25 Ekim 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

Süreç öncesinde gerçekte ne oldu?

CUMHURBAŞKANI “Kendinize gelin” diyor. Başbakan “Son şans, sil baştan olur” diyor. Sürecin koordinatörü İçişleri Bakanı rahatsız. Asker rahatsız.

Bunlar, devlet zirvesinin bu zılgıtları öngörmediğinin işareti.

Muhtemel ki süreç şöyle işlemişti:

Devlet içinde bazı birimler, hem DTP liderliği ile hem PKK liderliği ile temas kurmuşlar, bazı mutabakatlar gerçekleşmişti.

Muhtemelen şöyle denmişti:

- Bakın, PKK için yolun sonuna gelindi. Uluslararası konjonktür, bu bölgede, böyle bir terör örgütünün varlığına tahammül edemez hale geldi. Bunu Türkiye sağladı. Şu an Türkiye, bölgenin en etkin gücü durumunda.

- PKK, en güçlü zamanında, tamam, cinayetler işledi ama Türkiye’yi pes ettiremedi. Bunun mümkünü dün de yoktu, bugün ve yarın da asla olmaz. O zaman bu örgüt, başıbozuk eylemlerle varlığını hâlâ sürdürse bile, genel anlamda PKK’nın bitiş süreci yaşayacağı kesin.

- Devletin silah bırakması diye bir şey asla söz konusu olmaz. Devletle terör örgütünü aynı denklemde gören böyle bir düşünce akla ziyan.

- Devlet olarak daha fazla kan akmasını istemiyoruz. Dağdan inme ve rehabilitasyon prosedürü hazırlayalım, ona uyun.

Muhtemel ki, PKK adına konuşanlar, bunu kabul ettiler.

Devlete, “hiç suça karışmamış” olduğu farz edilenlerden oluşan bir liste sundular.

Devlet bu listenin sabıkasızlığından emin oldu.

Ve süreç başladı.

Böyle olmadı mı?

Gelenlerin sabıkasızlığı nasıl belirlendi?

PKK, devleti sınamak için yola çıktıysa, neden sabıkalı vatandaşlardan oluşan bir liste göndermedi?

O zaman PKK devlete yönelip:

- Sıkıysa serbest bırakmayın, diyebilirdi.

Dedi mi?

Ne dedi:

- Size sabıkasız adamlar gönderiyoruz, siz de bunları serbest bırakın. Biz de diğer militanları iknaya muvaffak olalım.

Süreç böyle başladı. Yarın Avrupa’dan gelecek olanlar nasıl belirlendi?

Onlar belirlenirken de “sabıkasızlık” şartı aranmadı mı?

Ortada net bir “devlet şefkati” var.

Evet, devlet adına önceleri yanlışlar yapıldı. Çok kötü işler de yapıldı.

Ama devlet dediğimiz hadise, insanlarla somutlaşıyor. Şimdi devlet adına bir başka irade devrede ve bu irade, bu sancıları bitirmek istiyor. Ülkenin kan kaybını ortadan kaldırmak istiyor. Kan kaybına dağdakinin kanı da dahil. Anaların gözyaşı dinsin istiyor. Bu analara, çocuğu dağda ölen ananın gözyaşı da dahil. Hepsi bu ülkenin kanı ve gözyaşı... Şu anda devlet iradesi, şefkati kuşanıyor.

Süreç, Türkiye’yi rahatlatma iradesinin ürünü.

Dağ bitsin.

Dağdaki de insanca bir hayata kavuşsun. Onların ailelerinin yüreğindeki acılar da sona ersin.

Dağ ile savaşan çocuklar da ölmesin.

Dağ zafer mi kazandı?

Yok.

Dağın ileride zafer kazanma diye bir ümidi mi var?

Yok.

Evet dağa çıkışlar hâlâ olabilir ama dağın geleceği bitti.

Her dönemde, birtakım insanlar böyle misyon duygusu ile harekete geçirilir ve kullanılır.

Kamu otoritesinin yanlışları da bunu besler.

Ama şu anda devlet iradesi, kendini şefkatle donatmayı tercih ediyor.

Tekrar ediyorum, süreç böyle başlıyor.

Eğer süreç böyle başladıysa, Habur’dan sonraki zafer çığlıkları, boş. Evet, boş.

Uzunca bir süreden beri, “Genel af” talepleri dile getiriliyor.

Sormak isterim:

- Devlet bir af çıkarsa, bu da devletin lütfu mu olacak, PKK’nın zaferi mi?

Devlet Öcalan’ın nefes alma imkânını genişletse, bu devletin şefkati mi olacak, Öcalan’ın zaferi mi?

Kuyruğu dik tutma psikolojilerini anlamak mümkün.

Ama bunun üzerine yeni bir siyasi proje kurmak, bu evet şefkat sürecini torpillemek olur.

Bence şu an süreci işleten irade, sürecin bu şekilde oluştuğunu DTP ve PKK’ya sık sık hatırlatmalı ve herkesin ayağının suya ermesini sağlamalı.

Değilse, bu irade zaaf içinde görünüyor ve bu, halkı rahatsız ediyor.

Evet, terör örgütünün “Boyun eğdirdik” gösterileri, halkı rahatsız ediyor.

Ve bu, hükümete bedel ödetecek gibi görünüyor.

Belki şefkatin altını çizmek, çok faziletli görünmeyebilir ama bu iş başka. Devlet adına “Boyun eğdirilmiş” gözükmek, her türlü fazilet kaygısını gölgeliyor çünkü.

Ahmet Taşgetiren Bugün, 24.10.2009

25.10.2009


MGK devlet midir?

BİZİM gazetenin Perşembe günkü nüshasında tuhaf bir haber başlığı vardı: “MGK’dan Taner’e Dördüncü Uzatma”. Habere göre, son toplantısında Milli Güvenlik Kurulu MİT Müsteşarı Emre Taner’in görev süresinin yeniden uzatılması “kararı almış.”

Tuhaflık şurada: Türkiye’nin anayasal sisteminde MGK bir “karar organı” değil, bir danışma kuruludur. Gerçi MİT Kanunu Müsteşarın atanmasının MGK’da “görüşüleceği”ni belirtiyor, ama iş atama kararına gelince bunun Başbakan ve Cumhurbaşkanına ait bir yetki olduğu da açık.

Biliyorum, MGK’ya siyasal karar organı muamelesi yapılması yerleşik uygulamada alışılmadık bir şey değil. Bu tuhaflığın ortaya çıkmasının asıl müsebbibi de her fırsatta kendi yetkilerini bu Kurulla paylaşma cömertliği (!) gösteren hükümetlerdir. Kendisini yürütme yetkisinin ortağı haline getiren bu durumdan askeri cenahın da hoşnut olduğuna şüphe yok. Bu durumda halkın da meseleyi böyle görmesi gayet normal.

Meselenin bununla bağlantılı diğer bir yönü de, yürütme yetkisinin ortağı sayılmanın da ötesinde, MGK’nın çoğu kimse tarafından “Devlet” olarak görülmesi. Onun içindir ki, Türkiye’de genelkurmay başkanı ile kuvvet komutanlarına “Devletin zirvesi”ni oluşturan bir kanat nazarıyla bakılıyor. Oysa, anayasal şema açısından bakıldığında, MGK’nın ve onun içindeki generallerin “devlet” olmadığı açık.

Anayasanın “iktidar haritası”nda MGK devletin üç temel işlevinden “yürütme”nin içinde yer alan ve hükümete danışma hizmeti vermekle görevli yardımcı bir kuruldan ibarettir. Kurulda devleti temsil eden tek kişi de Cumhurbaşkanıdır. Kendisi devlet olmayan bu Kurulun istişari görüşleri “devlet kararı”, hatta “hükümet kararı” değildir. Hükümetin bu Kuruldan çıkan görüşlere uyma konusunda anayasal bir zorunluluğu da yoktur. Zaten aksi olsaydı, Türkiye Cumhuriyeti’nin “demokratik” bir devlet olma iddiası temelsiz hale gelirdi.

MGK’nın devlet gibi görülmesinin arkasında, aslında, “devlet çıkarı” ile halkın çıkarı”, “devlet siyaseti” ile “hükümet siyaseti”, “devlet adamı” ile “politikacı” arasında ayrım yapan bir felsefe yatmaktadır. Resmi uygulamayı şekillendiren bu siyasi felsefe, halkın çıkarlarının ötesinde ve üstünde, onlarla örtüşmeyen “yüce” bir “devlet çıkarı”nın var olduğunu ve bunun bürokrasi tarafından temsil edildiğini varsaymaktadır. Bu felsefe hem devletle ilişkili olan kavramlar lehine bir ahlâki hiyerarşi ima etmekte, hem de böylelikle demokratik siyasetin alanını daraltmaktadır.

Çünkü, bu model, normal bir demokraside halkın seçilmiş temsilcilerinin (parlamento ve hükümetin) yetkisinde olması gereken kimi kamu siyasetlerini demokratik çoğunlukların kontrolünden çıkararak “Devlet” katına yükseltmekte ve bu alanı askeri ve sivil bürokrasiye tahsis etmektedir. Yani, Batı demokrasilerinde “devlet”i seçilmiş hükümetler yönetirken, Türkiye’de bürokrasi “Devlet” adına hükümetleri vesayet altında tutmaktadır. Statükonun “hukukçu” fetvacıları da bu demokrasi ayıbını “çoğulculuk” adı altında kamufle etmeye çalışıyorlar.

Bu durumda, sayın Cumhurbaşkanının anamuhalefet partisi liderinin de MGK’ya katılmasını sağlayacak bir anayasa değişikliği önerisi, ne kadar iyi niyet eseri olursa olsun, devlet sistemimizdeki bu tuhaflığı daha da pekiştirmekten başka bir şeye yaramayacaktır. O zaman ülkeyi kimin yöneteceğini belirlemek için seçimler yapmak da neredeyse anlamsız hale gelecektir. Oysa, bir demokraside milli güvenlik dahil olmak üzere temel siyasetler konusunda karar yetkisi ve bunun siyasi sorumluluğu hükümetlere ait olmak zorundadır. Onun için, ihtiyacımız olan MGK’nın genişletilmesi değil, onun Anayasadan tamamen çıkarılmasıdır.

Mustafa Erdoğan Star, 24.10.2009

25.10.2009


Barışı önleme siyaseti

BU ülkenin yığınla genci dağlarda ölsün.. Aileler oğulları büyüdükçe, yaşları 20’ye yaklaştıkça, gurur duyacak, mutlu olacaklarına, korkular, endişeler içinde yaşamaya başlasınlar.. Her yıl binlerce ana, aslan gibi oğlunun arkasından göz yaşı döksün..

Türkiye, bu ülkenin gelişmesi, bu ülke insanının refahı için harcayacağı trilyonları, savaşa, silaha, ölüme harcasın..

İnsan olan, içinde insanlık denen şeyden bir damla duygu taşıyan, bunu ister mi?..

O zaman yapılması gereken, ele ele vermek, birleşmek ve bu savaşı bitirmek için ne yapmak gerekiyorsa onu yapmak değil mi?.

Peki ne yapıyorlar?..

Savaşın devam etmesi için her şeyi..

Çünkü ülke, çünkü ölen gençler, çünkü ağlayan analar umurlarında değil..

İşleri güçleri hesap yapmak.. Sandık hesabı yapmak..

İktidar partisi adım attı ya.. Bu adımın arkası gelirse.. Barış gelirse, bu iktidar partisi lehine sandığa öyle bir yansır ki, biteriz.. O zaman savaş sürmeli..

Ağır bir itham değil mi yaptığım.. Evet ağır.. Ama ne söylediğimin bilincindeyim..

Bu ülkede, bu ülke gençlerinin canları, yaşamları üzerinden siyaset yapılıyor.. Siyaset bu kadar alçalıyor..

30 yıldır süren, binlerce cana ve katrilyonlarca liraya mal olan bir iç savaşın bitmesi için bir adım atılmış.. Diyelim yanlış atılmış.. Oturur konuşursun. Tekrar konuşursun.. Bir daha, on daha konuşursun.. Sorunu çözmenin yolu, orda burada, miting meydanlarında, hamasi nutuklar atmaktan değil, diyalogdan geçer..

Bu korkunç sorun, sadece iktidar partisiyle çözülmez çünkü.. Hatta siyaset dışı kişiler ve kurumların işbirliği ile topyekûn bir “İstek” olmalı.. Herkes elini taşın altına koymalı.. Herkes bir ucundan tutmalı..

Ama bu ülkede “Muhalefet” denen partiler, diyalogdan kaçıyor, konuşmamayı marifet sanıyor ve sayıyorlar..

Niye..

Barış olursa, prim iktidara yazılır..

Allah kahretsin..

Böyle çirkin, böyle ucuz düşünce olur mu?..

Kime yazılırsa yazılsın..

Bakın açık söylüyorum..

Bu barış, bu 30 yıldır süren savaşın sona ermesinin primi eğer İmralı’ya yazılacak, onu kahraman yapacaksa, razıyım.. O da olsun..

Buna karşı çıkanlar “Olmaz” diyenler, çözüm için öneri getiren, adım atanlara sövmek dışında tek kelime ettiler mi?.. “Öyle olmaz, böyle olur” dediler mi?. Kendi çözümlerini söylediler mi?.

Bugün iktidara saldıran muhalefet liderlerinden, kendi çözümlerini duyan var mı?.

Asker “Ben savaşırım. Ama bu savaş askerle, silahla bitmez” diye bas bas bağırıyor.. “Dağa çıkışların önü alınmaz, dağdakiler aşağı inmezse bitmez” diyor..

Peki nasıl olacak bu, diyaloga bile yanaşmayan, barışa adım atan, el uzatanları “Vatan haini” ilan edenler, nasıl olacak bu?..

Sizin öneriniz nedir?..

Bu savaş bir 30 yıl daha sürmesin, bir 30 bin genç daha ölmesin, bir 30 bin ana daha ağlamasın için, sizin öneriniz nedir?.

Varsa oturalım, onu konuşalım, onu tartışalım..

Miting meydanlarında konuşur gibi hamasi nutuklar atıp, adım atanları attıklarına pişman eden ve geri çekilmeye zorlayan, barışı iyice çıkmaza sokup, çok daha korkunç bir savaşın tohumlarını eken tahrikleriniz dışında ne yapıyorsunuz?..

Görmüyor, anlamıyor musunuz?.. Siz nasıl siyaset, nasıl devlet adamısınız, nasıl bu kadar kör olabiliyorsunuz.. Bu barış süreci hezimete uğrarsa, AKP de hezimete uğrar, tamam.. Ama Türkiye ne olur?.. Doğu, Güneydoğu ne olur?.. O düşük yoğunluklu savaş, ülkeyi bölme amaçlı bir büyük savaşa dönmez mi?.

Bir ama bir kerecik, kendinizi ve oylarınızı değil, ülkenizi, bu yaşta ölüme mahkûm ettiğiniz gençlerimizi düşünemez misiniz?.

Bu Türkiye bizim.. Başka Türkiye de yok!..

Hıncal Uluç / Sabah, 24.10.2009

25.10.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.