Görüş |
Ya hep, ya hiç mi?
Avrupa’nın fen ve felsefede mühim bir yer işgâl ettiği inkâr edilemez bir gerçektir. Bu mevzûda üstünlük yalnızca hak dîn mensûplarına âit olsa idi, imtihan sırrı bozulurdu. İmkân ve imtihân âleminde yaşadığımızı unutmamak gerek… Biz Müslümanların terk ettiği sâhaları gayr-i Müslimlerin doldurması tuhâf görülmemeli. Fizikte, nasıl boş bırakılan mekânı başka bir cismin doldurması kaidesi cârî ise, maddî dünyâ umûrunda da iş bu şekilde cereyân eder. Bizler, maddeten son noktaya vardığımızı, hedefin bundan sonrasının bulunmadığını zannettik. Rehâvet ve aldırmazlık içinde günümüzü gün etmeye başladık. Başkaları zarûret, ihtiyâç, fakirlik, mağlûbiyet hislerinin bilediği gayretle çalıştı; bizi fersah fersah geçti. Bizim uyanmamız zaman aldı. Uyandığımızda da, şaşkınlıktan yolu tam bulamadık. Hayli oyalandık. Şimdi bile kesin olarak belirlediğimiz cihete giden kestirme yolu seçmekte zorlanıyoruz. Osmanlı idârecileri de, neredeyse iki yüz yıl önce, aynı hedefi seçmişlerdi. Demek o zaman, bu zaman hâlâ uygun bir yol bulamamışız… Risâle-i Nûr Külliyâtında, daha kolay anlaşılması ve kavranması bakımından oldukça sık başvurulan bir öğretme metodu kullanılmıştır: muvâzene tarzı. Karşımızdaki fikrin, durumun, hakîkatin iki yönü; müsbet ve menfî tarafları tasvîr edilir ve doğruyu seçmekte akla kapı açılır. Avrupa’nın fikriyât ve tatbîkâtı, “iki Avrupa” temsîli ile çok açık îzâh edilmiştir. Asırlar önceki insanlarımızın da fark edip, hedef seçtikleri—Külliyâttaki sıraya göre—“birinci Avrupa” idi. Ancak, nefis ve hevânın te’sîrinden kurtulamayan ve haktan sapmakta beis görmeyen o günki yetkili ve etkili kişiler, maal’esef, bizi “ikinci Avrupa’ya” sevk ettiler. Sonradan gelenler de aynı yolda yürümeyi tercîh ettiler. Bir kısım aklı başında zevât bunlara engel olmak istedi ise de muvaffak olamadılar. Bu mücâdelenin henüz sona ermediğini hepimiz görmekteyiz… Garip olan husûslardan birisi de Avrupa’da, Hıristiyan kültürünü ta’kîb ettiklerini iddiâ eden, hattâ siyâsî tercîhlerinde dînî motifler kullanan insanların, iktidâr uğruna, inançları ile hiç uyuşmayan görüş ve yaşayıştaki insanlarla birlikte hareket etmeleridir. Bunun son örneği, Almanya seçimlerinin galibi Hıristiyan Demokratların koalisyon ortağı liderin açık açık cinsî sapıklığını teşhîr etmesi, her toplantıya birlikte yaşadığı şahsı râhatça yanında götürmesidir. Pek çok benzeri bulunan bu gibi iğrenç davranışlardan birine de Fransa Kültür Bakanının kendi i’tirâflarında rastlıyoruz. Bu kabîl hareketlerin İsevîlikte de merdûd olduğunu, böyle insanların bütün ahlâkî değerleri hiçe sayarak toplum için nasıl bir kötü örnek teşkîl ettiğini bile bile, hürriyet perdesi altında, hoşgörü göstermek nasıl îzâh edilebilir? Fikir ve hareket serbestliği, insanlığın en mübtezel hâllerine izin vermek mi demektir? Kadın, erkek, çocuk, akrabâ arasında kurulmasına müsâmaha ile bakılan sapıkça cinsî alâkaların hangisi beşerîdir? İnsanların duygu ve bedenlerini sömürerek türlü kötülüklerde kullanıp çıkar sağlamak, nasıl hürriyettir? Öldürülen insanların hukûkunu hiçe sayarak, katile hakk-ı hayât bahşeden; uyuşturucu ve alkol mübtelâsı kişiler tarafından işlenen onca fecâati teşvîk edercesine, bunların şahsî hürriyetlerden olduğunu savunan bir görüşün neresi hakîkî medeniyettir? Dîni, hayâtın dışına iterek, yalnız vicdânlarda hapseden Avrupa feylesoflarının tasnîfi üzere, liberalizmi en a’lâ sistem olarak gören bizimkilere ne demeli? İslâm ile liberalizm aynı kefeye konamaz tabiî ki… Aralarında yapılacak bir kıyâs, eski ta’bîriyle, bir kıyâsı mea’l-fârıkdır… Çünki biri ilâhî, dîğeri beşerî bir yoldur. Bizim içtimâî ve fikrî hayâtımızı tanzîm eden, yalnızca, Allâhu Teâlâ’nın muâraza ve ma’zeret kabûl etmeyen emirleridir. Dîğer dînlerin, İslâmiyet karşısında iflâs etmiş oldukları, akıl sâhibi herkesce müsellemdir. Düşünce ve hayât planında dîni dışlayan hiçbir sistem, insanlara saâdet te’mîn edemez. Maddî bakımdan refâhın zirvesine varılmış olsa bile, sukût ve tedennî kaçınılmaz olacaktır. İnsanlar, ne aradıkları gerçek medeniyete, ne de mutluluğa erişebilecektir. Kalıyor, denize düşenin yılana sarılması misâli gibi, gerçek hürriyetlerin elde edilemediği yerlerde, daha ehven bir şerre râzı olmak… Bunun, ihtiyâren seçilmesi mümkün değildir. Ancak, ıztırâren olabilir. Aksi halde, bu rızâ keyfî olsa, uyanların îtikadlarında sarsıntı meydana gelir. Ne yazık ki, bugün İslâm âlemi, bu hâle çâr – nâçâr teslîm olmuş durumdadır. Evet, ya beşerî sistemlere baş eğeceğiz veyâ Cenâb-ı Hakk’ın emîr ve irâdesine! Elbette vicdân sâhibi insanların tefekkürünün netîcesinde bulunmuş olan bir kısım içtimâî yolların hepsi birden kötü veyâ bütünü iyi demek mümkün değildir. Onların içinde iyi olanları almak, kötüleri terk etmek aklın ve hikmetin îcâbıdır. Eğer, bizler gerçek îmân sâhipleri isek, demokrasi denilen sistem bizim aleyhimize değildir. Mâdem ki, demokrasi halkın ekseriyetinin istekleri doğrultusunda idâre edilmesidir; çoğunluk ne derse o olacaktır. Ama, bu azınlıkta kalanların hak ve hukûkunun reddi mâ’nâsında değildir. Onların da insânî hakları en mukaddes tanınacak ve korunacaktır. Fakat, Cenâb-ı Hakk’ın bütün insanlar için yasak kıldığı hâl ve hareketler vardır. Beşerin bütünü bunu reddetse, ehemmiyeti yoktur. Annesi, babası, kardeşi ile evlilik, eşcinsellik, zinâ gibi fuhşiyyât; katl, işkence, yol kesme, hırsızlık, kumar, hamr, uyuşturucu gibi menhiyyât bu meyânda zikredilebilir. Elhâsıl, demokrasiyi doğru ta’rîf edip, doğru anlamak lâzımdır. Hiçbir ahlâkî değere dayanmayan başıboşluk mâ’nâsında bir hürriyet, hürriyet değil, hayvanlıktır.
EKREM KILIÇ |
25.10.2009 |