Basından Seçmeler |
Balık baştan kokunca...
Türkİye Cumhuriyeti Devleti’nin bir ‘Milli Siyaset Belgesi’ vardır. Bu belgenin hukuki geçerliği meçhuldür, çünkü ne Anayasa böyle bir belgeyi öngörmektedir ne de yasalar. Ama bu belgede ‘İç düşman’ ve ‘İç tehdit’ kavramları vardır. Mesela ‘irtica’ ve ‘aşırı milliyetçilik’ bu belgeye göre birer ‘iç tehdit’tir. Belge böyle demektedir ama yürürlükteki yasalarımızda ne ‘irtica’ ne de ‘aşırı milliyetçilik’ başlığı altında tanımlanan birer suç vardır. Peki ama bir şey hem ‘tehdit’ olup hem de nasıl suç olmaz? ‘Milli Siyaset Belgesi’nin uzantısı başka belgeler de vardır. Bunların çoğu güvenlikle ilgili şeylerdir, zaten baktığınızda ‘Milli Siyaset Belgesi’ de temelde güvenlikle ilgili bir belgedir. Bu belgede, ‘Bilimde şu şu alanlarda gelişmeler yaparsak dünyanın en ileri ulusu oluruz’ gibi olumlu hedefler yer almaz; sadece ‘Falanca ülkeden gelecek filanca tehdit’ten, kendi yurttaşlarımız arasına ‘yuvalanmış’ ve onları ‘kandırmış’ olan bilmemne tehdidinden, onunla mücadele gereğinden söz edilir. Belge temel olarak Genelkurmay Başkanlığı tarafından hazırlanır ama dış politikayla ilgili bölümlerinde Dışişleri Bakanlığına, iç tehditle ilgili bölümlerinde de İçişleri Bakanlığı’na danışılır, sonra da Bakanlar Kurulu tarafından onaylanıp yürürlüğe sokulur. Yani son tahlilde belge hükümetin belgesidir, başkasının değil. Buradaki ‘yürürlüğe sokulur’ lafı da biraz tuhaf, çünkü yürürlüğe girer de ne olur, belgenin hukuki yaptırımı nedir, mesela Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından onaylanması zorunlu olan 5 Yıllık Kalkınma Planı’ndan hukuki farkı nedir, kimse bilemez, bir şey de söyleyemez. Az önce de söyledim, belgenin mahkemeler önünde geçerliği son derece şüphelidir. Zaten belge de ‘gizli’dir, yani bir mahkemeye falan da sunulmaz. Sunulmaz ve hukuki etkinliği son derece şüphelidir ama bu belge uyarınca pek çok iş yapılır, nice nice hayatlar karartılır. Evet, doğru okudunuz, hayatlar karartılır. Son örneğini önceki gün gördük: Genelkurmay Başkanlığı’nın bir yetkilisi çıktı dedi ki, biz falanca internet sitelerini izlerken ve kendi kendimize oturup propaganda (ve büyük ihtimalle dezenformasyon) amaçlı internet sitelerini kurarken bir başbakanlık direktifine dayanıyorduk. Benim bu konuda bir başbakanlık direktifi bulunduğundan, hatta bu direktifin bizzat bu başbakan adına verilmiş olabileceğinden yana hiçbir kuşkum yok. Bu yazı yazılırken Başbakanlık’tan bir açıklama gelmiş değildi (ve her an açıklama bekleniyordu) ama onların ne diyeceğini de çok fazla merak etmiyorum açıkçası. Sonuç belli: Bu başbakan veya ondan önceki başbakanlardan biri Genelkurmay’a talimat veriyor ve bu talimat uyarınca da size ve bana karşı psikolojik harekât yürütülüyor. Hayır, sakın karıştırmayın: Bu birkaç kötü adamın yaptığı bir şey değil, bizzat devlet tarafından, bizzat sistem tarafından yapılan bir şey! Hükümet talimat veriyor, devlet yalan bilgi yayan siteler kuruyor. Hükümet talimat veriyor, devlet yayın organlarını fişliyor, onları yayın yapamaz hale getirmek için türlü çeşitli önlemler alıyor vs. Hükümet talimat veriyor, devlet bazılarımızın hayatını karartıyor. Bütün bu yapılanların dayanağı da, ‘Milli Siyaset Belgesi’ adı verilen, hepimizden gizlenen ve hukuki geçerliğinin ne olduğu bilinmeyen o meşhur ‘Kırmızı Kitap.’ *** Beyler ve hanımlar... Demokrasi dediğiniz rejim gün ışığında yöneten rejimin adıdır. Demokrasi dediğiniz rejim, kendi halkına güvenmenin adıdır. Demokrasi dediğiniz rejim halka yalan söylemenin, halkı hiçe saymaya kalkmanın, halkı yönlendirmeye kalkışmanın ağır cezalarla cezalandırıldığı rejimin adıdır. Demokrasi dediğiniz rejim, halkına karşı psikolojik harekât yapılmayan rejimin adıdır. Balık baştan kokmuş anlayacağınız. İsmet Berkan Radikal, 8.11.2009 |
09.11.2009 |
Keşke hükümetimiz biraz daha cesur olsaydı...
Sİzİnle Denizli’nin belediyecilik hizmetlerini değil, demokratik açılımı konuşmak isterim. 30 yıldır devam eden bir savaş, her şeye rağmen halkları etnik kimlik temelinde bir çatışmaya sürüklemedi. Bundan sonrasında böyle bir tehlike var mı?
Asla. Denizli farklı kimlikteki insanların en iyi buluştuğu zeminlerden biridir. Denizli’de Doğu ve Güneydoğu’dan göç ederek gelen 60 bin vatandaşımız var. Göç hâlâ devam ediyor. Türkiye’nin en çok göç alan üçüncü veya dördüncü iliyiz. Denizli’ye gelen bu vatandaşlarımız, önce Denizli’nin iki mahallesine yerleşirler. Sonra bir sağlarına sollarına bakarlar. Sonra bir iş bulurlar. Hayat standartları yavaş yavaş değişmeye başlar. Sonra otomatik bir şekilde de şehrimizin diğer mahallelerine yönelirler, kendilerine orada ev bulmaya, orada komşu edinmeye, yaşamaya başlarlar.
Ama öncelikle bir getto halinde yaşarlar...
Getto demeyelim oraya. Orası bir ara istasyon gibi diyelim. Denizli’de, bazı yerlerde olduğu gibi, Vanlılar şurada, Ağrılılar şurada, Afyonlular şurada, Burdurlular şuradadır diye bir şey yoktur. Denizli, kimliklerin kaynaşması anlamında inanılmaz derecede başarılı bir örnektir. İnsanlar, büyük bir barış içinde burada. Kimseyi göremezsiniz burada sen buralısın, sen şuralısın, senden alışveriş yapacağım ya da yapmayacağım diyen. Bu Denizli’de olmaz. Onun için bu açılım meselesinde Denizli dikkatle incelenmesi gereken bir mini örnektir. Denizli’de tek bir çatırtı yok, huzursuzluk yok.
Sizce Türkiye’nin genelinde bu iş nasıl gidiyor?
Hiçbir bünye yoktur ki kendisine yeni bir şey verdiğiniz zaman tepki göstermesin. İnsan vücudunun en çok ihtiyaç duyduğu şey, nefesidir. Anamızdan doğduğumuzda ilk aldığımız nefes bizim için can demek, ona bile ağlıyoruz; çünkü canımızı yakıyor. Uzun süre susuz kaldığınız zaman ilk içtiğiniz yudum boğazınızda bir tepki oluşturur. 25-30 yıldan beri bu ülke bir terör belasından, bir kardeş kavgasından mustarip. Şu ana kadar devletimiz silahlı mücadele tarzını benimsedi. Ancak elde ettiğimiz sonuç bellidir. Bu ülkenin belli bir yerinde meydana gelen adli bir vaka için o bölgeye tedbir alarak bir gün sonra gidebiliyorsanız geldiğimiz noktanın sonu mutlak şekilde bölünmedir. Öyleyse yeni bir şey söylemek, yeni bir şey yapmak, tüm gerginlikleri azaltmak, bazı provokatörlerin ellerindeki malzemeleri almak lazım.
Habur’daki manzaralardan sonra sürece bir mola verilmesini nasıl karşılıyorsunuz?
Yanlış, ara verilmemesi gerekiyor. Bundan korkmamak gerekiyor, çünkü bu hareketin olmasını isteyenler kadar olmasını istemeyenler, çatışmadan, huzursuzluktan nemalananlar var. Terör biter, her şey normalleşirse işsiz kalacağız diye düşünenler var. 30 kişinin gelişini büyük bir şova dönüştürerek her türlü yarayı kaşıyıp kanatmaya çalışanlar var. 30 kişi geldi, bu kadar gürültü yaratıldı, bence 100 kişi geldiği zaman bundan daha az gürültü çıkacaktır. 500 kişi geldiği zaman da daha az gürültü yaratılacaktır. Zaman içinde, bu memleketin sinesinde eriyeceklerdir. Bir süre sonra daha az duyulacaktır sesleri. Keşke hükümetimiz daha cesur olsaydı ve devam deseydi. Yani nereye kadar şov yapabilirler? Bu dağdan inişler olup bitmeyecek mi günün birinde? İlk 30 kişinin çıkardığı gürültü aynen devam mı edecek? Değil. Tepkiler yahut ilgi azalacaktır zamanla. Hükümetin ben bu işten vazgeçtim deme hakkı yok. Sonuna kadar gitmek, bu işi tamamlamak zorundayız. Cesur olmak, belirli yerlerde ve zamanlarda sabırla beklemek zorundayız. Belirli tepkilerden korkmamak zorundayız. Sonuçtaki kazanç muhteşem olacaktır. Bölgedeki oluşacak olan o barış ikliminde, dağdan gelenler, bir gün kahraman, iki gün kahraman, üç gün kahraman olacaktır. Bir ay sonra ne olacak peki?
Normale dönecek hayat...
Unutulacak. Normal bir vatandaş haline gelecek. Her gün onun etrafında toplanan kalabalık azalacak. Burada bu işi bozmak isteyenlerin gayretleri inanılmaz bir şekilde artmaya devam edecek. Bundan çekinmemek lazım.
Bu ay içinde Avrupa’dan gelecekler...
Bırakın ne yaparlarsa yapsınlar. Bırakın dilediği kadar konuşsun, sevinsin, bağırsın, rahatlasın, sonra normale geçecek.
Peki dağdan inenlerin topluma entegrasyonu nasıl olmalı?
Bugün için acele etmemek lazım. Bugün hakikaten erken diye düşünüyorum. Çünkü o karşı taraftaki gerilim uzlaşmaya hazır değil. Tipine, duruşuna, söylemine bakarsanız o daha hâlâ kahraman. Onun için de bir zaman geçmesi lazım. Önce onun Türkiye’deki mantığı anlaması, ülkenin durumunu bir görmesi, sonra da bu ülkenin bir ferdi olmaya, üretmeye, katkı vermeye, barışa, kardeşliğe razı olacak noktaya gelmesi lazım.
Ama onun için geldiğini söylüyor. Örgütlenmek istiyor, siyasi olarak düşüncelerini ifade etmek istiyor. Bunun şartlarını oluşturmak gerekmez mi önce?
Onun için de biraz zaman lazım. Çok zaman değil tabii. Belki 3 aylık, 5 aylık bir zaman geçmesi lazım. Herkes oturmalı önce. Dağdayken, bilmem ne kampındayken veya yurtdışında bilmem nerdeyken, Türkiye’deki bu dönüşümün içinde kendine bir rol biçmek imkansızdır. Ama Türkiye’ye gelip oturduktan sonra, mahalledeki insanları gördükten sonra, Tunceli ve Şırnak’ta, Hakkari’de, Diyarbakır’da, Van’da, sokaklarda dolaştıktan sonra, insanların birinci ihtiyaçlarını hissettikten sonra, daha sağlıklı düşünür dağdan gelenler. Onları zamanında evlerinden alıp da dağa götüren zihniyet, şimdi onları omuzlarına alıp şehirlerde gezdiriyor. Önce bir omuzlardan insinler, bir köşeye otursunlar. Sokaktaki vatandaşın derdi ne onu bir görsünler. İşte bu dönemde bize düşen sabırdır, beklemektir. Konuşan: Nuriye Akman Zaman, 8.11.2009 |
09.11.2009 |
Genelkurmay’ın 1925 yılındaki talepleri
Genelkurmay Başkanlığı’na, 1925 yılında, dönemin İçişleri Bakanı Cemil Uybadin’in verdiği bir rapor vardır. Rapor, Güneydoğu’da uzun incelemelerde bulunan, İstiklal Mahkemesi üyeleri ve Üçüncü Ordu Komutanı Orgeneral İzzettin Çalışlar ile görüştükten sonra hazırlanmıştır: 1. Silahların toplanması 2. Eşraf denilen muzur kişilerle Kürtlük ceryanlarına uygun olan insanların Batı illerine yollanması. 3. Doğu’da bir genel müfettişlik kurulması. 4. Bucakların arttırılması, nüfus ve arazi sayımı yapılması; kırtasiyeciliğin kaldırılması, adli yargılama yöntemlerinin basitleştirilmesi. 5. Merkezdeki memurların Doğu illerinden olmaması. 6. PTT, polis, jandarma subayları, asayiş ve güvenlikle ilgili memurların yerli halktan olmaması. 7. Jandarmanın mutlaka yeniden düzenlenmesi. 8. Doğu’da görev yapan memur çocuklarına öğrenim kolaylığı getirilmesi. 9. Geniş telefon ağı kurulması 19. Doğu’da yapılacak her türlü ıslahat için gerekli paranın Doğu halkından alınması ve konuyla ilgili gerekli yasaların hazırlanması.. Şimdi, bu raporun üzerine Genelkurmay, hükümetten şu isteklerde bulunur : 1. Ulusal bütünlüğün sağlanması için, beş yılda,bölgeye Türk göçmenler yerleştirerek, Kürt çoğunluğun azınlığa itilmesi: dağlardaki Kürt köylerinin ovaya nakli ve Kürt halkın Türk köylerinde yaşamaya zorunlu kılınması; huzursuzluğa yol açacak, Kürtçü kişilerin nakli; Van, Midyat hattının Doğu ve Güneyinde basit bir genel yönetim kurulması; Doğu’da kalmış Ermeni,Süryani ve Kaldani’lerin bu bölgeden çıkarılması. 2. Asayişin kök salması için, sıkıyönetimin beş yıl daha sürmesi, istihbarat ve propaganda merkezleri açılması, Keller, Ergani-Diyarbakır demiryolunun hızla bitirilmesi, Van Gölü’nde tersane yapımı ve gemi işletilmesi. 3. Bu programın beş yıl içinde uygulanması. Bakanlar Kurulu da 24 Eylül 1925’de Başbakan İsmet İnönü imzasıyla bir Kararname çıkarmış ve buna göre, Kürçe konuşma yasağı getirilmiş, mahkemelerde yerli hakim olmayacağı belirtilmiş, Rize, Trabzon ve Erzurum İllerinden halkların, göçmen statüsünden yararlanarak, Hınıs Çayı, Murat Vadisi ve Van Gölü’nün kuzeyine yerleştirilmeleri buyrulmuş, yabancıların bölgeye girişi yasaklanmış, bölgede yaşayanların bölge dışında askere alınmasına ve bunların bir süre silahsız görev yapmasına karar verilmiş. Hadi mazeret arayalım ve de bulalım. Günün koşulları, isyan sonrası tepkiler, Cumhuriyetin çok yeni olması, yönetim kadrolarının deneyimsizliği ve de acemiliği, enine boyuna tartmadan, herşeyi, incelemeden verilen, salt tepkisel tutumlar, bu tür kararları zorunlu kılmış. Amma, aradan yarım yüz yıl geçmesine karşın, bu kararlar hemen hemen hiç değişmemiş. Aynen uygulanmış. Şimdi, elinizi vicdanınıza koyun, bu kararların yarım yüz yıldan uzun bir süre yürürlükte kalması doğru mu değil mi diye kararınız verin. Ha tabi bi de şu var. Bu raporlarda ve kararnamelerde bazı sözcükler eksik: Kardeşlik, dostluk, yaraları sarmak, geçmişdeki hataları onarmak, şefkat gibi!! (Huzursuz Topraklar-Mehmet Aydar-Sayfa 867 - Bilgi Yayınevi’ne teşekkürler) Aziz Üstel, Star, 8.11.2009 |
09.11.2009 |