Lahika |
Hadis-i Şerif Meâli
Kim bir din kardeşini tövbe ettiği bir günahtan dolayı ayıplarsa, aynısını işlemedikçe ölmez.
Câmiü's-Sağîr, No: 8869 |
16.11.2009 |
Askerin siyasete müdahalesi, müthiş zararları netice vermiştir
Asâkire Hitap (Dinî Ceride, numara 110, 30 Nisan 1909)
Ey asâkir-i muvahhidîn! Fahr-i Âlemin (aleyhissalâtü vesselâm) fermanını size tebliğ ediyorum ki, şeriat dairesinde ulülemre itaat farzdır. Ulülemriniz ve üstadlarınız, zabitlerinizdir. Askerlik ocağı cesîm ve muntazam bir fabrikaya benzer. Çarkların biri intizam ve itaatte serkeşlik etmekle, bütün fabrika hercümerc olur. Sizin o muntazam ve kuvvetli fabrika-i askeriyeniz, otuz milyon Osmanlı ve üç yüz milyon nüfus-u İslâmiyenin nokta-i istinadı ve mâden-i istimdadıdır. Sizin iki müthiş istibdadı kansız ve def’aten öldürmeniz harikulâde olduğundan ve şeriat-ı garrânın iki mu'cize-i garrâsını izhar ettiğinizden, zaifü’l-akide olanlara hamiyet-i İslâmiyenin kuvvetini ve şeriatın kudsiyetini iki bürhan ile izhar eylediniz. Bu iki inkılâbın pahasına binler şehit verseydik, ucuz sayacaktık. Lâkin itaatinizden binde bir cüz’ü feda olunsa, bize pek çok pahalı düşer. Zira itaatinizin tenakusu, ukde-i hayatiye veya hararet-i gariziyenin tenakusu gibi, mevti intâc eder. Tarih-i âlem serâpâ şehadet ediyor ki, asker neferatının siyasete müdahaleleri devletçe ve milletçe müthiş zararları intaç etmiştir. Elbette hamiyet-i İslâmiyeniz böyle sizi uhdenizde olan hayat-ı İslâmiyeye zarar verecek noktalardan men edecektir. Siyaset düşünenler, sizin kuvve-i müfekkireniz hükmünde olan zabitleriniz ve ulülemirlerinizdir. Bazen zarar zannettiğiniz şey, siyaseten büyük zararı def ettiği için ayn-ı maslahat olduğundan, zabitleriniz tecrübeleri hasebiyle görüyor ve size emir veriyor. Sizde de tereddüt câiz değildir. Ef’âl-i hususiye-i nâmeşrua, san’attaki meharet ve hazakate münafi değildir ve san’atı menfur etmez. Nasıl ki bir tabib-i hâzık ve bir mühendis-i mâhirin nâmeşrû harekâtı için, onların tıp ve hendeselerinden mani-i istifade olamaz. Kezalik, fenn-i harpte tecrübeli ve o san’atta mahir ve hamiyet-i İslâmiye ile münevverü’l-fikir zabitlerinizin bazılarının cüz’î nâmeşrû harekâtı için itaatinize halel vermeyiniz. Zira fenn-i harp mühim bir san’attır. Hem de sizin kıyamınız, şeriat-ı garrâ, yed-i beyzâ-i Mûsâ gibi, sâir sebeb-i tefrika ve teşettüt-ü efkâr olan cemiyetleri bel’ etti. Sahirleri de secdeye mecbur eyledi. Harekâtınız bu inkılâbda ilâç gibiydi ki, fazla olsa zehre münkalib olur. Ve hayat-ı İslâmiyeyi fena bir hastalığa hedef eder. Hem de himmetinizle bizdeki istibdat şimdilik mahvoldu. Lâkin, terakkiler için Avrupa’nın istibdâd-ı mânevisi altındayız. Nihayet derecede ihtiyat ve itidal lâzımdır. Yaşasın şeriat-ı garrâ! Yaşasın askerler!
Hutbe-i Şamiye, s. 114 LÜGATÇE: asâkir-i muvahhidîn: Allah’ın birliğine inanmış askerler. Fahr-i Âlemin: Âlemlerin övüncü, âlemlerin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m.). ulülemr: İdare edenler. cesîm: İri, büyük. hercümerc: Karmakarışık olma. fabrika-i askeriye: Asker fabrikası. nüfus-u İslâmiye: Müslüman nüfus. nokta-i istinad: Dayanak noktası. mâden-i istimdad: Yardım kaynağı. şeriat-ı garrâ: Parlak şeriat. mu'cize-i garrâ: Parlak mu'cize. zaifü’l-akide: İnanç zayıflığı. hamiyet-i İslâmiye: İslâmı koruma, Müslümanlara sahip çıkma ve müdafaa etme gayreti. bürhan: Delil. tenakus: Eksilme, noksanlaşma. ukde-i hayatiye: Hayat düğümü. hararet-i gariziye: Duyguların kuvvetli olması hali, ateşlilik. mevt: Ölüm. intaç: Netice verme. uhde: Bir işi üzerine alma, söz verme. kuvve-i müfekkire: Düşünme duygusu. zabit: Subay, askerî kumanda eden rütbeli asker. ayn-ı maslahat: Faydanın ta kendisi. ef’âl-i hususiye-i nâmeşrua: Meşrû olmayan hususî fiiller. hazakat: Üstatlık, ustalık. münafi: Zıt, ters, aykırı. menfur: Nefret edilen. tabib-i hâzık: İşinin uzmanı olan, maharetli doktor. mani-i istifade: İstifadeye engel. münevverü’l-fikir: Aydın fikirli. yed-i beyzâ-i Mûsâ: Hz. Mûsâ’nın beyaz ve parlak eli. sebeb-i tefrika: Ayrılık sebebi. teşettüt-ü efkâr: Fikir dağınıklığı, fikir ayrılığı. bel’: Ortadan kaldırma. sahir: Sihir yapan. münkalib: İnkilâb etmiş, dönüşmüş. |
16.11.2009 |
Açılımın olmazsa olmazı Üstad Bediüzzaman’dır
Şu anda gündemde olan “Demokratik Açılım” başlıklı mesele tartışılmaya devam ediyor. Ümidimiz ve temennimiz odur ki, milletimiz için en güzel ve hayırlı neticeyle neticelensin. Fakat, bu açılımın başarılı olması ve en güzel bir neticeye varması ancak ”Bediüzzaman Said Nursî” faktörünü görmekle mümkün olacaktır. Sebebi şudur; defalarca yazılıp çizildi, söylendi. Bilhassa basınımızın yüzakı, medar-ı iftiharı olan “Yeni Asya Gazetesi” köşelerinden sayısızca dile getirildi. Ve yine yazıyoruz ki; Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri asrımızın en büyük âlimi, hem en büyük mürşidi, hem en büyük siyaset bilimcisi, hem en büyük hekimidir. Aynı zamanda en büyük hürriyetçi, en iyi cumhuriyetçi, en büyük vatanperverdir. Buna delil; hayatı, mücadelesi ve eserleridir. Bu vasıflarını altı bin küsur sayfalık “Risâle-i Nur” adlı muhteşem külliyatını okuyup anlayan herkes kabul etmektedir. Dolayısıyla bu açılımın olmazsa olmazı Üstad Bediüzzaman’dır. Daha padişahlık dönemi yaşanırken o meşrûtiyetten bahsetmiştir. Ve hürriyetçiliği yaymaya çalışmıştır. Hürriyetle ilgili olarak “Faraza, şu devletin yarı milleti, pahasında verilse idi gene erzan ve zulmetle beraber yansa idi gene ucuz!” (E. Said Dönemi Es., s. 207) demiştir. Hem, “Ben ekmeksiz yaşarım hürriyetsiz yaşayamam” ve “Ben dindar bir cumhuriyetçiyim” ifadeleri serlevha olmuştur. Gittikçe başımızı ağrıtan ve müzminleşen “Güneydoğu veya Kürt meselesi”ne en mükemmel reçeteyi ya da kalıcı projeyi o sunmuştur. “Milliyetimiz bir vücuttur, ruhu İslâmiyet, aklı Kur’ân ve imandır” ana başlığıyla ırkçılık hastalığını def edecek tedavi çarelerini ortaya koymuştur. “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı san'at, marifet, ittifak silâhı ile cihad edeceğiz” diyerek, başta cehalete, terörizme, ırkçılığa ve fakirliğe karşı; “Vicdanın ziyası ulum-u diniyedir. Aklın nuru fünun-u medeniyedir, ikisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder” sözüyle de çok büyük bir projesi olan “Medresetüzzehra” projesini sunmuştur. Üstad Bediüzzaman, “Cami’ül-Ezher’in kız kardeşi olan, ‘Medresetüzzehra’ namıyla darülfünunu mutazammın pek âlî bir medresenin Bitlis’te ve iki refikasıyla Bitlis’in iki cenahı olan Van ve Diyarbekir’de tesisini isteriz. Emin olunuz, biz Kürtler başkalara benzemiyoruz. Yakinen biliyoruz ki, içtimâî hayatımız Türklerin hayat ve saadetinden neş’et eder” sözleriyle projesinin anahatlarını çizmiştir. Evet, bu mükemmel “Bediüzzaman projesi” ilk etapta cehaleti, ırkçılığı ve fakirliği ortadan kaldıracaktır. Zaten şu andaki baş problemlerimiz de bunlardır. Üstad Bediüzzaman, 1909’da Paris’te Şerif Paşa ile Ermeni heyeti baş murahhası Boğos Nubar Paşa arasında “Kürdistan ve Ermenistan” hakkında bir anlaşma yapıldığı haberi karşısında, “(Kürtler) Kürt vicdan-ı milliyesinin bu tarz tahassüsüne mugayir hareket eden zevâtı da tanımazlar. Ve (Kürtlerin) yegâne emelleri de vahdet-i dînî ve millîlerini muhafaza olduğundan...” (Age, s. 107); ayrıca “Kürtler camia-i İslâmiyeden ayrılmaya asla tahammül edemezler. Bunun aksini iddia edenler, mutlaka makasıd-ı mahsusa tahtında hareket eden ve Kürtlük namına söz söylemeye salahiyettar olmayan beş-on kişiden ibarettir. (...) Kürtlük dâvâsı pek mânâsız bir iddiadır. Çünkü her şeyden evvel Müslümandırlar, hem de salâbet-i diniyeyi taassub derecesine isâl eden hakikî Müslümanlardan. (...) Binâenaleyh, Kürtleri Müslümanlıktan ayırmak isteyenler, esâsât-ı İslâmiyeye muhalif hareket ediyorlar. Fakat bunlar da kimlerdir? Bir-iki kulüpte toplanan beş-on kişiden ibaret. Hakikî Kürtler, kimseyi kendilerine vekil-i müdafi olarak kabul etmiyorlar. Onların vekili ve Kürtlük namına söz söyleyecek, ancak Meclis-i Mebusan-ı Osmaniyedeki mebuslar olabilir” (Age, s. 109) gibi ifadelerle Kürtçülük ve her türlü ırkçılığa karşı çok sağlam bir duruş sergileyerek, hür iradenin hâkim olduğu millet meclisini adres göstermiştir. Eski Said olarak tarif ettiği o dönemde yazdığı makale ve eserleriyle büyük hizmetlerde bulunduğu gibi, günümüzde daha şiddetli olarak baş gösteren bu illetlere karşı o güzelim eserleri tazeliğini veya güncelliğini korumaktadır. Evet “Mariz bir asrın, hasta bir unsurun, alîl bir uzvun reçetesi” de, “Azametli bahtsız bir kıt'anın, şanlı talisiz bir devletin, değerli sahipsiz bir kavmin reçetesi” de Bediüzzaman ve Risâle-i Nur’dadır. Üstad Bediüzzaman Hazretleri, Münâzarât adlı eserini “siyaset tabiplerine teşhis-i illete dair hizmetle muvazzaftır”, yani ülke yönetimine talip olanlara hastalığı teşhiş etmek hizmetiyle vazifelidir diye ikaz etmektedir. Bu itibarla, ”Bediüzzaman ve Risâle-i Nur” gerçeğini sayın devletlilerimizin, etkili ve yetkili kişi ve kuruluşların görmek zarureti doğmuştur. Bediüzzaman Said Nursî üç devri yaşamış bir zat olarak, en iyi nabzı o tutmuştur. En sağlıklı analizi o yapmıştır. Dolayısıyla, en iyi çareyi ve çözümü de o sunmuştur. Dünya yüzündeki en şiddetli ve dehşetli zaman, içerisinde yaşadığımız “âhirzaman”dır. Böyle bir zamanın devası da “Bediüzzaman”dır. Evet, nurdan zarar gelmez, gelirse huffâşa gelir, murdar şeylere gelir. Saygılarımla... |
16.11.2009 |
Başkaları için yaşayanlar
Öyle insanlar vardır ki kendileri için değil, başkaları için yaşarlar. Başta Peygamberimiz (asm) olmak üzere bütün peygamberler, evliyâlar ve salih insanlar bu sırrı hayatlarıyla göstermişlerdir. Hayatın aldatıcı, cezb edici lezzetlerinden vazgeçip, adeta faniyâttan sıyrılıp bâkî olanın yolunda hayatlarını geçirmişler; adeta beka memleketine yolcu taşımışlardır. Üstadımız Bediüzzaman’ın hayatına şöyle bir baktığımızda da bu sırrı görmek zor değil. Arkasından gelen Nur Talebeleri ağabeylerimiz…. Ve Şaban Döğen Ağabey... Hayatını Nurun yolunda aşkla şevkle geçirmiş; onlarca eserler bırakmış; hayatının şehadetiyle ömrünü hizmete adamış bir ağabey… Bütün Yeni Asya camiası ve okurları; Nur Talebeleri de onun hizmete adanmış ömrüne şahitlik ederler…. Nur Talebesi ağabeylerim ve kardeşlerimden bir vefat haberi işittiğimde içimi kaplayan hüznü bir kenara bırakıp; böyle vefatlara gıpta ile bakıyorum. Ne mutlu ömrünü hizmetle geçirip, Risâle-i Nur’dan kazandığı iman vesikası elinde olarak beka âlemine vâsıl olanlara…. Şaban Ağabeyin vefat haberini duyduğumda içimi bir burukluk kapladı. Yine Risâle-i Nur’un tesellisi var. Fakat gazetemizde Şaban Ağabeyi anlatan makaleler, öyle bir hasreti körüklüyor ki ağlamamak elde değil…. Yedi sene öncesinde, daha önce gazetedeki yazılarıyla gıyaben tanıdığım Şaban Ağabeyle şahsen tanışmıştım. Fatih’deki dershanede Risâle-i Nur’dan “Nübüvvet” konulu dersler yapardı bizlere. Tatlı ses tonu ve herkesin ifade ettiği yüzünden eksik etmediği tebessümü ile zihinlerimizde kaldı. Ve hizmetteki şevki… Bir kardeşimizin mahallinde yaşadığı bir sıkıntının çözümüne de Risâle-i Nur’dan şevkle ilgili bahisleri okuyarak destek olmaya çalışmıştı. O kadar şevkle içli dışlı olmuştu ki artık Şaban Döğen ismi geçtiğinde tedâyi-i efkâr olarak şevki çağrıştırıyordu. Samsun Çarşamba’da Haziran-2004’teki kitap sergimize katılmış; kitaplarını imzalamıştı. Yüzündeki tebessüm bir an bile kaybolmuyordu. Hizmetimize varlığı ile şevk katmış, bize moral kaynağı olmuştu. Akşamında yaptığı derste de hizmete verdiği ehemmiyet ve insanları Risâle-i Nur’a teşvik üzerinde durmuştu. Yıllar, bir uzun seferin durak noktaları. Her durakta yolcular iniyor ve biniyor. Bu dünya ebedî kalınacak bir menzil değil. Fakat o kadar çok alışmıştık ki… En son katıldığı Konya-Ilgın toplantısının haberinde yine tebessümlü hâliyle fotoğrafta görünüyordu. Kervan senin bıraktığın yerden yoluna devam ediyor Şaban Ağabey. Sen nurlar dolu kabrinde seyrediyorsun. Sen vazifeni yaptın, artık terhis belgeni hüsn-ü hatime ile imzaladın İnşallah. Şimdi yeni vazifedarlar senin silinmez bir iz bıraktığın hayatından ve eserlerinden istifade ile vazifelerine şevkle devam edecekler İnşallah. “‘Semâvât ve arz, ehl-i imanın ölmesiyle ağlarlar.’ Zirâ, ehl-i iman ise, çünkü semâvât ve arzın vazifelerini bilir. Hakikî hakikatlerini tasdik ediyor. Ve onların ifade ettikleri mânâları iman ile anlıyor. ‘Ne kadar güzel yapılmışlar, ne kadar güzel hizmet ediyorlar’ diyor. Ve onlara lâyık kıymeti veriyor ve ihtiram ediyor. Cenâb-ı Hak hesabına onlara ve onlar ayna oldukları esmâya muhabbet ediyor. İşte, bu sır içindir ki, semâvat ve zemin, ağlar gibi ehl-i imanın zevâline mahzun oluyorlar.” Vefatıyla bu hakikati bir kez daha bizlere hatırlatan Şaban Döğen Ağabeyimizi hayırla yâd ediyor, ailesine ve bütün Yeni Asya camiasına sabr-ı cemil diliyorum… Ruhuna Fatihalar. |
H. İBRAHİM AKAY 16.11.2009 |