Röportaj |
H. HÜSEYİN KEMAL |
PKK'nın silâh bırakması, Türk ırkçılığı için felâkettir |
Bugün tartıştığımız konuların büyük bir ekseriyetini milliyetçilik üzerine yapıyoruz. Bu bazen ırka dayalı bazen dine dayalı bir milliyetçilik. Biz de bu hafta İngiltere’de University of Essex’te araştırma görevlisi olan ve “Osmanlı İmparatorluğu’nda Türk Ulusal Kimliğinin Üretilmesi: 1867-1913” isimli doktora çalışmasına devam eden, 19 ve 20. yy Dünya Tarihi ve 20.yy Avrupa Tarihi derslerini veren Nazım Çiçektakan’a milliyetçilikle ilgili kafamıza takılan soruları yönelttik.
g Türk milliyetçiliğinin demokratikleşme sürecindeki anlamı nedir?
Milliyetçilik ile demokratikleşme arasında doğrudan bir ilişki yoktur, koşullara göre demokratikleştirici de olabilir, otoriterleştirici de. Örneğin 1919 koşullarında Türk milliyetçiliği, kısmî bir süre özgürleştirici bir rol oynadı. Lâkin bugünkü koşullarda Türk milliyetçi söylemi, reaksiyonerdir, eşitlikçi politikaların önünde bir engeldir. Meydanlarda urgan dağıtan, politik bir meseleyi tartışmak yerine çekim yapacak kameranın boyutunu tartışarak işi yokuşa süren bir söylemin, demokratikleştirici, özgürleştirici bir tarafı olabilir mi?
g Irkçılıkla, milliyetçilik arasında bir ayrım var mıdır?
Varsa bile bu çok önemli bir ayrım değildir. Her ikisi de tanımı gereği, ayrımcı, belirli bir güç ilişkisini topluma dayatan ideolojilerdir. Bu sebeple, ırkçılık kötüdür ama milliyetçilik iyidir gibi iddialar temelsizdir. Slavoj Zizek’in de dediği gibi, iyi ve kötü milliyetçilik arasındaki sınırı nasıl belirleyebiliriz ki? Bugün iyi olanın üç ay sonra kötü olmayacağının bir garantisi var mı?
g Milliyetin rengi demokratik sistemde kendini gösteremez mi? Gösterirse bunun sınırı nedir?
Milliyet sorunu bir kolektif hak sorunu olarak kendisini gösterebilir. Misal ülkedeki farklı etnik grupların, Kürtlerin, Lazların, Arapların ana dilde eğitim hakkı, dilini geliştirme ve kullanma hakkı gibi. Bu haklar tanındıktan sonra Kürt veya Arap olmanın demokratikleşme için, kolektif kimlik açısından, önemi kalmaz. Bu noktadan sonra, farklı etnik grupları kapsayan daha farklı demokratik talepler ortaya çıkar. Vicdanî red talebi gibi askerlikle ilgili meseleler buna bir örnektir, ekonomik veya çevresel talepler başka örneklerdir.
g Diyelim ki Almanya’da Alman kimliği hiç sisteme renk vermemiş midir? Demokrasilerde çoğunluğun rengi belirginleşiyorsa, Türk olmanın rengi ne zaman koyulaşır?
Demokrasi çoğunluğun iktidarı demek değildir; bunun tam zıddıdır yani azınlıkta kalanların haklarının savunulması, savunulabileceği bir alanın yaratılmasıdır. Sandık ve parlamento ile demokrasi kurulabilseydi, Hitler yönetime gelmez, insanlar Doğu Almanya’dan kaçmak için ölümü göze almazlardı, birincisi canımıza yetmişken Bush’ların ikincisi iş başı yapamazdı. Bu açıdan demokrasi Derrida’nın dediği gibi demokrasi ‘hep gelecekte’ gelecek olan bir projedir. Ucu açıktır ve bu sebeple sürekli olarak mücadele gerektirir. Demokraside milliyetin çok önemli bir sorun olmaması gerekir; zira milliyet sorunu demokratikleşme sürecinin –belki- sadece bir aşamasını oluşturur. Kültürel haklar, kişisel ve kolektif özgürlükler gibi. Lâkin bu dönemeç alındıktan sonra milliyet sorununun demokrasi üzerine söyleyebileceği daha fazla bir şey yoktur.
g Çoğulculukta azınlıklarında yaşama ve kendini ifade etme hakları vardır. Buna Osmanlı örneğini verenler oldukça çok. Osmanlı sisteminde milliyet ne kadar önemliydi ve bugüne ışık tutabilecek deneyimler nelerdir?
Öncelikle bir önerme olarak Osmanlı üzerine verilen örneklerin pek çoğunun geçersiz olduğunu söyleyeyim. Bugünden bakarak geçmiş üzerine yapılan yorumlarda sürekli olarak inşa edici ve anakronistik bir bakışı söz konusudur; özellikle akademik disiplinin dışından yazan insanların yazılarında bu tarz sıkıntılara sıklıkla rastlayabiliriz. Osmanlı ile ilgili yapabileceğimiz makul karşılaştırmaların pek çoğu sadece 19.yy’ın dinamikleri ile ilgilidir; bugün oturup Fatih Sultan Mehmet döneminde uygulanmış bir politikayı bir norm veya kriter olarak ele almanın hiçbir geçerli yanı yoktur. Osmanlı’da biliyorsunuz ki ‘millet’ kelimesi dünya literatürüne geçen bir anlama sahipti. Pek tabiî, millet sistemi bir modern vatandaşlık bağı değildi; daha ziyade İslâm’dan kaynak alan ve Müslümanlar ile Müslüman olmayanlar arasındaki ilişkiyi belirleyen zimmî kavramına dayanmaktaydı. Millet sistemi, daha ziyade Foucault’un ‘governmentality’ dediği yönetme biçimi, devlet ile öznelerin ilişkisini belirleyen bir yönetim politikasıydı. Modern anlamda ‘ulus sorunu’ tüm Avrupa’da olduğu gibi Osmanlı’da da 19. yy’da ortaya çıktı. Osmanlı’nın bu konuda sürekli yazıldığının aksine, bu sorunu yönetmekte başarılı değil aksine başarısız olduğunun altını çizmekte fayda var. Osmanlı modern uluslar sorunun altında kaldı, klâsik millet yapısı (ki Fatih döneminde resmileşmiş olmakla birlikte ilerleyen yüzyıllarda bir evrim geçirmişti) modern ulus fenomeni karşısında yetersiz kaldığı gibi modern bir Osmanlı vatandaşlığı yaratma çabalarının, belirli bir elit çevre haricinde toplumda taban bulamamış olduğunu unutmamalıyız.
g İttihatçılar dünyada yaşanan ırkçılıktan etkilenmiş midir? İttihatçılığı bu açıdan değerlendirir misiniz?
Öncelikle İttihatçılar da elbette bir monolitik bütünlük değildi; bu konuda Şükrü Hanioğlu’nun artışmaları sonucunda İTC’nin değişik ideolojik kanatlarının bulunduğunu öğrenmiş durumdayız. İTC’nin Türkçü kanadının ise dünyadaki ırkçılıktan etkilenerek ırkçı olduğu gibi bir veriye kesinlikle sahip değiliz. İTC Osmanlı toplumundaki artan Türkçü birikimin etkisindeydi; Bahaettin Şakir gibi İttihatçıların en karanlık isimleri de dahil olmak üzere İTC, Osmanlı-Müslüman halk kitlesinin içinden yetişmiş bireylerden oluşuyordu. Tarihsel koşulların, özellikle de benim İkinci Balkan Krizi olarak adlandırdığım, Balkan Savaşları sonrasında bu kanadın ağırlık kazandığı, Türkleştirme politikalarının hızlandığı bir döneme girdi Osmanlı. Bu açıdan ele alınca 1913 sonrası dönemin Osmanlı için son kavşak olması, Cihan Harbi’ne katılış ve kesin çöküş birer tesadüf değil, İTC’nin ırkçı politikalarıyla bağlantılıdır.
g Irkçılığın bize Batıdan geldiği söylenir. Türkiye ırkçılığı nasıl tedavi edebilir?
Az önce de değindiğim gibi ırkçılık Türkiye’ye Batıdan ya da Doğudan gelmedi. Pek çok toplumda yaşanmış olduğu gibi Osmanlı toplumu da son üç on yıllık periyotta bir kamplaşma yaşadı. Bu kamplaşma ve toplumdaki çatışmalar, özellikle de Müslümanlar ve gayrimüslümler arasındaki çatışmalar bugünkü ırkçılığın Osmanlı’daki kökenini oluşturdu. Örneğin Ermeni meselesinin kesin hallinden önce 1890’larda da çok kanlı dönemlerin yaşandığını hatta 1909 yılında İstanbul’daki 31 Mart Ayaklanmasının, periferide, Adana’da bir Ermeni katliâmının tetikleyicisi olması gibi gerçeklerin göz ardı edilmemesi gerekli. Türkiye’de ırkçılığın, hatta genel olarak ırkçılığın bir tedavisi yok. Lâkin ırkçı söylemin Türkiye’deki sorunu, tüm söylemlerin içine yayılmış olması. Irkçı söylem bugün sadece toplumdaki ırkçılar tarafından değil, kendisini sosyal-demokrat ya da muhafazakâr olarak tanımlayan öznelerde de son derece kuvvetli bir şekilde varlığını koruyor. Canan Arıtman’ın Abdullah Gül’ün ailevî geçmişi hakkındaki yorumu ya da Serdar Turgut’un Rojin üzerine sarfettiği sözler bu durumun en güncel örnekleri. Bu açıdan Türkiye özelinde yapılması gereken, bu söylemle kesin olarak mücadele etmek ve bunu marjinalize etmek olmalı. Irkçılığın gerek devlet söyleminde gerekse Althusser’in ideolojik devlet aygıtları dediği eğitim, aile gibi aygıtlar aracılıyla diğer tüm söylemlere yayılmasının engellenmesi bugün için yapılması gereken ilk iş olmalı.
g Kürt meselesinde Türk milliyetçiliği Kürt milliyetçiliğini üretti denir. Önümüzde iki milliyetçilik var. Türk milliyetçiliği oldukça eleştirilirken Kürt milliyetçiliği neden açık bir şekilde eleştirilmiyor?
Az önce değindiğimiz gibi, bir milliyetçilik diğer bir milliyeçiliği direkt olarak üretmez. Arada bağlantı varsa dahi bu kesin, nedensel bir bağlantı değildir. Bugün milliyetçi söylemi demokratikleşme bakımından ele alacaksak, öncelik doğal olarak egemen olan Türk milliyetçiliğindedir. Devlet söylemine ve toplumdaki çoğunluğun söylemine hakim olan bu söylemin eleştirisi demokratikleşme açısından öncüldür; Kürt milliyetçiliğinin daha az tartışılıyor olmasının sebebi budur. Elbette süreç içerisinde sıra Emine Ayna ve türdeşlerinin eleştirisine de gelecek ancak bu bence politik açıdan bir sonraki durak.
g PKK’nın ırkçılık bağlamında tarihi açıdan nasıl bir gelenek oluşturduğunu söyleyebilirsiniz?
PKK Türkiye’de ırkçılığın yükselmesi açısından bir sebep değil, zira PKK’nın yükselişi zaten devlet söylemindeki ırkçılıkla ilgili. Elbette tüm milliyetçiliklerde sürekli bir düşmanın varlığı söz konusudur. Çünkü milliyetçiliğin bir ideoloji olarak işlemesi, belirli insanları bir gruba dahil ederken, belirli insanların da dışarda bırakılması yoluyla gerçekleşir. Dolayısıyla milliyetçilikler tanımı gereği dışlayıcıdır; toplumun içinde ve dışında kimlerin kaldığını belirleyen sınırları çizerler. Bugün PKK ve PKK sempatizanı Kürtler, Türk ırkçılığı açısından bir fantazi ögesidir. Burada fantazi kavramını Lacancı psikanalizin geliştirdiği kavram olarak kullanıyorum; bu fantaziye göre Kürtler ve PKK, Türk ulusunun bütünlüğünü bozan, gelişmesini ve kalkınmasını engelleyen ögelerdir. Bu duruma Lacancı psikanalizde ‘hazzın çalınması’ diyoruz. Yani aslında bir tanımı gereği bir bütünlük olmayan toplumun, bütünlüğünün PKK tarafından bozulduğunu iddia etmek Türk ırkçılığının fantazisidir. Tam olarak da bu yüzden PKK’nın varlığı Türk ırkçılığının hayatta kalması için hayati bir öneme sahiptir. Bu sebeple PKK’nın demokratik açılım sürecinde silâh bırakması fikri Türk ırkçıları açısından kabul edilemeyecek bir felâkettir, Türk ırkçılığının çözülmesi demektir. Dağdan inme sürecindeki tartışmaların düğüm noktası burasıdır.
g Sizce Kürtlerin kültürel hakları şiddet kullanmadan çözülebilir miydi?
Bu soruya elbette kestirme bir cevap vermemiz mümkün değil. Hipotetik olarak şunu söyleyebiliriz, Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu anda toplumların çoğulcu yapısını tanısaydı ve Türkiye toplumunun da doğal olarak farklı ideolojik ve etnik kimlikteki bireylerden oluştuğunu kabul etseydi ‘Kürt’ kelimesini ‘sorun’ kelimesine ekleyerek konuşmak zorunda kalmayabilirdik. Mevcut paradigma içerisinde değerlendirirsek şiddet kullanılmadan bu noktaya gelinme ihtimalinin çok zayıf olduğunu düşünüyorum. Bu konuda liberal hipotezin barış, kardeşlik ve şiddet karşıtlığı ile söyleminin geçersiz olduğunu düşünüyorum çünkü ampirik bir çalışma yaptığımız zaman önümüzde kapatalist sistemde bu sorunların hep bir şiddet döneminin ardından çözüme ulaştığı gibi bir gerçeklik çıkıyor. İrlanda ve Bask bu konudaki en bilinen örnekler. İkinci bir ihtimalde rejimin, Bulgaristan’da, Yugoslavya’da olduğu gibi tamamen çözülmesi sonrasında bir çözüme ulaşma ihtimali, lâkin bunun da ciddî riskler taşıdığını göz önünde bulundurmalıyız.
g PKK’nın şiddet kullanması kültürel hakların yasal ve geniş kitleler tarafından tartışılmasında engel olmuş mudur?
Muhakkak ki böyle bir etki söz konusu. Çünkü PKK aynı zamanda Kürt kimliğine de ciddî bir baskı uyguladı, kendinden olmayanı dışladı hatta kimi zaman da katletti. Kürt kimliği içinde PKK’dan tamamen bağımsız konuşmak hâlâ mümkün değil. Neticede Kürt kimliği için şiddet tekelini eline geçiren kuvvet PKK ve bunun doğal sonucu da Kürt toplumunun içindeki çeşitliliğin PKK tarafından baskıya uğraması oluyor. İkincil bir sorun olarak da PKK’nın uyguladığı şiddetin Kürt olmayanlar üzerindeki etkisini düşünebiliriz. Lâkin yine devlet söyleminin ve buna bağlı toplumsal söylemin Kürt’leri tanımlamakla ilgili kendi içerisinde çok ciddî sorunları olduğunu akılda tutmamız lâzım. En neticede bu ülkede ‘Kürt kökenli vatandaş’ diye bir kavram var ancak ‘Türk kökenli vatandaş’ gibi bir kavram yok. Bu örnek bile Türkiye’deki hakim söylemin Kürtleri ancak bir ‘farklı kökenden gelen Türkler’ olarak görebildiğini, toplumsal bir aktör olarak görmediğini, bu sebeple de temel hak ve özgürlüklerini tanıma konusunda çok çekimser davrandığını hesaba katmalıyız.
g Bir de tam tersi olarak Kürtler, milliyetçiliklerinden nasıl kurtulabilir?
Bu oldukça zor bir durum. Günümüzdeki mevcut kalıplarla, yani kapitalizmin içinde, milliyetçiliği dışlamak pek mümkün değil. Kürt taleplerinin cevaplanması hareket noktası olmalı; eşitlikçi ve demokratik bir anayasa Kürt toplumundaki çoğulluğun ortaya çıkmasını sağlayabilir ve bu da mevcut tıkanıklığın ve kamplaşmanın aşılması yönündeki en somut çözüm önerisidir. Genel olarak milliyetçilikten kurtulmak ancak daha geniş anlamda bir eşitleyici-özgürleştirici politika içerisinde mümkün olabilir, bu da doğal olarak kapitalizmle de mücadele etmeyi, kapitalizmin eşitsizlik yaratan mantığına karşı gelmeyi gerektiren uzun soluklu bir mücadeledir.
g Türkiye Cumhuriyetinin, asimilasyon politikalarının Kürtler açısından “simgeler” ürettiği söyleniyor. Bunlar da bazı Türkler tarafından ayrılıkçı bir simge olarak algılanıyor. Türklerin, bazı simgeleri siyasal değil de kültürel simge olarak algılaması nasıl sağlanabilir?
Söylem analizinde gösterenin gösterileni asla tam olarak ifade edemeyeceğini, kelimeler ve nesneler/düşünceler arasındaki bağın değişken bir bağ olduğunu bir başlangıç noktası olarak ele alıyoruz. Buradan hareketle, simgelerin hiçbir zaman kesin ve katı anlamları olamayacağını, simgelerin ancak değişik söylemlere eklemlenerek bir anlam kazanacağını söyleyebiliyoruz. Misal Kürtçe’nin anadil olarak okutulması talebi, radikal demokrat söylemde bir hak ve özgürlük talebidir, buna karşı Türk milliyetçi söyleminde ise bölücü bir taleptir. Bu sebeple bu taleplerin veya simgelerin nasıl algılanacağı tamamen söyleme ve bu söylemi temsil eden ana gösterene bağlıdır. Bu açıdan yukarıda bahsettiğimiz gibi ırkçı söylemi marjinalleştirdiğimiz takdirde, Kürtlerin taleplerinin önemli bir kısmı Türkiye’nin daha demokratik bir ülke olması yolunda atılacak adımlar olarak öne çıkacaktır.
g Sizce ulusalcılık bu tartışmaların neresinde?
Ulusalcılığı bir söylem olarak ele almamız gerekiyor; zira ulusalcı söylem pek çok eski talep ve kelimeleri ‘ulusal bağımsızlık’ göstereni etrafında eklemliyor ve yeniden tanımlıyor. Türk milliyetçi söylemindeki pek çok öge, ulusalcılıkta aynen mevcut. Lâkin ulusalcılığın klâsik Türk milliyetçiliği aksine ufkunun Mustafa Kemal’den sonrasına uzanmadığını düşünüyorum. Ulusalcı söylemin ana miti Mustafa Kemal ve onunla özdeşleştirilen anti-emperyalist, bağımsızlık mücadelesi. Doğal olarak ana öge bağımsızlık olduğu için, ne olduğu bilinmeyen Büyük Orta Doğu Projesi üzerinden ABD, demokratik reformlar sebebiyle AB ve bir iç düşman olarak ‘işbirlikçi’ AK Parti, ulusalcı söylemde ‘bizim’i yani Türk ulusunun, bağımsızlığını elinden almaya çalışan ötekiler olarak beliriyor. Buradaki psikanalitik mekanizmanın yukarıda söylediğim ‘hazzın çalınması’ olduğu da son derece açık. Ulusalcı söylemin en büyük sorunu elbette bu eksik olan, elimizden alınan, ‘bağımsızlığın’ ne olduğu. Bu soruya ulusalcıların üretebileceği tutarlı bir yanıt olmadığı gibi, bağımsızlığın nasıl oluyorda altmış yıldır NATO’ya bağlı, ABD tarafından eğitilen ve techizatlandırılan bir ordu tarafından korunacağının ya da ABD’nin BOP ile Orta Doğu’yu yönetmeye kalkarken neden bölgedeki tek ciddî ve güçlü müttefikini parçalamak istediğinin de bir açıklaması yok. PKK bu açıdan yukarıdaki büyük komplonun bir parçası; gün itibariyle BOP ile Türkiye bölünmek istenildiğinden PKK bu iş üzerine uzmanlaşmış bir ‘ABD maşası’. Bu fikri altyapının tabiî ki demokratikleşme ile ilgili herhangi bir sözü yok, daha ziyadesiyle reaksiyoner bir pozisyonu var. |
H. HÜSEYİN KEMAL 09.11.2009 |