Basından Seçmeler |
Tekleyen kapitalizme Bediüzzaman reçetesi
Küreselleşen kapitalizmin yeni dolar milyarderleri peydahlaması mantık icabıydı ve kaçınılmazdı. Çünkü, bir yandan bilişim teknolojisi ulusal sınırları zaten tanımazken, diğer yandan ABD’nin bunaltıcı baskısı sonucunda gelişmekte olan ülkeler mal ve sermaye hareketlerine sınır getiren yasalarını serbestleştirdiler. Böylece, piyasa kavramı artık tüm dünya pazarlarını ifade eder hale geldi. Küreselleşmenin sağladığı muazzam imkânlarla zengin üretmekte son derecede başarılı olan kapitalizm, fakirliği ortadan kaldırmak ve sosyal adaleti sağlamak babında son derece başarısız oldu. Dolar milyarderlerinin sayısı ve dolarların miktarı artarken, dünyanın her yerinde fakirlerin sayısı da paralel bir yükseliş sergiledi. Halbuki, piyasaya tapınanlar böyle söylememişti. Onlara göre, pazarlar her şeyi kendiliğinden halleden mekanizmalardı, kaynakların hangi alanlara ne oranda dağıtılacağını en iyi piyasa bilebilirdi. Kapitalizmin bütün çarpıklıklarını inkâr edilemez biçimde ortaya çıkaran global krizde umulmadık olaylardan birisi de, dolar milyarderlerinin menbaı olan uluslar-ötesi şirketlerin zayıf performansıydı. Dünya toplam gayrisafi hasılasını kısa dönemde sabit bir havuz olarak tasavvur edersek, havuzdan aslan payını alanların krize karşı herkesten çok dayanıklı olmaları beklenirdi. Ama, tam tersi oldu, dev denilenlerin cüce olduğu ortaya çıktı. Bu durum karşısında, kamu tarafından her türlü imtiyazla teçhiz edilen uluslararası firmaların ve onların dolar milyarderi konumundaki yönetici ve sahiplerinin bu ayrıcalıklara layık olmadığı fikri ister istemez zihinlerde yer etmeye başladı. Tartışılan sorulardan birisi şu: Kapitalizmde zenginliğin bir sınırı olmalı mı, olmamalı mı? Evet, kapitalist piyasa ekonomisinin doğası gereği, kâr etmek, servet edinmek serbesttir, hatta bu teşvik edilir. Bu serbestinin altında yatan varsayım, zenginlerin ve ultra zenginlerin topluma sağladıkları yarar sayesinde bu kadar varsıl olduğu, yani zenginliklerini hak ettikleridir. Ama kriz süreci böyle bir varsayımın gerçeklerle örtüşmediği ve ultra zenginlerin kendilerini inanılmaz derecede varlıklı yapan topluma karşı hiçbir sorumluluk hissetmedikleri ortaya çıktı. Öyleyse, hâlâ kapitalist sistemde isteyen istediği kadar zengin olabilir ve zengin kalabilir diyebilir miyiz? Kapitalist piyasa sistemi bu noktada çaresizlik ve açmaz içinde. Çünkü, zenginliği sınırlamak sistemin ruhuna aykırı. Zaten, böyle bir sınırlamanın uluslararası şirketler ve onların yönetici ve sahipleri tarafından kabul edilmesi tamamen imkânsız. Ama, bu haliyle de kapitalizm yeryüzünde yaşayan yüz milyonlarca insanın açlığa varan fakirliğinden sorumludur. İşte, büyük müceddit Bediüzzaman, bu sorunun cevabını İslam’ın üç kuralıyla insanlara veriyor. Birincisi, her türlüsü haram olan, insanları birbirine düşman eden faizin yasaklanmasıdır. Faiz, kapitalist rejimde haksız kazancın ve aşırı zenginliğin kaynağıdır. Üstad’a göre, faizin yerini fakirle zengini dost eden, sınıf çatışmasını önleyen zekât ve sadaka almalıdır. Üstad’ın anlayışında, zekât ve sadaka faizin alternatifidir. Müslümanların birbirlerine yardımı, ancak zekat köprüsü üzerinden geçerek yapılır, zira yardım vasıtası zekattır. Zekatın en büyük neticelerinden birisi toplumda servet aleyhtarlığının önlenmesi olarak kendini gösterecektir. Öte yandan, iktisadın hem öznesi, hem de hedefi konumundaki insan, asla israf etmemeli, kanaatkâr olmalıdır; o helal kazanç için çalışır, fakat hırsa kapılmaz. Böylece aşırı hırsın doğuracağı kötü sonuçlardan korunmuş olur.
Sami Uslu, Zaman, 21 Ekim 2009 |
22.10.2009 |
MGK niçin var?
ArtIk herkes idrak etti: Ankara’da iki hükümet vardır. Biri, bildiğiniz hükümet, öteki Milli Güvenlik Kurulu... Bildiğiniz hükümet gündelik işlere bakar, öteki de “önemli” işlere! Bildiğiniz hükümet politikacılardan oluşur, öteki hükümet “yüksek bürokrasi ve sivil iktidar karışımıdır”... Ama burada “ağırlıklı” olan yüksek bürokrasidir. Açık konuşalım, ordudur ordu. Milli Güvenlik Kurulu, insanda bazı başka ve eski kurulları da çağrıştırmaz değildir hani: Milli Birlik Komitesi, Milli Güvenlik Konseyi falan... Ama bu bir “anayasal kurumdur”, ötekilerin de “geçici anayasalarla” bir süre “meşru kılınmış” oldukları gibi. Bu daha uzun sürmüştür ve sürecek gibi de görünmektedir. Yani bazı gazeteci arkadaşlar da saf saf “genişletilsin, eski cumhurbaşkanları, ‘akil’ adamlar, emekli büyükelçiler, işadamları, hatta basın temsilcisi de katılsın” falan demiyorlar mı... Yani efendim, bu kurul devleti korur, kollar ve gözetir. Gizli görevi, “sivil iktidara meydanı büsbütün boş bırakmamak, cahil halkın oylarıyla gelmiş Haso’ların, Memo’ların ipleri büsbütün ellerine geçirmelerini önlemektir”... (Deyim, CHP’nin eski yöneticilerinden Recep Peker’in.) Siviller öyle bir “markaja” alınsınlar ki, ortaya yeni bir Menderes, yeni bir Demirel, yeni bir Özal çıkamasın. Bu tedbirin Erdoğan döneminde ne kadar başarıya ulaştığı da pek tartışma götürür ama, MGK, üst düzey bir “Ankaralı’nın” girmeye can atacağı bir kurumdur vallahi... Öyleyse, artık yüzüne sosyaldemokrat maskesini bile takamayan, buna gerek dahi görmeyen, devletin ve memur zümresinin sözcüsü (hatta derin devletin gönüllü “avukatı”, kendisi söyledi) Sayın Deniz Baykal, MGK’ya girmekten niçin “sarf-ı nazar” ediyor? Cumhurbaşkanı ortaya bir laf attı, “MGK’ya ana muhalefet lideri de katılmalıdır” dedi, CHP hemen yan çizdi. Elbette bunun için bir anayasa değişikliği gerekiyor ama fikir güzel. İstenirse, yapılır. “CHP amigoluğu” yapanlarda hemen “birileri muhalefete mi hazırlanıyorlar” diye serzenişler başgösterdi. İktidardan gideceklerini görmüşler, kendilerine böyle bir yer yapıyorlarmış... Kendi partileri adına fazlaca iyimser, hatta bön bir yaklaşım. Ama bu tür “amigo gazeteciliği” yapan arkadaşların çok akıllı oldukları zaten hiçbir zaman ileri sürülmedi. İşin aslını kaçırıyorlar: Deniz Baykal, sorumluluk almak, sorumluluk paylaşmak istemiyor. Oysa kendisine sivil hükümette koltuk teklif edilmedi ki... Çağırıldığı yer “alternatif hükümet”, yani esas olarak bürokrasi ağırlıklı “diğer” güç odağı. Tam ona göre bir makam, huyu huyuna, suyu suyuna uygun! Üstelik kendi deyimiyle “kararları onaylamış görünmek” zorunda da değil. Tartışılan konuları dinler, gerek görürse eleştirir, elbette “muhalefet şerhini” de koyar, çıkınca da bunları kamuoyuna anlatır. Nasıl “sert çıktığını” da söyler, “CHP medyası” ballandıra ballandıra yazar, gazeteyi elli kuruşcağızlarına kıyıp alan emekli memurlar da mutlu olurlar... Bunu önleyen “gizlilik ilkesi” kalkmazsa da, isterse “gözlemci” durumunda kalır, ağzını da hiç açmaz. Bilgi edinmiş olur. Hayır, buna bile yanaşmıyor. “Hariçten gazel okumak”, yalnızca eleştirmek, elini hiçbir taşın altına sokmamak daha güzel ve tehlikesiz. Onu bunu bilmem, benim de aklıma bir soru geliyor... İt kopuk gene yanlış anlayacak ama sormadan edemeyeceğim: Atatürk, bir Milli Güvenlik Kurulu’na, ya da ona benzer bir kuruma niçin gerek görmemişti acaba? Askerin politikaya karışmasını önlemek için mi?.. Yoksa bizzat kendisi ve başbakanı asker oldukları, ayrıca komutanları karıştırmaya gerek kalmadığı için mi?(...)
Engin Ardıç, Sabah, 21 Ekim 2009 |
22.10.2009 |
Sıfır sorunun zararı nedir?
CHP ve MHP liderleri her konuşmalarında aynı şeyleri tekrarlıyorlar. Türkiye’nin hangi iç ve dış sorunu çözüm yoluna giriyorsa Baykal ve Bahçeli karşı çıkıyor. l Kıbrıs’ın bir sorun olmaktan çıkmasına karşıdırlar. Kıbrıs sorunu devam etmeli ve Türkiye’yi sıkıştırmalıdır. l Ermenistan sorunu devam etmelidir, Türkiye bütün dünyada sorumlusu olmadığı bir olaydan dolayı suçlanmalıdır. l Türkiye’nin bütün komşularıyla kavgalı görüntüsü devam etmelidir. l PKK terörünün sona ermesini sağlayacak hiçbir şey yapılmamalı, “son teröriste kadar öldürme” politikası devam etmeli, bu arada şehit cenazelerinin gelmesi doğal karşılanmalı, ülkenin güneydoğusu ve bazı büyük şehirler savaş alanı olmaya devam etmelidir. l Türkiye’nin demokratik standartlarının yükselmesi, Avrupa ve ABD’nin bir oyunudur, demokrasi gelişirse Türkiye’nin bölünme ihtimali artar. l Avrupa Birliği’nin üyelik için öngördüğü standartlar, onlar istediği için kötüdür, içeriklerini tartışmak bile gerekmez. l Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının kitapla, yazıyla ya da konuşarak bir fikir belirttikleri için yargılanmaları, hapse girmeleri doğrudur, “zararlı fikir sahipleri” cezalandırılmalıdır.
AKP’NİN BÜYÜK ŞANSI Sosyal demokrat CHP ile radikal milliyetçi MHP’nin bu düşünceler etrafında kenetlenmiş olması, herhangi bir konuda hiçbir önerileri bulunmayışı, her şeyin olduğu gibi devam etmesinde ısrar etmeleri AKP hükümetinin en büyük şansıdır. Salı günleri Meclis’te toplanan CHP ve MHP gruplarında, tıpkı AKP’de olduğu gibi, herhangi bir konu tartışılmaz. Genel başkanlar aynı konuşmaları biraz farklı süsler katarak tekrar ederler, hiçbiri de “biz ne yapıyoruz” diye sormayan vekiller onları alkışlar ve giderler. Ermenistan ile aramızın kötü olmasının ne faydasını gördük? Kıbrıs’ta çözüm istemeyen taraf olmanın ne faydasını gördük? Demokraside geri standartların ne faydasını gördük? Terörün devam etmesinin, insanların ölmesinin, şehit cenazeleri etrafında ağlamanın ne faydasını gördük? CHP ve MHP doğru soruları sormuyor ve bundan böyle gözyaşı dinmeyen, geleceğinden umudu kalmamış insanlar ülkesinde yaşamamak için ne yapmaları gerektiğini, nasıl bir katkıda bulunabileceklerini düşünmüyor, tartışmıyor. O yüzden de AKP’nin ve Erdoğan’ın yanlışları hakkındaki eleştirileri de inandırıcı ve etkili olamıyor. Bu muhalefet tarzının AKP ve Erdoğan’ı iktidarda tutmaya devam edeceğini gören CHP’liler ve MHP’liler herhalde vardır ve bunlar bir gün seslerini yükseltmeye başlayacaklardır.
Okay Gönensin, Vatan, 21 Ekim 2009 |
22.10.2009 |