Röportaj |
FARUK ÇAKIR |
İlahiyatçılar Risâle-i Nur’a daha fazla sahip çıkmalı |
Bir tefsir hocası olarak; yaklaşık 30 yıldır Arap edebiyatı ve tefsir üzerine dersler okutuyoruz. Kur’ân-ı Kerim’de “tekvinî âyetler” dediğimiz âyetler var. Bunlar kâinattan bahseden âyetlerdir. Akaidde de “Usûlü’d-din” deriz; dinin kaideleri, esaslarından bahseden âyetler var. Bu âyetlerin izahı konusunda—ki, ben bunu bir Nur Talebesi olarak değil, ilmî olarak ifade etmek istiyorum—Risâle-i Nur ayarında bir kitap, bir tefsir ben tanımıyorum. Müftü olarak ilk görev yeriniz neresiydi?
İslâm Enstitüsü’ne giderken 3 yıl imam hatiplik yaptım Cağaloğlu’nda. İlk defa müftü olarak Erzincan’a tayin oldum. Tabiî o günler de heyecanlı günlerimiz... 12 Mart’dan önceydi. Mülkiye müfettişi olan bir kişiyi vali olarak tayin etmişlerdi. Tuhaf bir adamdı. Vali bana dedi ki: “Mustafa Kemal’in heykelini yapacağız, bunun için camilerden para topla.” Dedim ki: “Sayın valim, cumhuriyet tarihinde hiçbir valinin müftüye camilerden heykel için para topla dediğini duymadım. Bunu ilk defa sen istiyorsun. Ben cemaate camilerde bunu söylersem olay çıkar. Siz bunun sorumluluğunu üstleniyor musunuz?” dedim. “Evet, üstleniyorum” dedi. “O zaman şifahî değil, yazılı emir verin” dedim. “Sen kime karşı çıkıyorsun?” diye bana çıkıştı. Ben de “Bana yazılı emir verirsin, ben de bunu cemaate gösteririm. Cemaat de ne yaparsa yapar” dedim. Vali de kızarak “Sen Nurcusun, şeriatçısın, ben seni biliyorum” dedi. Hülâsa böyle tartışmalarımız oldu. Bu esnada 12 Mart müdahalesi oldu. Nihat Erim hükümeti kuruldu. O zaman 3. Ordu Komutanı Eşref Akıncı idi. Vali, bununla elbirliği yapıp benim aleyhimde raporlar hazırlamışlar. Diyanet beni takdir ederek terfien Samsun Müftülüğü’ne tayin etmek istiyor, ama bazı yetkililer diyor ki; “Bunun aleyhinde dosyalar var, oraya tayin edemeyiz.” Bu tartışmalar sonrasında benim tayinim ‘tenzilen’ Muğla Müftülüğü’ne çıktı. Ben Ankara’ya gittim. Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Yakup Üstün vardı, tanışırdık. Dedi ki: “Biz seni takdir ediyoruz, ama aleyhinde dosyalar var. Mecburen Muğla’ya tayin ettik. Kesin oraya gideceksin” dedi. Ben de “Dönüşü yok mu işin?” diye sordum. “Yok” deyince “Ben bu valiye bir ders vermeden Erzincan’dan gitmem” diyerek Erzincan’a döndüm. Bir gün vali beni telefonla aradı ve “Ben sana bir teklifte bulunmuştum, onu yapmadın” diye ‘heykel için para toplama’ talebini hatırlattı. Ben de “Müsaitseniz makamınıza gelmek istiyorum” dedim. “Gel” dedi ve ben de gittim. Gittim ve “Benim hakkımda hazırladığın raporlardan haberim var. Ben buradan başka bir ile yine ‘müftü’ olarak gidiyorum, ama sen ‘vekil vali’sin, bu gidişle asıl vali olamazsın” dedim. O zaman ‘vekil vali’ olarak görev yapıyordu. Bu sözler üzerine çok kızdı tabi... “Sen kimsin ki benim vali olmamı engelleyeceksin?” diye çok sinirlendi. Nihayet oradan ayrıldım ve vazifemin başına döndüm. Tabiî bu tartışma Erzincan’da duyuldu. Millet valiye kızmaya başladı. O dönemde AP, en büyük kitle partisiydi. O dönemin siyasîlerine durumu anlattık. “Bu vali size zarar veriyor” diye hatırlattık. Ahmet Bey diye bir il başkanı vardı; “Hocam sen merak etme, bu valiyi göndeririz” dediler. Ki, buna da ihtiyaç kalmadı. Bir kaç gün sonra Erim hükûmeti “Erzincan’da olaylar çıkabilir” diye valiyi bir tel emriyle merkeze aldı. Millet de tartışmamızı bildiğinden dolayı bu tayin bize hamledildi, “Müftü valiyi tayin ettirdi” dediler. Tabiî ki bizim istediğimiz buydu, ama hadise bizim dışımızda cereyan etmişti. Validen sonra ben iki ay daha Erzincan’da kaldım. Sonra güzel bir merasimle Muğla’ya uğurlandık. Hatta bana “Hocam seçimler yaklaşıyor, gitme. Bu adamın inadına seni buradan milletvekili yapalım” dediler ama ben “Bende böyle bir kabiliyet yok” diye kabul etmedim, mesleğimi devam ettirmek istedim. Sonra Muğla’ya gittim. Tabiî Muğla, Erzincan’a göre mânen zayıf. Orada da 4 sene müftülük yaptım. 1976’nın başında Diyanet İşleri Başkanlığı (İstanbul) Haseki Eğitim Merkezi açıldı. Oraya kursiyer olarak geldim. 2.5 yıl süren kursu birincilikle bitirince Tayyar Altıkulaç orada öğretim görevlisi olarak kalmam ve müftü ve vaizlere ders vermemi teklif etti. Ben de bu teklifi kabul ettim ve o günden sonra emekli olduğum 2000’e kadar bu göreve devam ettim. Şu anda emekli olduğum halde yine Haseki Eğitim Merkezinde (merkez, Pendik’te faaliyetini sürdürüyor) ders vermeye devam ediyorum.
Ankara’ya gidip Risâle-i Nur dersine katıldığınızdaki ilk intibanız nasıldı? Risâle-i Nur’un hangi yönü sizin ilginizi çekti?
Ben o zaman orta okul son sınıfta okuyan bir çocuktum. Kitap okumuş ve kültürü gelişmiş bir kişi de değildim. Ben o an için “Risâle-i Nur’u okudum da beni cezbetti” desem yanlış olur. Beni cezbeden, oraya gelen Nur Talebelerinin arasındaki samimî muhabbetti. Bu hal beni öyle bir cezbetti ki “İnsanlık budur” dedim. Çok duygulandım ve ondan sonra oturdum ve dershanede 2.5 ay Risâle-i Nur’u okudum. O samimiyet, o kardeşlik beni cezbetti. Sözler’i ilk defa matbaada bastıran rahmetli Atıf Ural’ı da orada tanıdım. Devamlı oradaki derslere gelirdi.
İstanbul’da da Risâle-i Nur sohbetlerine katılma imkânı bulabildiniz mi?
İstanbul’da İslâm Enstitüsü’nde okurken sadece Süleymaniye’de “46 numara” olarak bilinen yerde dershane vardı. İki tatlı bir yerdi. Benim hatırladığım kadarıyla Mehmet Kutlular Ağabey ve Abdulvahid Ağabey orada ders yaparlardı. Dershanenin bütün hizmetlerini onlar yapardı. Kutlular Ağabeyin o dershaneyi temizlediğine çok şahit olmuşum. O ağabeyler bize örnek olmuşlardır. Anlattığım olaylar 1964’lerde olan hadiseler. Üstadın vefatından sonra Zübeyir Ağabey de İstanbul’a geldi ve orada kalıyordu. Zaman zaman okunan dersleri izah ederdi. Zübeyir Ağabey deyince bir kerâmetini anlatayım size. Yıl 1966, Yusuf Ağabeyim o yıl hacca gidecekti. Ağabeyimle beraber dershaneye giderken baktık ki Abdullah Yeğin ile Zübeyir Gündüzalp Ağabey geliyor. Ağabeyim o yıl ilk defa İstanbul’a gelmiş. Kimse onun hacca gideceğini bilmiyor, kimse ile görüşmemiş. Selâm verdikten sonra Zübeyir Ağabey Yusuf Ağabeyime dedi ki “Kardeşim, o mübarek yerlerde bize de duâ et.” Ağabeyim köyden yeni gelmiş, hacca gidecek, hiç kimse ile görüşmemiş. Normalde bilmelerine imkân yok. Ağabeyime dedim ki: “Bak gördün mü kerâmeti?” Böyle bir hatıramız da olmuştu. O zamanki hava daha başkaydı. Belki o zamanki heyecanımızdan kaynaklanıyordu ama öyle düşünmüştük.
Aradan bunca yıl geçti. Yıllardan beri tefsir üzerinde ders okutan bir ‘ilâhiyatçı/uzman’ olarak bugün Risâle-i Nur’u nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bir tefsir hocası olarak; yaklaşık 30 yıldır Arap edebiyatı ve tefsir üzerine dersler okutuyoruz. Kur’ân-ı Kerim’de “tekvinî âyetler” dediğimiz âyetler var. Bunlar kâinattan bahseden âyetlerdir. Akaidde de “Usûlü’d-din” deriz; dinin kaideleri, esaslarından bahseden âyetler var. Bu âyetlerin izahı konusunda—ki, ben bunu bir Nur Talebesi olarak değil, ilmî olarak ifade etmek istiyorum—Risâle-i Nur ayarında bir kitap, bir tefsir ben tanımıyorum. Usulü’d-dinle ilgili âyetler ve kâinattan bahseden tekvinî âyetlerin tefsiri konusunda Bediüzzaman Hazretleri çok yüksek bir noktada bulunuyor ve orijinal izahlar yapıyor. Bunlar klâsik izahlar değil. Bediüzzaman’ın izahları, ismiyle müsemmâ izahlardır. Yani zamanın en güzeli, en dikkat çekicisi... Bu bir iddiâ değil. İddiâdır diyenler alsınlar Risâle-i Nur’u ve insafla okusunlar. Meselâ, kelâm ilminde en fazla ‘kavga’ yapılan şey, kader bahsidir. Ve bütün İslâmî fırkaların temelinde bu konu var. Meselâ eski meşhur kaynaklar var Şerhu’l-Mevakıf, Şerhu’l-Makasıd, bunlar meşhur eski kaynaklar. Bediüzzaman’ın telif ettiği “Kader Risâlesi”yle ne kadar orijinal izahlar getirdiğini ilim ehli okusun, kıyaslasın... Bu kuru bir iddiâ değil, eserler meydanda. Bizim tefsir tarihinde kelâmî izah olarak Fahreddin-i Râzî’nin Tefsir-i Kebîr’i zirvede kabul edilir. Meselâ ahkâm âyetleri en geniş izah eden tefsir olarak Kurtubî’nin tefsiri kabul edilir, o gösterilir. Tasavvufî tefsirler var, kelâmî tefsirler var. O konuları yeni bir izah tarzıyla terennüm eden, izah eden Risâle-i Nur eserleri o tefsirlerin çok üstündedir, fevkalâdedir. Gönül ister ki, bu, geniş bir akademik kadronun çalışmayısla ortaya konulsun. Bu bir kişinin, iki kişinin yapacağı işler değil. Bir ekip işi. Ben arzu ederim, ama yapamam. Bu sahada akademik çalışmalar yapanlar, Bediüzzaman’ın bu konuda getirdiği orijinal izahları, tesbitleri; eski kaynaklarla da kıyaslayarak ortaya koymalıdırlar. Bunu çok arzu ediyorum. Bu noktaya gelinmedi, ama İnşaallah böyle akademik bir kurul kurulur ve bu çalışma yapılır. Biz akademik çalışma yapamadık, bizim vaktimiz talebe okutmakla geçti.
Dikkat çektiğiniz bu konuları ilim ehli nasıl karşılıyor? Gerçekten Risâle-i Nurlardan haberleri yok mu? Yoksa bildikleri halde ilgi göstermiyorlar mı?
Ben de bundan çok muzdaribim. Niçin böyledir? Ben bir iki şey söyleyebilirim, ama kesin böyledir de diyemem. Bizde şöyle bir gelenek vardır: Bu klâsik metinleri kim çok iyi belliyorsa, kim çok iyi okuyorsa Diyanet camiasında o iyidir, âlimdir, sözü dinlenir. Risâle-i Nur, Mesnevî-i Nuriye ve İşârâtü’l-İ’câz hariç tutulursa Türkçe olarak yazılmış. Onlara göre, o zihniyete göre Risâle-i Nur’u çok mükemmel bilsen, aynı konuyu faraza Fahreddin-i Râzî’nin tefsirinden değil de Risâle-i Nur eserlerinden izah etsen muteber değilsin. Böyle bir anlayış var. O bakımdan ‘iyi hoca’ görünmek için klâsik eserlere meylediliyor, Risâle-i Nur’a meyleden azalıyor. İkinci bir kanaatim de, Bediüzzaman Hazretleri bir şey söylüyor, diyor ki: “Risâle-i Nur enaniyet kabul etmez.” Bu eserlerden uzak duranlarda bu büyük bir rol oynuyor. Meşhur ulemadan Birgivî Hazretlerinin yazmış olduğu bir kitap var. “Et-Tarikatü’l-Muhammediye” diye. Orada bir bölüm var. “Esbabu’l-Kibr” diye. Der ki: “İnsanı kibre sürükleyen 7 sebep var.” Birinci sebebi sayarken de “ilim” diye sayar. İlim öyle bir şey ki, sahibi çok mütevazı görünür, ama onun altında müthiş bir enaniyet olabilir. Bunu manevî eğitimle yok edebiliriz. Onun için Osmanlı uleması enaniyetini eritmek için sonunda tasavvufa girmişlerdir. Tahmin ediyorum ki, bizim İlahiyat camiasında bir çok hoca, âlim, bu sebeple Risâle-i Nur’a yeterince yaklaşmıyor. Bu benim kanaatim. Bir de toplumun ‘baskı’sı var. Meşhur bir adam, kendisine ‘Nur Talebesi” denilmesini istemeyebilir. Bu zihniyet son yıllarda epey kırıldı. Risâle-i Nur bütün dünyada kabul edilmeye başlandı. İnşallah daha da iyi anlaşılacak. Yeri geldiğinde ilahiyat camiasındaki arkadaşlara diyorum ki; “Ben Mesnevî’yi okusam Mevlevî mi olurum? İmam-ı Rabbani’nin eserlerini okuyunca Nakşî mi olurum? Bu bir ilim. Risâle-i Nur Külliyatı bir ilim kaynağı. Bunu okuyun, istifade edin ama ‘Nurcu olmayın’, kimse sizi zorlamaz. Nur Talebesi, Risâle-i Nur yoluyla imana ve İslâma hizmet eden, hayatını buna adayan kişidir. Sen öyle olma, ama oku istifade et. Ama maalesef Diyanet camiası henüz bu noktada değil.
Peki siz derslerinizi Risâle-i Nur’dan istifade ile mi anlatıyorsunuz?
Meselâ, “Ve mimmâ rezaknâhum yünfikûn.” (Bakara Suresi: 3) Bediüzzaman bununla ilgili olarak İşârâtü’l-İ’câz’da orijinal izahlar yapıyor. Diyor ki, yapılan infakların sadakaların makbul olması için beş şart var. Devamında da bunları âyetteki kelimelerle, hatta harflerle, Kur’ân’ın nazmının da mu’cize olduğunu izah ederek misâl veriyor. Ben evvelâ ders okuturken diyorum ki: “Bu konuda şöyle yeni bir izah var. Nasıl buldunuz?” Diyorlar ki, “Hocam çok orjinal. Mükemmel.” Peki diyorum, “Beğendiniz mi?” Diyorlar ki, “Ne demek beğendik mi? Çok çarpıcı.” O zaman diyorum ki “Bu izahlar benim değil, Bediüzzaman’ın izahlarıdır.” Bir kısmı çok şaşırıyor, bir kısmı duruyor tabiîi. Hatta geçen devrelerde Antalya’da bir kurs tertip edilmişti ve oraya görevlendirilmiştim. Ben bu kursta zaman zaman Bediüzzaman’ın orjinal izahlarını gündeme getirdim. Bir defa dediler ki: “Hocam, çok orijinal şeyler söylüyorsun, bunları nereden buluyorsunuz?” Ben de dedim ki: “Bu izahlar bana ait değil, Risâle-i Nur’dan izahlardır.” Tabiî insaflı olanlar takdir ediyor, ama bazıları da uzak duruyor. Şunu da söyleyelim: Bediüzzaman, Diyanet camiasında da kabul görmüş bir şahsiyettir. Benim arzum, Diyanet’in bunu daha ciddî okuyup ona göre bir hizmet tarzı geliştirmesidir. Benim şikâyetim, daha fazla istifade edilmesi gerektiği yönündedir. Milletin yarasına uygun şeyler söylensin, ben bunu arzu ediyorum.
—SON—
|
FARUK ÇAKIR 05.11.2009 |