratikte imkânsızı savunuyor gözükebiliriz. Bu yüzden en büyük sorunlarımızdan biri olarak gördüğüm “teoriden pratiğe geçiş” sürecinin başarıya ulaşmasını istiyorsak, bu sürecin en güzel kılavuzu olan Nebevî talimâtlara uymalı değil miyiz? Elhasıl; Kur’ân-ı Mu'cizü’l-Beyan tek bir kitaptır. Ancak kırk yönüyle mu'cizedir. Aynı zamanda asırlar adedince, insanlar sayısınca yönü vardır. Aynı zamanda her bir insana farklı yönlerden tesir edebilmektedir. Yukarıda bahsedilen Risâle-i Nur’daki bahisleri bir de bu gözle okumalı, hayata aktarmanın yollarını bulmalıyız. Tabiî, yine Kur’ân-ı Hakîm’in talimiyle ve Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın dersiyle…
|
AHMET TAHİR UÇKUN 22.10.2009 |