Röportaj |
H. HÜSEYİN KEMAL |
Uzlaşma teslimiyete dönüşmesin |
Yeni Asya’nın sorularını cevaplandıran Ankara Barosu Felsefe Kulübü Başkanı Gürbüz Özaltınlı, “Bizde siyasete dozu kaçmış bir ötekileştirmedüşmanlaştırma dili hakim oldu bu dönemde ve bu kaygı verici gerçekten. ‘Keşke olmasaydı’ demenin bir anlamı yok. Hele bu kutuplaşmayı dönüşümün önünde engel olarak ileri sürmenin yanlış olduğunu da düşünüyorum. Çünkü bu, statükocu direnişe teslim olmayı önermeye de dönüşebilir” şeklinde konuştu. GELİNEN NOKTA, YÜZYILLIK İTTİHATÇI GELENEĞİN İFLÂSIDIR
Ergenekon soruşturması kapsamında tutuklanan avukat Serdar Öztürk’ün ofisinde bulunduğu ileri sürülen “İrtica İle Mücadele Eylem Belgesi”yle ilgili ilginç bir gelişme yaşandı ve Albay Çiçek’in belge altındaki imzasının orijinal olduğu Adlî Tıp tarafından kabul edildi. Ergenekon savcılarına ihbar mektubu yazan bir subay bu iddiaları doğruladığını söyledi. Biz de Ergenekon-Hukuk-Ordu ve Türkiye’deki değişim sürecini Ankara Barosu Felsefe Başkanı Gürbüz Özaltınlı ile konuştuk. Özaltınlı, ordunun artık eskisi gibi davranamayacağını söylüyor...
Askerî bürokrasi ve sivil hükümetler arasında bir iktidar paylaşımı veya çatışması olduğu görülüyor. İktidarının kim olduğu tam olarak belli olmayan bir devlet hukuk devleti olabilir mi?
Bu sorunuzu bir koşul koyarak cevaplamak istersem sizi şaşırtabilirim. Eğer, hukuku, devlet ve toplum işleyişinin kurallar üzerinden yürümesi olarak, sadece kuralların egemenliği olarak görürsek ‘evet ikili iktidar ile hukuk bağdaşmaz’ olmayabilir. Dediğim gibi hukuku sadece yasalar olarak görmek, insan haklarını, çağdaş demokratik ilkeleri kavramın içine katmamak kaydıyla. Nitekim 12 Eylül anayasası bu ikili iktidarı, özellikle de ordunun siyasî gücünü hukukî teminatlara bağlayan bir anayasadır. Ancak bu anlamda sığ bir hukukun bile ikili iktidar yapılarında güvenilir olmadığı, kâğıt üstünde kaldığını yaşadığımız deneyler gösteriyor. Çünkü iki iktidar odağı arasında uyum olduğu sürece göreli olarak işleyen kurallar, bu odaklar çatışmaya başlayınca rafa kaldırılabiliyor. Hükümet bu anayasanın bile tanımak zorunda kaldığı yetkilerine sahip çıkmaya başlayıp diğer odaktan bağımsız politikalar üretmeye, “telkinlere” kulak asmamaya başladığında hukuk dışı süreçlerin işletilmeye başlandığını görüyoruz. Sonuç olarak ikili bir iktidar yapısını esas alan bir hukuku güvenilir bir hukuk olarak görmek mümkün olmadığı gibi bu hukuka demokratik bir hukuk demek de imkânsızdır.
Siz Türkiye’de aslî ve talî iktidarın olduğu; bunun ordu ve hükümetler olduğunu söylüyorsunuz. Türkiye’de yaşananlar talî iktidarın aslî iktidar olma süreci midir?
Tam da öyledir. Hatta daha ileri giderek artık şunu söyleyebiliriz gibi gözüküyor: İkili iktidar sona erme sürecine girmiştir. Küresel, yerel bir çok nedenle Türkiye artık bu ikili iktidarı taşıyamaz bir döneme girmiştir. Ordunun tarihi iktidarının sonu gözükmektedir. Artık Türkiye’yi parlamento yönetecektir. Görünür gelecekte bunun önlenemez olduğunu düşünüyorum.
Ergenekon sürecini bu açıdan nasıl yorumluyorsunuz?
Ergenekon, ikili iktidar yapısında çok önemli bir konumdadır diyebiliriz. İster Teşkilât-ı Mahsusa, ister Kontr Gerilla, ister Ergenekon diyelim adına, bu yapıları Türkiye’de hiçbir zaman seçilmiş hükümetler yönetmemişlerdir. Bu yapılar varlıklarını içeride iktidarın bürokratik kanadına borçlulardır. Soğuk savaş döneminde ise açık bir dış destekleri vardı. Seçilmiş hükümetlerden bağımsız olmuşlar ve iki iktidar yapısının iç mücadeleye giriştiği dönemlerde hükümetlere karşı bir enstrüman olarak kullanılmışlardır. Son dönemde de bu çok belirgindi, ama ülke ve dünya koşulları değişmişti. Hükümet, bu yapının varlığına ve kontrol edilemez bir kirli mücadeleyi sürdürmesine katlanamazdı. Hükümet için bu varlık yokluk sorunuydu. Küresel konjonktürün imkânlarını da iyi okuyarak hükümet bu yapının üzerine gidecek iradeyi gösterdi ve olması gerekeni yapıp hukuku işleterek belini büktü. Ergenekon süreci ikili iktidarın çözülmesinde hayatî bir adımdır.
Ergenekon sürecine bazı aydın ve siyasetçiler uzak kalarak, evrensel hukuk çerçevesinde takip ettiklerini ve bazı Ergenekoncuların adil yargılanmadığını söylüyor. Bu yaklaşım açısına bakışınız nasıldır?
Bu tutumu ben yakından biliyorum. Bu tutumun sahiplerini hiç samimî bulmuyorum. Ergenekon sürecinde, bu kadar kirli, bu kadar hukuk dışı bir suç örgütünün varlığını değil de yargılamanın aksayan yönlerini öne çıkartmak hukuka saygıyla açıklanabilecek bir tutum değil. Bu tutumu alanların öne sürdükleri argümanları yakından takip ettim. Çoğu ciddiye alınamayacak hukuken çok tartışmalı, inandırıcılığı olmayan gerekçelerdi. İddianamenin gecikmesi, zanlıların dâvetle değil de evinden gözaltına alınarak ifadesine başvurulması, soruşturmanın çok kapsamlı ve ucu açık olması, hukuk dışı dinlemelerin delil kabul edildiği, bilgisayar verilerinin kopya edilip zanlı ya da avukatına verilmediği vb şeyler. Bunların bir kısmı, meselâ bilgisayar verilerinin kopya edilmediği ya da dinlemelerin hukuk dışı yapıldığı doğru değildi. Diğer hususlar ise hukukla bağdaştırılmaz değildir. Böyle bir dâvânın iddianamesinin uzun ve titiz bir delil toplama ve çalışmayı gerektireceği açıktır. Son derece güçlü, yaygın ve devletin içinde yer alan bir yapının soruşturulmasından söz ediyoruz burada. Yasalarımızda dâvâ açılmasını, ön soruşturma süresini sınırlayan bir hüküm mevcut değildir. Tutukluluk süresi 1 ay ile sınırlanmıştır ve 1 aylık süre sonunda zanlı itirazda bulunmasa bile hakim tutukluluk koşullarını re’sen incelemek ve tutukluluğun devamı ya da kaldırılması yönünde bir karar vermek durumundadır ki bu soruşturmada da elbette bu uygulanmaktadır. Öte yandan zanlılar bütün koruyucu hükümlerden yararlandılar. Hiçbir kötü muamele, işkence iddiası olmamıştır, gözaltı süreleri aşılmamıştır, susma hakkı kullanılmıştır. Koşulları oluştuğunda tutuklama kararları kaldırılmıştır. Türkiye için yeni olan asıl bu durumdur. Biz işkencenin, uzun keyfi gözaltı sürelerinin, zanlının baştan suçlu ilân edildiği yargılama geleneğinin içinden geliyoruz. Şimdi bunlar varken, Ergenekon yapısının varlığının Türkiye’deki hukuk sisteminin temelini yok ettiğini önemsemeyip ıvır zıvır gerekçelerle soruşturmayı karalamanın hukukseverlikle hiçbir ilişkisini göremiyorum ben. Bu tutumun birinci dereceden sözcüleri de ne yazık ki Barolar oldu ve ben bundan bir avukat olarak utanıyorum.
Ergenekon sürecinin bir siyasî dâvâ olduğu ve AKP’nin karşıtlarını sindirme projesi olduğunu iddia edenler oldu? Dâvâ siyasî bir dâvâ mıdır?
Hukukî dayanağı olmadığı, karşıtları sindirme anlamında değil, ama evet bu bir siyasî dâvâdır. Ergenekon bir suç örgütüdür, ama sıradan bir suç örgütü değildir. Ergenekon siyasal iktidar mücadelesinin içinde doğrudan işlevi olan devlet gücünü doğrudan kullanabilen bir suç örgütüdür. Ergenekon’un tasfiyesinin siyasî sonuçları olur ve nitekim olmuştur. Siyasî güç dengeleri değişmiştir. Bu bakımdan bu dâvâ siyasî bir dâvâdır ve bu soruşturmanın gerçekleşebilmesi bir siyasî irade gerektiriyordu. Bu soruşturmayı sadece hukuk ile açıklayamazsınız. Hukuk dün de vardı bu ülkede. Dün de Ergenekon’un varlığı pekala biliniyordu, kimse kendini kandırmasın. Ama hiçbir savcı, hiçbir yargıç bu yapının üstüne gidemiyordu. Susurluk’un gözümüzün içine baka baka nasıl kapatıldığını unutacak mıyız? Bir dâvânın siyasî karakter taşıması ile hukuka dayanması çelişik şeyler değildir. Karşıtların sindirildiği argümanı, gerçekte böyle bir örgütün olmadığı iddiasının bir parçasıdır ve ancak bilerek kör kalmayı seçenleri ikna eder.
Hukuk Türkiye’de araçsallaştırılmış mıdır?
Hukuk statükocuların elinde araçsallaştırılmış, ama Ergenekon dâvâsında tam da gerçek işlevini görmüştür. Ergenekon dâvâsı en azından bu güne kadar geldiği biçimiyle hukukun üstün tutulmasının bir ifadesidir. Hukukun, kendisini yok sayan bir yapıya karşı kendisini hatırlatması ve savunmasıdır bu dâvâ. Cinayet, sabotaj, darbe planlarına karşı hukukun işletilmesini biz nasıl hukukun araçsallaştırılması olarak yorumlarız. Ama, 367 kararı, AKP’nin hakkında kapatma dâvâsı açılması, işte bunların hukukla yakından uzaktan alâkası yoktur. Hukuku siyasal mücadelede bir araç olarak kullanmaya kalkıp onu karikatürleştirenler statükocular olmuşlardır.
Siz AKP’yi legal yoldan eleyemeyen insanların hükümeti devirmek için kullandığı bir aygıt olarak mı görüyorsunuz Ergenekon’u?
Hiç şüpheniz olmasın tam da böyle olmuştur. Bu derin yapıya bu dönemde yüklenen işlev buydu.
Son günlerde Türkiye’nin dış politikası Arap ağırlığı kazandı deniyor, ancak içerideki yüzyıllık iktidar yapılarının tahtını tehdit eden en önemli yönelişin Batı yani AB olduğunu söylüyorsunuz. Cumhuriyet elitleri açısından burada bir tutarsızlık yok mu?
Var tabiî. Ortada gerçek bir analiz değil bayağılaşmış bir propaganda söylemi var. Siz, hükümet politikalarına ABD ve AB güdümlü diye çatarken ne oldu da şimdi bu hükümet Batıdan kopup Arap dünyasına yöneldi? Hükümetin Batıdan kopabileceğini düşünmüyorum. Batı ile çatışmak onun sonunu getirir ve Türkiye’nin başına büyük dertler açar. Bunun için bir neden de yok zaten. Hükümet özellikle dış politikada ne yaptığını çok iyi biliyor diye düşünüyorum. ABD’nin özellikle Obama dönemiyle başlayan yeni çizgisi için İsrail bu bölgede en uygun tek partner olamaz diye düşünüyorum. Müzakere ve işbirliği politikalarının ortadoğudaki taşıyıcısı olmaktan çok uzak İsrail. En uygun partner Türkiye ve bu bizim ülkemiz için de Kürt savaşını bitirmek, bölge ülkeleriyle barış ve işbirliği politikaları oluşturmak için büyük fırsat yaratıyor. Son zamanlarda Batı basınında da yer alan “Türkiye Batıdan uzaklaşıyor mu?” temalı yazıların arkasında İsrail etkisini aramak komploculuk olmasa gerek. Bu tür yazıları beklemek gerekir. İsrail’in, bu süreci Batı karşıtlığı, Batıdan kopuş olarak lanse etmesi şaşırtıcı olmasa gerek.
Ordunun siyaset üstündeki etkisini kendini sıkı sıkıya dışarıya kapalı tutmasına bağlıyorsunuz. Son yaşanan gelişmeler, irtica eylem planı artık ordunun kendi içinin bir şekilde dışarı açıldığını mı gösteriyor?
Bu deyimi kullanmak istemem, ama ordu tam anlamıyla perişan olmuştur. Bunu sadece bu dönemin sorumluluk taşıyan komutanlarına bağlamak da durumu tam açıklamaz. Bizim ordumuz baştan beri dışa kapalı bir organizma olarak ideolojisi olan, siyasî iktidar kullanma misyonuyla yetişmiş, devletle kendini özdeşleştirmiş bir siyasî parti gibidir. Böyle bir yapıyı, bu dönemin özelliklerini fark edip içeriden dönüştürmek mümkün değildir. Bu yapının tarih dışılığını fark eden komutan Hilmi Özkök’tü. Darbenin engellenmesinde rol oynadı, ama orduyu dönüştürebildi mi? Bana öyle geliyor ki artık paşaların önemli bir kısmı bu kaynayan kazandan kazasız belâsız emekli olmanın yollarını arar olacaklar. Çünkü, yasalarla bağdaşmayan her girişimin sahibi bunun bir gün deşifre olacağını ve kendisinin hukuk karşısında ağır bir bedel ödeyebileceğini görecektir artık. Ben büyük maceracılıklar beklemiyorum doğrusu. Ordu siyaseten pasifize olacak. Bu yeni durumun, kurumun içinde sebep olacağı sarsıntıyı kestirmek çok kolay değil. Ama sanıyorum ki tayin ve atamalarda sivillerin etkisi artacak. Zamanla, orduyu askerlik mesleğini ciddiye alan, politikayı sivil alana terk eden kadrolar yönetmeye başlayacak. Tabiî bunların olabilmesi için bu sürecin sonuna kadar gidilmesi, ortaya çıkan suçların adım adım hukukî hesabının sorulması çok önemli.
Siz nasıl yorumluyorsunuz irtica eylem planında gelinen noktayı?
Yüzyıllık ittihatçı geleneğin iflâsı olarak yorumluyorum. Hepsi bu toplumun bildiği şeylerdi. Bırakın planı, darbenin ta kendisini biz defalarca yaşamadık mı? İlginç ve yeni olan ordunun darbe planlaması, suç işlemesi ve bunu toplumun öğrenmesi değildir. Yeni olan, toplumun darbeyi örtük olarak meşrû gören sözcülerinin bile “bunu kabul edilemez” bulduklarını ilân etmek zorunda kalışlarıdır. İlginç ve yeni olan bu yeni meşrûiyet algısıdır. Ordunun her zaman yaptığını, artık yapılamaz kılan budur. Med cezirlere karşı bana umut veren de bu meşrûiyet anlayışındaki toplumsal değişimdir.
Yunanistan’da cuntacıların tasfiyesi döneminde “Kutsal Protesto” bilincinin devletin meşrû müdahalesini bile kabul etmez noktaya geldiğini söylüyorsunuz. Türkiye’de yaşanan gelişmeler cuntacılar aracılığıyla ordunun artık toplum üzerindeki müdahalesini protesto noktasına mı getirdi?
Bence evet. Artık eskisine göre kendisine çok daha fazla güvenen bir toplum var. Kimse darbe planları ortaya dökülünce sokaklara çıkmıyor, ama bu mücadeleyi yürüten sivil siyasete sağlam bir destek veriyor. Medya susmuyor. Geniş bir aydın kesimi cesaretle hesap soruyor. Yargı suça karşı rol alıyor üstüne gidiyor. Kısacası toplum kişiliğini kazanıyor bu süreçte. Artık zaman değişti.
Protesto demişken son günlerde yaşanan demokratik açılım, Kürt açılımı sürecinde insanlar karşı karşıya gelme noktasına geldi. CHP ve MHP’nin açılım süreci içindeki tavırlarını nasıl yorumluyorsunuz?
Çok tehlikeli, toplumsal kaderimiz üzerinde büyük sorumsuzluk olarak niteliyorum bu iki partinin politikalarını. Bütün varlıklarını AKP karşıtlığı ve milliyetçi duyarlılıklar üzerinden AKP’yi yıpratma politikası üzerine kurdular. Bu söylemin toplumda hazır geniş bir müşterisi olduğunu düşünüyorlar. Kürt seçmenler üzerinde ise zaten hiçbir iddiaları yok. İronik olarak millî bütünlük cikletini söylemlerinde çiğneyip durmalarına karşın kaderlerini bu bölünmeye ve Türk seçmenleri kışkırtmaya bağlamış durumdalar. Türkiye bu sorunun çözümünde bu iki partinin sert karşı konumuna rağmen yol alacaktır diye düşünüyorum. Engelleyemeyecekler. Benim kanaatim budur. Ama önümüzdeki seçimler, bu çatışmanın toplumdaki yansımalarını ölçecek. O zaman göreceğiz asıl bu taraflaşmanın akibetini. AKP’nin o seçimlerden de tek başına hükümet çıkartması muhalefet cephesinde yıkıcı sarsıntılara yol açar. Bu günün muhalif aktörlerinin tarih olduğunu görürüz işte o zaman. Baykal filan hatırlamak istemediğimiz anılarımızda hırslı bir maske olarak yerini alır. Bu dönüşümden de mağlûp çıkan bu partiler yollarına hiçbir şey olmamış gibi devam edemezler.
”Türkiye’ye gelen PKK’lıların taşıdığı simgeleri bu tarih üretti” diyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
Çok basit. PKK Kürt sorunundan doğmuş bir silâhlı çatışma örgütüdür. Bu çatışma kendiliğinden doğmadı tarihsel nedenleri var. Bu tarihsel nedenleri hepimiz biliyoruz. Bu nedenleri devletin şiddet aygıtıyla zorladığı asimilasyon politikaları olarak özetleyebiliriz. İşte bu tarihsel nedenlerle karşılıklı şiddet tırmandı, 25 yıldır süren kötü bir savaşa dönüştü. Her savaş gibi de kendi sembollerini üretti. Bu semboller savaşta işlevsel olabilir, ama barışı kolaylaştırmaz diyorum. Söylediğim budur.
Tabiî ki bizler doksan yıla yakındır birçok toplum kesiminin zulme uğradığını biliyoruz. Ancak bu zulmü hoş görmeyenler de sırf Türk oldukları için buna ortak ilân ediliyor. Burada bir terslik yok mu?
Kendini bu devlet politikalarından ayıran, bu politikaları eleştiren Türkler kişisel ya da kurumsal olarak zulme ortak ilân edilmiyorlar, bence. Ben böyle bir söyleme rastlamıyorum. Bu gün Türk demokratlarını devlet politikalarının ortağı ilân eden bir söyleme pek rastlamıyorum. Tersine demokrat Türkler, devlet tarafından ya da devletçi politik hareketler tarafından aşağılanıp suçlanıyorlar. Ayrıca dediğinizi yapanlar da varsa eğer açıkça yanlış yapıyorlar, ne diyebilirim ki.
Hep militarizmden şikâyet ediyoruz. Ancak Kürt hareketinin de militarizm sorunu yok mu? Bu sorun nasıl aşılır?
Yıllardır savaş yürüten bir politik hareketin militarist denilebilecek yüceltmelerden korunabilmesi, savaş ve askerlik değerleri üzerinden efsaneler üretmeksizin varlığını sürdürebilmesi imkânsız bir şeydir. Bunun aşılmasının yolu sorunun silâhtan arındırılması, normal siyaset mecrasına yöneltilmesinden geçer. Sivil siyasetin değerli kılındığı koşullarda savaşın efsaneleri ve değerleri anlamını kaybeder. En azından bunun yolu açılır. Militer değerlerden yarar uman Kürt siyasetçileri de olacaktır bu doğaldır. Aynı Türk siyasetinde olduğu gibi. Ama alternatifinin oluşması bu koşullarda mümkün değildir. Koşullar değişince militarizm eleştirisinin Kürt toplumunda da etkili sözcülerinin çıktığını göreceğiz.
UZLAŞMA STATÜKOYA TESLİM OLMAYA DÖNÜŞEBİLİR
Taraflaşma neredeyse bütün çağdaş toplumların siyasal yaşantısında rastladığımız, yabancısı olmadığımız bir durum. Son ABD seçimleri bunun açık örneği. Benzer süreçleri Avrupa ülkelerinde de görürüz. Toplumsal yaşamın siyasal bir gerçeği taraflaşma. Siyasî istikrarı, bir arada yaşama koşullarını ağır biçimde tehdit etmeyen bir dozundan söz ediyoruz tabiî burada. Bizim gündelik dilimizdeki haliyle kutuplaşma ise bu değindiğimden farklı biraz. Bizde siyasete dozu kaçmış bir ötekileştirme-düşmanlaştırma dili hakim oldu bu dönemde ve bu kaygı verici gerçekten. Kaygı verici ama bir yandan da doğal. Bu dil bütün Cumhuriyet ideolojisinin birikiminden beslendi ve sistematik bir psikolojik savaşla alabildiğine tırmandırıldı. Ben bunu köklü iktidar değişimleri süreçlerinin kaçınılmaz bir sonucu olarak görüyorum. ‘Keşke olmasaydı’ demenin bir anlamı yok. Hele, bu kutuplaşmayı dönüşümün önünde engel olarak ileri sürmenin, her adımda tarafların uzlaşmasını bir şart olarak siyasete dayatmanın yanlış olduğunu da düşünüyorum. Çünkü bu statükocu direnişe teslim olmayı önermeye de dönüşebilir. Bu dönüşüm, iknayla, müzakereyle olduğu kadar kararlılıkla da gerçekleştirilebilinir ancak. Kutuplaşma dilini üreten tarafın hükümet olduğunu söyleyebilmek ise açıkça insafsızlık olur. Bu dil, iktidarı kaybetme korkusu yaşayanların ürettiği bir dil oldu baştan beri. Bence kutuplaşma devlet politikalarının ve iktidar kaybının kaçınılmaz sonucuydu. Bunu değişimin önünde engel olarak görmemek ama ciddiye almak gerekir. Ilımlı, çatışmasız ama kararlı siyaset dilini sürdürmek gerekir.
|
H. HÜSEYİN KEMAL 02.11.2009 |