Dizi Yazı |
|
Memlekete 6 ay sonra kavuştuk |
Çin tersanesine girdikten sonra Mısırlı ve Yunan Klâs sörveyleri gemimizi denetlediler. Değişecek sac miktarını belirlediler ve gemimizi havuza sokmamıza onay verdiler. Daha önce Türkiye ve Estonya’da gemimle havuza girmiştim. Fakat burada “taş havuz” adı verilen bir havuz bulunuyordu. Bu tip havuzlar daha basit olmakla birlikte büyük bir alanı işgal ettiğinden dolayı yüzer havuzlar daha çok kullanılmaktadır. Fakat Çinliler dağları tepeleri düzelterek denizi doldurmuşlar ve büyük alanlar elde etmişlerdi. Yer sorunları yoktu. Nitekim bizim bulunduğumuz tersane de Dolmabahçe gibi denizi doldurarak elde edilmiş bir alandaydı. Taş havuz, inşası da oldukça ucuz ve kolay olan bir havuz biçimidir. Burada en önemli iş yüzer bir kapağın yerleştirilip sökülmesi esnasında olmaktadır. Diğer gemi havuzdan inmiş sıra bize gelmişti. Havuza römorkörler vasıtası ile girdik. Taş havuz kapağı üzerimize kapandı. Daha sonra pompalarla havuzun içindeki su dışarıya atıldı ve takarya adı verilen sütunların üzerine gemimiz oturdu. Artık gemi karinasındaki sacları değiştirebilirdik. Nitekim yaklaşık 10 gün boyunca çürüyen saclar değiştirildi ve gemi karinası (geminin deniz altında kalan kısmı) boyanarak havuzdan inme zamanı geldi. Havuz tekrar su ile dolduruldu ve gemimiz yüzmeye başladı. Daha sonra yüzen kapak açıldı ve gemimiz yeniden denize çıkmış oldu. Artık onarımlarımızı rıhtımda yapma imkânını bulmuştuk. Tersane onarımları devam ederken kontrat sürem bitmişti. Yaklaşık 6,5 ay çalışmıştım ve artık eve dönüş zamanı gelmişti. Nitekim şirketim Bahriye’de iken birlikte görev yaptığım bir arkadaşımı benim yerime gemiye göndermişti. Bu arkadaşıma Estonya’da iken başka bir gemiyi teslim etmiştim. Şimdi ikinci kez hem de tersanede gemi teslim ediyordum. Havuzdan indiğim gün yola çıkmam gerekiyordu ve devir teslimin hemen ardından 2 gün sürecek dönüş yolculuğum başladı. Daishan Adasında gemiden ayrılmış ve havaalanının bulunduğu diğer bir adaya Zhousan’a feribot ile gidiyorduk. Acente yetkilisi Bay Şao ile özellikle yol boyunca sohbet ettik. Daha sonra ülkelerine dönmekte olan benim gibi iki denizci Koreli bir başmühendis ve Filipinli bir İkinci Kaptan ile benzer konularda konuşmalarımız oldu. Bay Şao’ya hangi dine mensup olduğunu sordum. Bana dininin olmadığını söyledi. Peki, “Allah’a inanıyor musun?” dedim. Yine olumsuz cevap vererek inanmadığını söyledi. Ailesini sordum. Annesinin Budist olduğunu söyledi. Fakat Budizm dinine de inanmadığını ayrıca bu inancı beğenmediğini ifade eden sözler sarf etti. Bu durum beni çok üzmüştü. Sadece Bay Şao değil neredeyse bütün bir Çin, dinden nasibini almamıştı. Bu arada Konfiçyüs’ü sordum. Konfiçyüs’ün bir din adamı olmadığını ve sadece insanlara öğütler veren iyi bir insan olduğunu söyledi. Bu durumda, sohbet etmeyi sevdiği anlaşılan Bay Şao’ya Allah inancının gerekliliğini anlatmaya çalıştım. Öncelikle ölüm olayını sordum. Bana öldükten sonraki hayatın olmadığını söyledi. Cennet ve Cehennem için de keza aynı şeyleri tekrarladı. “İyi ama yok olmak çok kötü bir şey değil mi?” soruma bu sefer “Sanki başka türlü oluyor mu?” diye soru ile cevap verdi. İşte o zaman Allah’ın var olduğunu ve bize verdiği “sonsuzluk” arzusunu kutsal kitabımız Kur’ân’da ve Peygamberimiz Hazreti Muhammed (asm) aracılığı ile vaat ettiğini söyledim. Bana Peygamber Efendimizi (asm) duyduğunu, ismini vererek anlattı ve yine sordu, “Allah’ı niçin göremiyoruz?” dedi. Kendisine dünyanın büyük bir imtihan yeri olduğunu ve bu imtihanı ancak Allah’ın var olduğunu söyleyerek kazanabileceğimizi söyledim. Yapılacak şeyin çok basit olduğunu, inanarak “Lâilâhe illallah” demenin imtihanı kazanmak için yeterli olduğunu söyledim. Bu esnada kendi şivesi ile “Lâ ilâhe illallah” cümlesini birkaç kez söyledi. Yine Allah’ın niçin var olduğunu sordu. Bu esnada feribotla yolculuğumuz devam ediyordu. Kendisine bu geminin kaptanı olmadan gidemeyeceğini söyleyerek, Güneş, Dünya ve Ay’ın mükemmel bir şekilde hareket ettiğini, bunların kendi başlarına böylesine sistematik bir şekilde hareket edemeyeceğini söyledim. Mantıklı bulduğunu ifade ettikten sonra “Cehennem niçin vardır?” sorusunu sordu. Sadece “iyi bir insan olsak” bunun yeterli olup olmayacağını merak ettiğini söyledi. Nedense Bay Şao Allah inancını bir türlü kabullenmek istemiyordu. Ona yine mesleğim ile ilgili örnekler vererek Allah’a inanmak gerektiğini anlatmaya çalıştım. Dedim ki; “Benim şu geminin kaptanı olduğumu biliyorsun, eğer bana ‘Sen bu geminin kaptanı olamazsın’ dediğin takdirde sinirleneceğimi ve bana hakaret etmiş olacağını kabul edersin değil mi?” diye sorduğumda, gülerek, elbette böyle bir şey söylenirse, kızmanın normal olduğunu söyledi. “O halde dünyayı ve yıldızları yaratan ve mükemmel bir düzen içinde idare eden Allah’ı tanımaz isek, bu durum kötü bir şey değil midir?” diye sorduğumda Bay Şao diyecek bir söz bulamadı ve daha önce söylediği sözlerin aksine Allah’a inanmanın gerektiğini ifade etti. Söylediğim şeylerden etkilendiği belli oluyordu. Bundan sonraki konuşmalarımızda bir “ateist” olarak değil de, kendisi ile inanan bir insan gibi konuşmaya devam ettik. Eşinin inancı olup olmadığını sordum. “Belki” dedi, “Belki de Allah’a inanıyordur” ve bundan mutlu olacağını söyledi. Bay Şao’ya dinsiz bir hayatın olmayacağını, yok olmanın insana çok büyük bir sıkıntı vereceğini anlatmaya çalıştım. Bu arada şu soruyu sordum: “Krallar gibi bin sene yaşamak mı istersin, yoksa sonsuz fakat normal bir hayatı mı arzularsın?” Ne yazık ki bin sene yaşamayı tercih edeceğini söyledi. “İyi ama yok olmak insana çok büyük bir ıztırap veriyor, kaldı ki sevdiklerimiz, her şey yok olacak, buna kalbin nasıl katlanıyor?” diye söyleyince gülmeyi bıraktı ve ciddî biçimde beni dinlemeye başladı. Ben, böyle bir şeyi asla istemeyeceğimi söyledim. Kalbimin, sıkıntılı bir hayat bile olsa, sonsuzluğu arzuladığını ifade ettim. Bunu, haklı olduğumu gösteren bir yüz ifadesi ile gösterdi. Sonunda Zhousan Adası'na varmıştık ve sohbetimizi burada noktalamak zorunda kaldık. İnşallah muhatabım Bay Şao, bu sohbetten olumlu bir şekilde istifade etmiştir. Onu bilmem ama ben Allah’a ve onun son elçisi olan Hazreti Muhammed’e (asm) inanmanın ne kadar güzel bir şey olduğunu, sohbet sonunda daha iyi anlamıştım. Çinlilerin ölümü çağrıştırdığı için “4” rakamını yani “sı” ifadesini niçin sevmediklerini şimdi daha iyi biliyordum. Rabbimden dileğim; bütün insanların âlemlere rahmet olarak gönderilen son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa’ya (asm) inanmasına vesile olacak fırsatları sunmasıdır. Bunun için çalışan bütün kardeşlerimize rahmet ve bereketi ile yardım etmesini bütün kalbimle niyaz ediyorum. Feribottan inince bizi bekleyen araç ile Zhousan şehrine geldik. Bu şehir aynı adı taşıyan adada olmasına rağmen köprüler ile Çin ana kıt'asına bağlanmıştı. Türkiye’de “köprü yapılsın mı, yapılmasın mı?” tartışmaları yapılırken Çinliler dünyanın en uzun köprüsünü inşa etmeyi başarmışlardı. Şanghay ile Ningbo şehirlerini birbirine bağlayan bu köprü, yolu sadece 120 km. kısaltmasına rağmen inşa edilmişti. Aslında kara yolu ile de Şanghay’a gidebilirdik. Fakat havayolunu özendirmek için yurt dışına giden yolculara iç hat seferi yaptıran Çinliler bu sayede hava ulaşımının gelişmesine çalışıyorlardı. Nitekim sabah erkenden kalkan uçağa yetişmek için Zhousan’da bir otele yerleştik. Akşam yemeğinde Koreli Başmühendis ile Filipinli 2. Kaptan olan meslektaşlarımla tanıştım. Onlarla birlikte Şanghay’a gidecek oradan ülkelerimize dağılacaktık. Denizcilerin genellikle birbirimize sorduğu ilk soru milliyeti, ikinci soru ise çalıştığı gemi tipidir. Daha sonra maaşlar ve çalışma süreleri gelir. Nitekim bizde de aynı şey oldu. Maaşlar Türkiye’deki ile aşağı yukarı aynı seviyede idi. Fakat çalışma süresi bizde 6 ay olmasına rağmen Korelilerde 8 ay, Filipinlilerde ise 9 ay idi. Bu bakımdan biz Türkler daha şanslıydık. Filipinli Kaptanın iki çocuğu vardı ve Manila’da ikamet ediyordu. Denizcilik konularında ve dinî konularda sohbet ettik. Filipinlilerin yüzde 90’ının Hıristiyan Katolik olduğunu söyledi. Güneyde Mindanao Adası'nda Müslümanlar yaşıyordu. Müslümanlar ile devlet güçleri arasında devam eden sorunlar var mı? diye sorduğumda, maalesef çatışmaların devam ettiğini söyledi. Filipinler’e hiç gitmediğim halde bu ülke hakkında denizcilik ile ilgili bilgilerim vardı. Bu bilgilerimin ne derece doğru olduğunu bu meslektaşımdan öğrenmiş oldum. Filipinlerde denizcilik mesleği millî bir konu olup devlet gemi adamı yetiştirilmesinde öncü rol oynamaktaydı. Gemicilerin sınav ve terfileri ciddî bir şekilde denetleniyor, bu ülkenin dünyanın en gelişmiş denizci ülkesi olması yolunda büyük çabalar sarf ediliyordu. Nitekim bu çalışmalarının sonuçları kısa zamanda alınmış dünyanın tüm denizlerinde Filipinliler en çok çalışan denizciler olmuşlardır. Benzer çalışmaların ülkemizde de yapılması bir denizci olarak en büyük dileğimizdir. Zira denizcilik bir nev'î Peygamberimizin (asm) mesleğidir. O (asm), Peygamberlik görevi gelmeden önce Hazreti Hatice’nin kervanlarında yöneticilik yapardı. Deniz yollarının keşfi ile birlikte ticaret, kervanlar yerine denize kaymıştır. Peygamber Efendimiz (asm) “Rızkın onda dokuzu ticarettedir” buyurmuştur. Bizler bu sözden çok dersler çıkarabiliriz. Zira günümüzde ticaretin yüzde 90’ının deniz yolu ile yapıldığı için ticaretin en önemli kolu olan denizciliği öğrenmeli ve bir millî proje olarak gençlerimizin önüne sunmalıyız. Her ne ise biz yine dönüş yolculuğumuza bakalım. Zhousan’daki otelde müthiş bir baş ağrısına tutuldum. Hatta öyle ki ertesi günkü orucumu tutamayacağım diye endişe ettim. Yaklaşık 40 yıldır her Ramazan aralıksız oruç tutmuştum ve burada bir gün ara vermeyi düşünüyordum. Üstelik Ramazan ayının son günüydü ve ertesi gün bayramdı. Otelde yana yakıla bir aspirin aradım. Ya anlatamıyordum ya da böyle bir şeyi bilmiyorlardı. Bana istersem hastaneye gönderebileceklerini söylediler. Hâlbuki ben, ne olursa olsun ülkeme dönmeyi istiyordum. Zira 6,5 aydır gurbette kalmıştım ve bir Çin hastanesinde kalmaya hiç niyetim yoktu. “Tevekkeltu Alellah” diyerek uyumaya çalıştım. Uyandığımda imsak vakti yaklaşmıştı ve birkaç meyve yiyip su içerek son gün orucumu tutmaya devam ettim. Sabah erkenden Şanghay uçağına bindik. İç hatlar yolculuğundan sonra yaklaşık 20 km ötedeki dış hatlar terminaline gidecektik. Uçaktan inip bavullarımı alınca bu kadar yükle oraya nasıl giderim diye kara kara düşünürken birden acente yetkilisi kadın, bizi havaalanına götürmek üzere hazır beklediğini söyledi. Minibüse binerek diğer meslektaşlarımla birlikte Şanghay’ın korkunç trafiğine takıldık. Yaklaşık 4–5 saatlik bir yolculuktan sonra havaalanına geldik. Benim uçağım gece kalkacaktı. Yani yaklaşık olarak 12 saat beklemem gerekiyordu. Havaalanı oteline yerleştirdiler ve akşama kadar burada istirahat ettim. Sonunda baş ağrım da geçmişti. THY’nin uçağına binerek Türkiye’ye doğru 12 saat sürecek yolculuğumuza başladık. Yaklaşık 180 gün sonra ülkeme dönüyordum. Bu sırada 6 kıt'aya uğramıştık ve dünyayı boydan boya dolaşmıştım. Dünya etrafında batıya doğru bir tur attığım için bir gün daha az yaşamış olarak dönüyordum. Ertesi gün bayramdı ve sabah namazını ülkemde kılabilecektim. Nitekim uzun bir yolculuktan sonra İstanbul’a geldik. Sabah namazını kıldıktan sonra üzerimdeki yolculuk yorgunluğuna rağmen Yeni Asya Gazetemizde yapılan bayramlaşma merasimine de yetişmiştim. 6 aydır görüşemediğim kardeşlerimle hasret giderdim. Kazasız belâsız bir yolculuktan sonra ülkeme ve dostlarıma kavuşmuştum. Bu mutluluğu tarif etmekten acizim. Rabbimden bütün Ümmeti Muhammed’in ve hususan bütün kardeşlerimin imanla yaşamasını ve dünya yolculuğunu bu iman ve istikametle bitirmesini niyaz ediyorum. Kalın sağlıcakla…
— SON — |
24.10.2009 |