Görüş |
Kısmet mes’elesi
Hemen her gün aklımızı ve ilgimizi kendisi ile meşgul edecek bir hâdisenin meydana gelmesi, gündemin çok hızlı şekilde değişmesine sebep oluyor. Dünyânın bir köy gibi küçüldüğü günümüzde, bizi bire bir alâkadar eden, hayâtî ehemmiyeti olan, gerçek mânâda eğilmemiz gereken vak’a sayısı o kadar az ki… Ama, umûmî çalkantının düşünce âlemimizde hâsıl ettiği dalgalar, bizi de önüne katıp sürüklüyor. Sanki, bu işlerle uğraşmasak netîce daha başka olacakmış, bizim bu mes’eleye dönüp bakmamızla hâdise müsbet bir mecrâya girecekmiş gibi geliyor. Halbuki, selin önünde sürüklenen yaprak misâli, olan bitende hiçbir dahlimiz, hiçbir faydamız veyâ zararımız olmuyor. Olan, yalnızca kaybettiğimiz vakit ve harcadığımız enerjiye oluyor. Maddî bakımdan bir kaybımız olmasa bile, mânevî yönden bir hayli ziyâna uğradığımız kesindir. İnandığımız doğrulara uymayan, ne meydana gelişinde ne de yöneldiği istikamette iştirâkimiz bulunmayan işlerle uğraşmak, tam mânâsıyla, abesle iştigal oluyor. Rûhumuzu sersem, aklımızı geveze etmekten başka bir kazanç elde edilmiyor. Belli ki, buna da kazanç değil, kayıp denilir. Zamânımızın insanlara aşıladığı kötülüklerden biri işte bu hâldir. Aldığımız eğitimin bir sonucu olarak, aslî vazîfemizden başka ne kadar ıvır-zıvır iş varsa onlarla uğraşmayı tekâmül bellemişiz. Ne kadar çok şey bilirsek ve ne kadar çeşitli işlerle uğraşırsak o kadar bilgili, ilgili, sosyal, şahsiyeti gelişmiş, cem’iyette söz ve fikir sâhibi gibi bir sürü boş ve lüzûmsuz sıfatı takınacağız diye nelere katlanıyoruz! Bütün insanların tornadan çıkmış gibi aynı vasıfları taşıyamayacağı bir gerçektir. Cenâb-ı Hâlık, böyle olunmasını istese, öyle yaratırdı. Bırakın insanları, dîğer mahlûkâtı da dikkatle incelersek, bu hâlin irâde-i İlâhîye zıt olduğunu görürüz. Her yaratık kendi isti’dâdına göre bir hedefe doğru yürümekle mükellef kılınmıştır. Kimi bunu gayr-i ihtiyârî yapar; kimi de imtihân sırrına muvâfık olarak arzû ve irâdesi ile gerçekleştirir. Bizim, kendi görevlerimizi hakkıyla öğrendiğimizi ve mes’ûliyetimizin idrâkinde olduğumuzu varsayarak, yapmamız gereken, herkes gibi davranmamaktır. Sâatin zenbereği misâlinde olduğu gibi, başkaları ile kendimizi kıyâs etmeden, taraf-ı İlâhîden seçilip omzumuza lütfen konan bu kıymetli hazîneyi selâmet sâhiline çıkarmanın en mühim ve elzem vazîfemiz olduğunu bilerek hareket etmek zorundayız. Şimdilerde, kocaman ünvanlı adamların iddiâ ettikleri gibi anlamadıkları veyâ anlamamakta ısrâr ettikleri hakîkatleri anlamak ve taraftar olmak ni’metine erişenlerin, bunun şükrünü edâdan geri kalmaları büyük hatâ olur. Bizim vazîfemiz yalnızca teblîğdir. Ama bu teblîğin tarzı ve şekli çok önemlidir. Hz. Muhammed’in (asm) bildirdiği Kur’ânî hakîkatleri, zamânın anlayışına uygun şekilde anlatan Risâle-i Nûrlar vâsıtası ile insanların Cenâb-ı Hakk’ı tanımaları; îmân ve İslâmiyet hakîkatlerini kavramaları için büyük görevlerimiz var. Önce nefsimize bunları kabul ettirip yaşamaya çalışarak, sonra lisân-ı hâle eklenecek lisân-ı kali de yerine, zamânına, muhâtabına uygun bir tarzda kullanarak çevremize ders vereceğiz. Tabiî, her şey herkesten beklenmeyecek. Fakat, fıtrî kabiliyetlerin sevk edeceği bir yolda herkes yürüyecek. Yeter ki, “dur” emr-i İlâhîsi alınıncaya kadar, durulmasın. Nöbet mahalli kendiliğinden terk edilmesin. Şahsımızın kusurları başkalarına bahâne olmasın. Biz elden gelenin en iyisi yapalım da, ağlamak için sebep arayan nasıl olsa bir vesîle îcâd ederse, ma’zeretimiz kalmasın. Kendi vicdânımız, vazîfemizin hakkını verdiğimizi söyledikten sonra, gerisini Hikmet-i Rabbâniyeye tevfîz eylemekten başka yapacak bir şey var mı? Bütün insanların cennete gitmesini ister ve bundan mes’ûd oluruz; ancak, bunu sağlamak için yapabileceğimiz iş sınırlıdır. Duâ eder, Cenâb-ı Hakk’tan hidâyet dileriz. Güzeli ve doğruyu gösterir ve tavsiye ederiz. İnandığımız gibi yaşar ve bundan dolayı ne derece mutlulu olduğumuzu belirtiriz. Akla kapı açabilirsek, ihtiyârı elden alamaya çalışmayız. Muhâtabımız ister ümmî olsun, ister âlim; ister amele olsun, ister âmir görevimiz değişmez. İnsanlara ancak akılları kadar ulaşabileceğimizi unutmayız. Herkes kendi aklını beğendiğine göre, malımızı arz eder, değerini anlatmaya uğraşırız. Ötesi zâten bize âit değildir. İhtiyâcı olan alır. Beğenen kullanır. Anlayan istifâde eder. Nasîbi olmayanlara yapılacak bir şey yoktur. Bunlar Mün’îm-i Hakîkî tarafından belirlenmiş bir kısmet mes’elesidir…
|
05.11.2009 |