Basından Seçmeler |
Said Nursî “flash forward” yöntemini uygulamış
İstanbul’un en güzel sinema salonlarından birine gitmişsiniz. Elinizde popcorn. Yeriniz G 16. Yan koltuk, G 18, boş. Biraz sonra yaşlı bir adam gelip oraya oturuyor. Başında sarık, giysileri farklı. Biraz dikkatlice bakıyorsunuz, “Olamaz” diyorsunuz. Koltuk komşunuz Bediüzzaman. Yani Saidi Nursi. Tabii bugün başınıza böyle bir şey gelmesi mümkün değil. Ama 1920’li 30’lu yıllarda İstanbul’da yaşayan biri olsaydınız böyle bir şeyle karşılaşabilirdiniz. ««« Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı’nın sinema üzerine yazılarını topladığı kitabını okuyorum. En çok ilgimi “Sinemada akrep ve yelkovanı aşmak” (*) başlıklı yazı çekti. Bu yazıdan öğrendim ki, Saidi Nursi iyi bir sinema seyircisiymiş. Bunun üzerine Dumanlı’yı arayıp, hangi filmleri severdi diye sordum. Hangi filmlere gittiği konusunda onda bilgi yoktu. Biraz araştırdım ve Ali Murat Güven’in 26 ocak 2007 tarihli Yeni Şafak Gazetesi’ndeki bir yazısına rastladım. Orada 1921 yılına ait bir anekdot var. Saidi Nursi bir gün öğrencilerinden Molla Süleyman ile Ayasofya’da namaz kıldıktan sonra yakındaki bir çayhaneye oturmuş. Çayını içtikten sonra öğrencisine, “Haydi oğlum şöyle güzel bir film seyredelim” demiş. Öğrencisi de benim gibi şaşırmış ve “Sinema mı” diye sormuş. Saidi Nursi’nin cevabı şöyle olmuş: “Bak Süleyman ben sinemaya başkalarının gittiği gibi gitmem. İbret için, dersler çıkarmak için film seyrederim”. Birlikte Alemdar Sineması’na gitmişler. O yıllarda henüz yerli filmler başlamadığı için, sessiz yabancı filmler varmış. Bu arada yazıda önemli bir ayrıntı var. “Bediüzzaman birinci mevkiden iki bilet almış.” Film arasında öğrencisine sormuş. “Anlat bakalım ne anladın bu filmden?” Öğrencisi “Hiçbir şey” demiş. Bediüzzaman bunun üzerine şunları söylüyor: “İşte dünya da aynen sinema perdesine benzeyen bir yerdir. Kendisi sabit olmadığı gibi, içindekiler de fani; hiç durmuyor, akıp gidiyor. Onun için dünya hayatına hiç güvenme oğlum. Hayatlarımız izleğimiz bu film kadar kısa ve geçicidir.” ««« Bu arada, Dumanlı’nın kitabından bir başka şeyi daha öğreniyorum. Saidi Nursi, son günlerde Lost filminin yapımcılarının yeni moda ettiği “flash forward” yöntemini de uygulamış. “Bir zaman Eskişehir Hapishanesi’nin penceresinde, bir Cumhuriyet Bayramı’nda oturmuştum. Karşımdaki lise mektebinin büyük kızları, onun avlusunda gülerek raks ediyorlardı. Birden, manevi bir sinema ile elli sene sonraki vaziyetleri bana göründü.” Tam bir flash forward, ileriye bakış olayı değil mi? (...) ««« Kamusal alanda tanınmış insanların, böyle, bilinmeyen hakikatlerinin ortaya çıkması, bulunması çok hoşuma gidiyor. (...) (*) Ekrem Dumanlı; “Sinemaya Farklı Yerden Bakmak”, Zaman Kitap, Ekim 2009
Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 29 Kasım 2009 |
30.11.2009 |
Bir ‘Kafes’ten diğerine hayatımız
Süleyman Demirel’in 12 Eylül darbecilerine yönelik en esaslı eleştirisi bir soruydu: ‘11 Eylül günü akan kan 12 Eylül günü nasıl oldu da kesiliverdi?’(...) Öyle ya, hukuk aynı hukuktu, sıkıyönetim aynı sıkıyönetimdi, ‘terörist’ler yakalansanlar yargılanacakları mahkemeler aynı mahkemelerdi, savcılar aynı savcılardı, ceza yasaları aynı ceza yasalarıydı, sıkıyönetim komutanları aynı komutanlardı. ««« Biliyorsunuz, bir ihbar üzerine İstanbul’da Boğaz’ın Karadeniz çıkışına yakın, Deniz Kuvvetleri’nin meşhur SAS-SAT komandolarının eğitim alanının neredeyse bitişiğinde bir arazide kazılar yapıldı, toprağa gömülmüş durumda dehşet verici saldırı silahları ve patlayıcılar bulundu. Bu bulunan silah ve mühimmatla ilgili yapılan soruşturma geçenlerde ansızın hareketlendi, çok sayıda üniformalı asker sorgulandı, son olarak da bir yarbay ile iki albay hakkında tutuklama kararı verildi. Soruşturma sırasında bir bilgisayar CD’sinde, elektronik anlamda ‘gizlenmiş’ bir dosya bulundu. Bu dosyada ‘Kafes’ adı verilen bir planın ayrıntıları vardı. Ayrıntılar dehşet vericiydi. Gayrımüslim vatandaşlara yönelik saldırı planları, çoluk çocuğa yönelik saldırı planları, suikast planları vs. Bu planlar, bazıları yüksek rütbeli asker kişilerce hazırlanmıştı iddiaya göre ve asker kişiler tarafından da uygulanacaktı. Ancak yapılacak terör saldırıları bir biçimde, en azından fikri düzeyde, başkalarının üzerine yıkılacaktı. ««« Bu ülkede, ülkeyi terör ortamına sokup istikrarsızlaştırmayı planlayacak kadar habisleşmiş ruhlar yaşıyor ve biz de şaşırmıyoruz, bu durumu öğrenince hep birlikte ayağa kalkıp ‘Ne oluyor’ demiyoruz. Derilerimiz kalınlaşmış durumda maalesef; çünkü bu ülkede yaşadığımız hayat bir ‘kafes’ten diğerine yaptığımız yolculuktan ibaret. 12 Eylül öncesi olaylarından biri hâlâ tartışılıyor, meşhur 16 Mart katliamı. Bu katliamdan önce geleceğin Susurlukçusu Abdullah Çatlı’nın İstanbul’da bir askeri birliği ziyaret ettiğini, buradan TNT kalıpları ve C4 patlayıcılar aldığını hepimiz biliyoruz, bu durum mahkeme kararıyla kesinleşmiş durumda. Buna da şaşırmamıştık. Rahmetli Uğur Mumcu, 12 Eylül öncesinin sağ ve sol silahlı terör örgütlerine silahları aynı kaçakçıların, devlette bir biçimde işbirliği içinde temin ettiğini ortaya çıkardığında yine şaşıran olmamıştı. ««« Önce terör yarat veya teröre yol ver, arkadan darbe yapıp iktidara gel... Bu basit tezgâha geçmişte kaç kere geldik, şimdi ‘Kafes’ planının ortaya çıkması, bana en azından gelecek için ümit veriyor. Belki bundan sonra böyle şeyler olmayacak. İsmet Berkan, Radikal, 28 Kasım 2009 |
30.11.2009 |
Suç ortaklığı
Gerçeklerİ söylemenin “ihanet” sanıldığı bir ülkede yaşıyoruz. Öyle bir ülke kurmuşuz ki “gerçeği” söylediğiniz zaman “hastalıklı” olduğumuzu da söylemiş oluyorsunuz. Ve, hastalığı teşhis etmek en büyük hainlik. “Hiç dokunmayalım, bu hastalık böyle devam etsin” diyorlar. Bu, geçerli bir yöntem olabilirdi eğer “hastalık” her geçen gün biraz daha ilerleyip ölümcül hale gelmeseydi. Hastalık en yoğun olarak, bu ülkenin sistemini ayakta tutan “üç kurumda” görülüyor. Orduda, yargıda ve medyada. Bu kurumlardaki hastalığın sürmesine izin verdiğimiz sürece bu kurumlar “yıpranıyor”, eskiyor, içten içe dağılıyor ve sistemi taşıyamaz hale geliyor; böyle devam etmesi halinde sistem olduğu gibi tepemize çökecek ve yeni sistemi üzerine kurabileceğimiz “kolonların” en önemlileri elden gidecek. Orduyu, yargıyı ve medyayı kurtarmamız gerek. Kurtarabilmek için de hastalığı açıkça dile getirip, derhal tedavisini sağlamalıyız. Ordunun hastalığı artık açıkça görülüyor. Disiplinsiz, hukuk tanımıyor, içinde cuntalar fink atıyor ve bu cuntalar “askerî bir iktidarı” sürdürebilmek için gittikçe daha çok “çılgınlaşıp” çocukları öldürme planları yapıyor. Ne yazık ki generallerimizin önemli bir kısmı bu gerçeklerin söylenmesini de, hataların düzeltilmesini de istemiyorlar. Daha önce yapılanları bir kenara bırakıp sadece şu son “Kafes” planına bakalım. Korkunç bir plan ele geçmiş. Planda “çocukları öldürmek için” müzeye “bomba” konulması ve “Poyrazköy’de cephaneliğin gömülmesi” öngörülmüş. Planı yapan askerlerin isimleri de o planda yazıyor. Planda söz edilen “bomba” da, “cephanelik” de söylenen yerde bulunmuş. Elimizde korkunç bir plan, o planı hazırladığı söylenen subayların isimleri, o planda sözü edilen bomba ve cephanelik var... Bu şartlarda bir ordu ne yapar? Yapacağı çok basit. “Biz bu planı, planda adı geçenleri, silahları araştırıyoruz, gerekenleri yapacağız” der ve gerçekten de gerekeni yapar. O bombayı müzeye kimin koyduğunu, o cephaneliği kimin gömdüğünü bulur. Peki, bizim ordu ne yapıyor? Böyle bir plan yokmuş, bomba bulunmamış, cephanelik ortaya çıkmamış gibi davranmak istiyor ve bunları ortaya çıkaranları, bunları halka duyuranları suçluyor. Dün akşam yaptığı gibi bir açıklama yayınlayıp, “ortaya atılan iddiayı peşinen kabul edenler” olduğunu söylüyor. Hangi peşinen? Ortada orduya ait bombalar ve silahlar var. Bence her şeyi “peşinen kabul edenlerden” değil, tam tersine “her şeyi peşinen reddedenlerden” bahsetmemiz gerekiyor. Ordu yönetimi, ele geçirilen planları ve silahları “peşinen reddederse” sonunda bütün Silahlı Kuvvetler “suçun parçası” olacak, ordu bütünüyle cuntalaşacak. O açıklamayı yapan Genelkurmay bunu mu istiyor, ordu cuntalaşsın, oraya buraya silah gömüp, çocukları öldürme planları mı hazırlasın? Böyle bir ordunun yıpranmaması mümkün mü? Ordu, hastalığını saklamaya çalıştıkça daha çok hastalanıyor, daha çok yıpranıyor, daha çok halkın öfkesini çekiyor. Ordu, Şemdinli’de yakalandı, Lahika’da yakalandı, İrtica Eylem Planı’nda yakalandı, Kafes’te yakalandı. Şemdinli’yi soruşturan savcıyı Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun meslekten ihraç etmesini bir genelkurmay başkanının sağladığını, o generalin ağzından duyduk. Sadece bu tek olay bile orduyla yargının durumunu ve ilişkisini ortaya koyuyor. Bu organizmalar hastalandı ama gene bu organizmaların içinde “iyileşmek” ve düzelmek isteyenler var, buna yardımcı olması gereken de bugüne kadar birçok gerçeği saklayan medya. Bu ülkeyi ve kurumlarını yaşatmak istiyorsak gerçekleri söyleyeceğiz, hastalığı göstereceğiz, tedavisini anlatacağız ve yeni bir sistemi hastalıktan arınmış kurumlarla kuracağız. Hastalığı söylemenin değil, saklamanın ciddi bir “suç” haline geldiği günlerden geçiyoruz. Bu hastalığı saklamak için direnenler, çok ciddi bir suçun ortağı olmaya başladıklarını da görmek zorundalar. Bunu söylemek, onlara yapılabilecek en dostça uyarıdır. Ahmet Altan, Taraf, 29 Kasım 2009 |
30.11.2009 |