Röportaj |
H. HÜSEYİN KEMAL |
Türkiye’de asker ağalar var |
Türkiye’deki değişim dönüşüm kışla kapılarını zorlayacak düzeye gelmiştir. Kimilerine göre asker kışlasına doğru geri çekilirken, ordu içindeki demokrat askerler cuntacıları hukuka ihbar eder noktaya gelmiştir. Biz de toplumda yaşanan bu değişimi bir kültür sosyoloğu olan, halen City University Of New York’ta Sosyoloji profesörü olan Mücahit Bilici’yle konuştuk. Bilici, Türkiye’nin dekolonizasyon dönemine girdiğini söylüyor…
Daha önce yazdığınız bir yazıda militarizasyon derinleşecek demişsiniz. Bu düşünceniz hâlâ devam ediyor mu? aha önce militarizasyon derinleşecek derken mevcut iktidarlarını sürdürmek isteyen yapının her türlü askerileştirme fırsatından yararlanmak isteyeceğini anlatmak istedim. Yapay bahanelerle Irak’a girmek isterken de, güya terörle mücadele ederken de hep aynı şeyi yaptılar: Korku kamçısı ve vatan kurtarıcılık zehirli balı ile milleti hazır olda tutup ceplerini boşaltmak.
Ordu içindeki cuntacıların bu kadar açığa çıkması sizce ne ifade ediyor? Bu militarizmin etkisizleştirilmesi anlamına gelmez mi? Gelir tabiî. Militarizme karşı ilk kez itiraz var. Bugüne kadar hep tekme tokat yememek için sesini çıkarmayan acemiler bir defa olsun eğik başlarını kaldırdılar. Burada askerden bahsetmiyorum. Türkiye vatandaşlarından bahsediyorum. Onların sivil hayatları bitmez tükenmez bir acemi asker muamelesi görmekle geçmiştir. Ve maalesef çoğu bunu içselleştirmiştir. Türkiye askerî bir cumhuriyet olarak kurulmuştur ve halen sivilleşmemiştir. Türkiye’de üç çeşit asker var: Kuşaklar boyu sistemin imtiyazları ile beslenen “ağalar.” Askerî dilde bunlara komutan deniliyor. İkinci çeşit asker ise, ordunun içindeki Anadolu çocuklarıdır. Bunların komutan olmasına müsaade edilmez. Bunlar resmî askerdir. Sadece emir almaya mezunlar. Kışladan içeri kapatılmışlardır. Zira askerlik “zorunlu”dur. Bir de üçüncü çeşit asker vardır: O da Türkiye’deki sivillerdir. Ortalama Türkiye vatandaşı gayriresmî asker olarak tedip ve terbiye edilmiştir. ‘Her Türk asker doğar’ ninnileri ile büyümüş, lisesine kışladan mürebbileri gönderilmiş, terör ile, bölünme ile, Sevr ile korkutularak büyümesi engellenmiş ve nihayet ebediyyen acemi olarak kalacak şekilde şartlandırılmıştır. Askerî “ağalar”ın “Halk henüz demokrasiye sahip olacak olgunlukta değil” derken kastettikleri budur. Halk acemidir. Demokraside mi? Hayır! Halk asker acemisidir. Hiç terfi etmeyecek şekilde görünmez dikenli tellerle askere alınmıştır. Üstelik sözümona siyaset ve din ağalarından kurtarılmak için asker ağalarına minnettar olmaları isteniyor. Dikkat ediniz siyaset ve din sahalarında ağa olanlar bunu seçilerek, özgür insanların rağbetine mazhar olarak gerçekleştirmişlerdir. Fakat askerî ağalar ise tekme tokat ile bu konuma gelmişlerdir ve dipçik tehdidi ile orada kalmışlardır. İşte bu soygun düzeni bütün imkânlarını, bütün sermayesini tüketmiş haldedir. Atacağı son kurşunları atıyor. Bu kurşunların bazısına “boru”, bazısına “kâğıt parçası” demesi birşeyi değiştirmiyor.
CHP ve MHP’nin Kürt sorunu etrafında ortaya koyduğu tavır hakkında ne düşünüyorsunuz? Öteden beri hep söylerim: CHP ve MHP aynı ideolojinin iki toplum tabakasındaki tezahürüdür. İkisi de devlet partileridir. Yani asker partisidirler. Esasen CHP, gündüz askerî üniforma giyen askerî ağaların gece büründükleri sivil kokteyl partisidir. Hadi bir maskeli balo partisi diyelim, çünkü balolara düşkünlüğü bilinen bir partidir. Türkiye’de gailesiz olan, gerçekten hür insanların olduğu belki de tek parti, evet tek parti, CHP’dir. Çünkü CHP, adına devlet denilen sistemin efendilerinin siyasete tenezzül ettikleri kulüptür. Tenezzül ederler çünkü gerçekte siyasetle ulaşılacak imkânlara—para, makam, vs—zaten fazlasıyla sahipler. Biraz da demokrasi denilen sevimsiz, ama çağdaşlık alâmeti sayılan zaruret olmasaydı, CHP hep devlet olarak kalır, bir partiye dönüşmezdi. CHP özgür ve beyaz Türklerin partisidir. Eflatun binlerce yıl önce CHP’nin söylemini tarif etmiştir. Hakim elit olarak kendilerinin inanmadığı ama muhataplarının inanmasını istedikleri “soylu yalanlar”dır bunlar. CHP soyludur ve söyledikleri ise yalandır. Onur Öymen meselâ bir tesadüf değildir. İsmi de tevafuktur. Beyazdır, etnik olarak Avrupalıdır ve tenezzülen Anadolu insanına hükmetmiştir. Askerî-bürokratik sistemin siyasete bağışladığı beyaz yakalı, nazik, medeni bir figürdür. Kazara doğruyu söyleyen bir partide, siyasetin kendisi bir “sanki” siyasetidir. CHP’yi eleştirenler, bu parti iktidar olmak istemiyor mu diye soruyorlar. Yanılıyorlar. Soru yanlıştır. CHP zaten iktidar olduğu için kıpırdamaya ihtiyacı yoktur. Kendisini sadece parti gibi göstermesi kâfidir ve bunu bihakkın yerine getirmiştir bugüne kadar. Şimdi ise durum değişmektedir. İktidarın başkasına geçmesi ihtimali karşısında CHP de ilk kez bir partiye dönüşecektir: Beyaz Türklerin siyasetle tanışması diyebiliriz. Oligarşik iktidar tahtından inip demokratik rekabet siyaseti ile tanışıyorlar. Bu durumda kim olsa şaşkın ve kızgın olur: Gündüz mü gece mi karıştırabilir, gardrobundaki üniforma ve sivil elbiseleri seçmekte zorlanabilir.
MHP’nin tabanı dindar insanların yoğunluklu olduğu bir zemin. Nasıl oluyor da CHP gibi bir partiyle aynı paralelde siyaset üretebiliyor? Dediğim gibi, MHP ile CHP aynı ideolojinin iki ayrı tabakadaki tezahürüdür. Peki aradaki fark nedir derseniz, fark şudur: CHP yalan söyleyen soyluların partisidir, MHP ise o yalana inanan baldırı çıplakların partisidir. Biri devletin üst katlarında hüküm sürer, diğeri devletin alt katlarında ve sokakta hükümfermadır. Biri duygusaldır, diğeri kurnaz. Biri gözünü kırpmadan yalanı söyleyen eğitimli ve şehirli oligarşi partisidir. Diğeri ise söylenen yalana ekseriyetle samimiyetle inanan duygulu ve köylü/kenar mahalleli partisidir. Birinde strateji diğerinde galeyan hâkimdir. Biri soğuk ve sakin konuşur, diğeri hararetlidir, bağırarak konuşur. Esasen, MHP, hakim sınıfların halka temas ettiği yüzeyde oluşturulan bir tampon kontrol cihazıdır. İçinde halktan insanlar ve unsurlar vardır. İslâmın varlığı da bu sebepledir. Türkler Müslüman olduğu için MHP Müslümandır, İslâm hak din olduğu için değil. Her zaman için MHP’nin içinde bir parça CHP ve CHP’nin içinde bir parça MHP bulmak mümkündür. Bu tesadüf değildir. MHP, halka değdiği için CHP gibi hijyenik değildir. CHP halka değmez bile, belki tek istisnası Alevîlerdir, onların sayesinde CHP’ye bir parça halk bulaşmıştır. O nadir hint kumaşına oy kıtlığında Gandi muâmelesi yapıp sonra ellerini yıkamaları boşuna değildir. MHP bir tazyik tahliye ve bazan da taciz cihazıdır. Bunun kontrolü de devletin elindedir. CHP devletin kontrolunu kaybedince hırçınlaşabilir ama MHP devlete hep bağlı kalacaktır, kendini hep öyle bilmiştir. Bütün bu anlattığım sebeplerle her iki partinin Kürt sorununun hal yoluna girmesinden rahatsız olmaları normaldir. "Türkiye’ye Kürtlük gelecekse onu da biz getiririz" diyen bir anlayış var. Nitekim, “Türkiye’ye İslâm gelecekse onun nasıl olacağına da biz karar veririz” diyen bir partiden bahsediyoruz.
CHP muâsır medeniyetler seviyesi diyerek batı medeniyetini parti siyasetiyle halka dayatan bir parti iken neden bugün Avrupa’ya karşı? Yoksa batıda kendisine koalisyon mu bulamıyor? CHP bugün Avrupa’ya karşı, çünkü her kilometresi için yolcuların para ödediği bir otobüste konforlu bir şoför mahallinde oturuyor. CHP ve onun temsil ettiği özgür ve beyaz Türklerin menfaati otobüsün mahall-i maksuduna varması değil, hep yol gitmesidir. Modernliğe (onun merkezi sayılan Avrupa’ya) ulaştığımız zaman millet hiç verilmemiş ihtiyaç molalarının intikamını almak üzere inecek ve yolculuğun bitişini “Şükür kavuşturana” coşkusu ile kutlayacaktır. Peki şoföre ne olacaktır? İşte bugüne kadar "Sizi Avrupa’ya götürüyorum" diyerek yolculardan haraç toplayan, onları coplayan ve şoför mahallinde bir imtiyaz cenneti olusturan şoför tıpış tıpış inecek. İmtiyazlar bitecek, coplamalar Avrupa’nın adabına aykırı sayılacak. Yolcular memnun olacak ama şoför üzülecek. CHP ve onun temsil ettiği zihniyet Batılılaşma yolunda dolduruşa gelmiş Türkiye otobüsünün şoförlüğünü yapagelmiştir. Bugün değişik sebeplerle Avrupa’ya varma ihtimalimiz ufukta belirince, şoförün direksiyon kırması, mazeret araması ve nihayet yolu tekrar uzatması boşuna değildir. Türkiye’de modernleşme ideolojisini savunan Kemalist elit, esasen modernliğe karşıdır. Modernleşmeye modern olmak için değil köylü ve aşağı gördükleri halk üzerindeki hâkimiyetlerini sürdürmek için bu kadar düşkünler.
Siz Türkiye’nin özgürlüğü için mücadele etmesi gerektiğini söylüyorsunuz. Toplum kesimleri ortak bir özgürlük kurmak için yeterli olgunluğa sahip mi? Ben doğrusu bu olgunluk dilini benimsemiyorum. Size bir örnek vereyim: Bir kapak düşünün, üstüne konduğu tencereye baskı yapıyor. Kapağa değil de tencereye nazarını çevirmiş olanlar “Yahu bu tencerede her ne varsa, henüz pişmemiş, kıvamına ulaşmamış” diyorlar. "Niye?" diye sorarsanız: “Çünkü oradan hiç buhar çıkmıyor” derler. Halbuki tenceredeki yemek fazlasıyla pişmiştir. Sorun tencereye nefes aldırtmayan kapaktadır. Kapak olmasaydı, buharlar çok daha erken görünecek, herkes yemeğe daha çok itimat edecekti. Tenceredeki zaaf kapağın baskısındandır, yoksa tencrenenin kifayetsizliğinden değil. Er ya da geç tencere kendisine nefes aldırtmayan kapağı fırlatır atar. Çok direnirse onu da kendisiyle birlikte yakar. Türkiye bu noktaya gelmiştir.
Türkiye’nin dekolonizasyon süreci yaşadığını söylüyorsunuz. Bunu biraz açabilir misiniz? Evet, Türkiye’de dekolonizasyon süreci yaşanmaktadır. Türkiye kendi kendisini sömürgeleştirmiş bir ülkedir. Bir önceki misâlimde koltuğuna oturan bir oligarşik grup kendileri dışındaki bütün yolculara korsanların yapacağı muameleyi reva görmüşlerdir. Dindara namaz molası vermemiş, su isteyen, ama Türkçe konuşamayan Kürt yolcuyu susuz bırakmış, Alevîyi emniyet kemeri ile dövüp bağlamış bir şoförden bahsediyoruz. Böyle durum sömürgelerde bile az olur. Dev bir imparatorluğun mirasçısı olacaksın, dünyada kültüre, dış politikaya, sanata, küreselleşmeye zırnık bir katkın olmayacak. Lahmacunu aşağılayacak, arabeskten tiksineceksin, ihrama girmekten utanıp en uyduruk Batılı kıyafetlerı taklit edeceksin ve bunu kabul etmeyenleri cezalandıracaksın. Bu bir sömürge fotoğrafıdır. Namaz kılmanın atılma sebebi bir suç, ama içki içmenin yükselmek için bir zorunluluk olduğu kurumların yönettiği bir ülke ancak bir sömürge ülkesidir.
Sömürge toplumlarının alfabeleri, silâhları, iradeleri elinden alınır diyorsunuz. Türkiye’nin Nato’ya bağlanması, 1950’lere kadar halkın iradesinin yansıması bu tanım içine girer mi? Türkiye’nin sömürgeleşmesini dış etkenlere bağlamak bizim kendimize dair ziyade hüsn-ü zannımızdan kaynaklanıyor. Türkiye’yi Batılılar sömürgeleştirmedi. Türkiye’yi kendi eliti sömürgeleştirdi.
Peki kimdir bu elit? Nasıl tarif edersiniz? Türkiye’nin gerçek sahipleri ve vatandaşlarıdır bunlar. Onlara ulaşmak işin evvelâ Türkiye’nin noksan vatandaşlarına bir göz atalım. Kürt tam vatandaş değil, dilini bırakmalı. Dindar tam vatandaş değil, dinini değil, dindarlığını bırakmalı. Gayrimüslim tam vatandaş değil, Müslüman olmadıkça tam vatandaş olamıyor. Alevî tam vatandaş değil, sünni olmalı. Peki geriye ne kaldı? Geriye Türkler kaldı derseniz yanılırsınız. Türkiye’nin gerçek vatandaşlarının Türk olması gerekmez. Her Türk gerçek vatandaş değildir. Gerçek vatandaş “Türkleşmiş” olan kişidir. Bu şart Türkler için de geçerlidir. Türkiye’nin hakiki vatandaşları Balkan ve Kafkas göçmenleridir. Türk olup olmamaları önemli değildir. Türkleşmiş olmaları önemlidir. İkinci olarak da Müslüman oldukları için mağdur olduklarından (Osmanlı’nın gerileyen sınırları boyunca katliâma maruz kaldıklarından) Müslümanlığı kendi kimliklerinin olmazsa olmaz şartı olarak görürler. Yani Müslüman olunmadan Türk olunamaz. Fakat yanlış anlaşılmasın burada Müslümanlık etnik bir Müslümanlıktır. Bunu nereden anlıyoruz? Şuradan: İdeal Türk vatandaşı olmanın üçüncü şartı laik olmaktır, yani Türkiye’de anlaşıldığı hâliyle “dindar olmamak.” Müslüman olmak zorundasın, ama dindar olamazsın. Türkleşmiş olacaksın, ama Türk olmak zorunda değilsin. Bu tanıma uyan her kimse o kişi ve kişiler Türkiye Cumhuriyeti’nin hakiki vatandaşlarıdır. Geri kalanlar Hasolar, Memolar, yahut Garolar, Hrantlardır.
Peki bu tanım nereden çıkmıştır? Kanaatimce asıl soru budur: Nereden çıkmış bu tanım? Türklüğün bu üç şartını (Müslüman olmak, Türklüğü benimsemek, laik olmak) Türkiye’nin kültürel anayasasına koyan insanlar bu şartları nerden çıkarttılar? Eğer etrafa bakarsanız bulamazsınız. Çünkü onu kendilerinden çıkarttılar. Yani kendi tecrübelerini Türklüğün şartları haline getirdiler. Bugüne kadar bütün Türkiye bu göçmen hâlet-i ruhiyesinin biçtiği gömleğin içinde yaşamak zorunda kalmıştır. Müslümancı olacaksın ama dindar olmayacaksın, Batılı gibi olacaksın ama Batıdan nefret edeceksin, Anadolu’daki etnik Türk veya Kürt’ün dindarlığından, dilinden ve kültürel üslûbundan rahatsız olacaksın, ama onlara "Hepimiz Türk’üz" deyip kendi gömleğini zorla giydireceksin. Türkiye’deki trajedi budur.
Siz bir yazınızda Türkiye’deki siyasal ve iktidar çatışmasını, Balkanlar ile Anadolu’nun mücadelesi olarak yorumladınız ve büyük tepkiler çektiniz. Bu tanımlamayı neden yaptınız? Daha önce ileri sürdüğüm bu tezi daha sonra etraflı bir şekilde İngilizce yayınlanan bir makalemde ele aldım. Evet, Türkiye’deki mücadele Balkanlar ile Anadolu arasındaki bir mücadeledir. Daha da net söylersek: Türkiye’nin etnik olarak Avrupalı olan beşerî malzemesi (Balkan ve Kafkas göçmenleri ve onların milliyet, modernlik, devlet anlayışları) ile Türkiyenın Asyalı olan beşerî malzemesi (bunun içinde Diyarbakırlı Kürt, Maraşlı Türk, Sivaslı Alevî de var) arasında bir çatışma var. Türkiye’deki müesses nizam, göçmen etos’uyla şekillenmiş ve onları imtiyazlı kılan bir düzendir. Anadolu insanı sistemin imkânlarını paylaşmak istediği için çıkıyor tüm bu kavga.
Dekolonizasyon içindeki boşluğu atmakla mümkün diyorsunuz. Türkiye içindeki boşluğu nasıl dolduruyor. Burada Bediüzzaman’ın ne tür bir katkısı olabilir? Birileri Türkiye toplumunu devlet ve silâh zoruyla belli bir şekle sokmaya çalışırken, Bediüzzaman onların ilham aldığı Batılı sömürgecilerin sözlerini duyar duymaz ilk tepkisini vermiştir. Bediüzzaman’in dekolonizasyon için ilk hamiyet patlaması taa Tahir Paşa’nin Van’daki konağındayken olmuştur. Birileri devlet eliyle yüzeyde devrim yaparken, Bediüzzaman kalpleri fethederek daha derinde bir devrim gerçekleştirmiştir. Bu devlet aygıtı kullanılarak yapılan görünür ama yüzeysel değiştirmelere karşılık Bediüzzaman kalemiyle görünmez ama çok sağlam bir dönüşüm gerçekleştirmiştir. Fakat Bediüzzaman, Türkiye’de bir boşluğu doldurmamıştır; Bediüzzaman’ı Türkiye’nin sınırları içine ve de devletin ihtiyaçlarına tâbi kılan bir anlayış, velev ki "Bu devlet Bediüzzaman’a sahip çıksın" şeklinde bir anlayış olsun, Bediüzzaman’a haksızlıktır. Bediüzzaman’ın mesajı evrenseldir, Türkiye de bundan istifade ettiği için ayakta kalabilmiştir.
|
H. HÜSEYİN KEMAL 30.11.2009 |