Basından Seçmeler |
Islak imzada sonuna kadar gitmek…
GENELKURMAY Başkanı Fevzi Paşa (Çakmak), birçok noktada alınması düşünülen olumlu ekonomik adımların önüne çıkmıştı. Mesela demir çelik sanayiinin kurulması konusunda İktisat Bakanlığı’nın ekonomik işletme prensipleriyle tesis yeri olarak seçtiği Karadeniz Ereğlisi’ni sırf askerlik bakımından savunulması zor düşüncesiyle kabul etmemiş, demir sanayiinin ekonomik şartları zor bir bölgede, Karabük’te kurulmasını sağlamıştı... Doğu ve Güney illerinde sanayi kurulmasını, yollar yapılmasını istememiş, yol yapıldığı takdirde bir savaş halinde bu sınırlardan gelecek düşmanın memleketi kolaylıkla işgal edebileceğini ileri sürmüştü... Mareşal’e göre Doğu illerinde okul açılması da bu iller halkını uyandıracak, Kürtlük gibi birtakım bölücü akımlara yol verecekti... Cehaletin, geriliğin Türk milliyetçiliğini başka milliyetçi akımlara karşı koruyabilecek bir silah olabileceği gibi zararlı, tehlikeli zanlara kapılmıştı Fevzi Paşa! Samet Ağaoğlu’nun “Demokrat Parti’nin Yükseliş ve Çöküş Sebepleri” adlı eserinden bu satırlar… Soralım: Bu vetolar, “milli güvenlik” gerekçesiyle alınan bu kararlar Güneydoğu sorununu bastırdı mı yoksa azdırdı mı? O yıllarda okullaşma ve kalkınma hamleleri yapılsaydı, Güneydoğu bugün bu acıyı yaşar mıydı? İkinci soruya geçelim: 1924-1944 yılları arası Genelkurmay Başkanlığı yapan Fevzi Çakmak, “siyaseti sınırlama ve tanımlama” anlamına gelen veto ya da dayatma yetkisini neye dayanarak kullanıyordu? Kanunlara… 1924 tarihli bir kanuna… Evet, milli güvenlik ve askerlikle ilgili gereklerin siyasi alanı sınırlaması ve ana siyasi kararların temel referanslarını oluşturması, Türk siyasal sisteminin faturası bugünlere uzanan eski bir geleneği... Bu gereklerin tanım ve uygulama olarak askerî otoritenin uhdesinde bulunması, bu çerçevede “askerî otoritenin devlet alanı içinde, siyasetin üzerinde yer alan, siyasi kararları denetleme işlevi üstlenen özerk bir saha ve yapılanmaya sahip olması” da öyle... Güneydoğu örneğinde olduğu gibi topluma, talebe, siyasete, kültüre, hatta özgürlüğe ve bireye salt asayiş gözlüğüyle bakan bu “milli güvenlik mantığının yol açtığı tahribat” da ortada... Bu “gelenek” ve siyasetçiyi suçlamak için kullanılan bu “tahribat”, sürekliliğin de ötesinde, her dönemde biraz daha keskin düzenlemelere yol açarak, askerin devlet içindeki özerk alanının genişlemesi ve pekişmesine işaret etmiş ve “Türk siyasi tarihinin olası okumalarından biri” olarak karşımıza çıkmıştır. Fevzi Paşa’nın yerine MGK geçmiştir. Yıllar boyu Güneydoğu politikasının ekonomik ve sosyal yönleriyle neler olması gerektiğine, TRT’de ne tür program yapılması icap ettiğine, ceza yasasındaki değişikliklerin istikametine, eğitim ilkelerine, vatandaşlık ve laiklik yorumlarının nasıl olacağına yasama dışındaki güçler karar verdi... Buna itiraz da mümkün olmazdı. Örnek pek çok… 2000’lerin başında bir ANAP Kongresi’nde şöyle demişti Mesut Yılmaz: “Dünyanın hiçbir yerinde ulusal güvenlik sadece askerlere bırakılmaz. Bu, siyasetin işidir. Ulusal güvenliğin sınırlarını belirleyecek olan da siyaset kurumudur. Gelin görün ki, Türkiye’de maalesef ulusal güvenlik siyasetin sınırlarını belirliyor...” Ve Kıvrıkoğlu komutasındaki TSK bu çıkışa çok sert bir açıklamayla cevap vermişti. Genelkurmay bildirisi, ‘12 Mart ve 12 Eylül askerî darbe bildirileri’nin içeriğini anımsatan ve “Cumhuriyet tarihinin en ağır asker açıklamaları” arasında yer alacak bir metindi. Sadece Mesut Yılmaz’ı, bir partiyi, bir kesimi değil, içindeki tespit ve tahlillerle tüm siyaset kurumunu hedef almıştı. Çok değil, üzerinden sadece 10 yıl geçti. Bugün başka bir noktadayız… Askerin geri adımlarla, geri geri kendi sahasına çekildiği bir dönemde… Bu geri çekilişi durduracak her adım, onu atanı vebal altında bırakır… Özet: Islak imza soruşturulmasında sonuna kadar gidilmelidir.
Ali Bayramoğlu Yeni Şafak, 4.11.2009 |
05.11.2009 |
ŞİMDİ DEĞİLSE NE ZAMAN?
ORDU içindeki cunta -ya da cuntalardan biri mi demeliyim? - tam olarak suçüstü yakalanmış... Komplonun beyni dahil, bütün ayakları isim isim ortaya çıkmış. Harekât planı ortada. Genelkurmay’ın beyni sayılabilecek bir birim olan Harekât Başkanlığı’nda hazırlanan eylem planında Türkiye ordusunun kendi halkına karşı savaşan bir ordu haline getirilmesinin planı yapılmış. Meşru hükümeti yıkmak için harekete geçilmesi, halka karşı komplolar kurulması, Kürt’ün Türk’e, Alevi’nin Sünni’ye, dindarın “laik”e kırdırılması, komşu ülkelerle aramızın açılması, suçsuz insanlara karşı provokasyonlar düzenlenmesi, iftiralar atılması düşünülmüş ve bütün bu korkunç suçlar, altında bir kıdemli albayın imzasıyla resmi bir rapor haline getirilmiş. Emri verenler, uygulayanlar, destekleyenler, hepsi kabak gibi ortada... Ama bakıyoruz, herkes susuyor. Hükümet susuyor. Başbakan Erdoğan, Başbuğ’la görüşüp “işi yargıya havale ettik” demekle sorumluluğunun bittiğini düşünüyor. Peki bu ordu sana bağlı değil mi? Senin hükümet olarak alacağın idari tedbir yok mu hiç? Milleti birbirine kırdırmayı planlayan bu generallerin mahkeme bitene kadar orduyu yönetmesine göz mü yumacaksın? Meclis, varlığına kasteden bu plan sanki hiç kendisini ilgilendirmiyormuş gibi susuyor. En azından bir Meclis Araştırma Komisyonu kurup olayın araştırılmasına bile kalkışmıyor. Genelkurmay Başkanı susuyor. Zırt pırt ordu komutanlarını arkasına sıralayıp millete fırça atmayı; postmodernizm, Weber, Huntington hakkında ahkam kesmeyi pek seven Başbuğ, tam da konuşması gereken zamanda suspus olmuş bekliyor. Boynunun borcu olan açıklamaları yapmadığı gibi işleri de yapmıyor. Cuntacıların bir tanesi bile açığa alınmıyor. Mahkemeye çağırılan zanlılar ifadeye gitmiyor. Halk susuyor. Yeri göğü birbirine katması gereken halk, pasif bir izleyici konumunu benimsemiş, sanki ateşe atılan kendi geleceği değilmiş; işlenen suç kendisine karşı işlenmemiş gibi olan biteni seyrediyor. Taksim’de yapılan darbe aleyhtarı gösteriye sadece 500 kişi katılıyor! Ortada sadece “bir kısım” basın var susmayan... Olayı ortaya çıkaran da, üstüne gidilmesi için çırpınan da sadece o... Soruyorum; Bu mudur demokratik bir ülke manzarası? Bu mudur hukuk bilinci? Bu mudur, AB üyeliğini çoktan hak ettiğini düşünen, bölgesinde lider ülke olmaya heveslenen bir ülkenin atmosferi? Bu ordu cumhuriyetin başından beri sürdürdüğü iktidarını kaybetmemek için ne kadar gözü kara davranabileceğini bu planla koyuyor ortaya. Benden sonrası tufan diyor açıkça... Eğer bu korkunç gerçekle bugün hesaplaşmayacaksak ne zaman hesaplaşacağız? Bu hesaplaşmayı yapmazsak, nasıl olacak da ortaya çıkan korkunç gerçeklerle “bir arada yaşamayı” hazmedeceğiz? Ordu yönetiminin en kilit noktalarında Türkiye’yi ateşe vermeye hazır generaller, subaylar olduğunu bilerek nasıl huzur içinde yaşayacağız? Hiç kimse bu davayı yargıya havale ederek üstüne düşen görevden kurtulabileceğini sanmasın. Yargıya havale ettim deyip susmak zevahiri kurtarabilir. Ama Türkiye’yi kurtaramaz. Çünkü yaşanan şey aslında hukukun değil, siyasetin konusudur. Bütün bu olup bitenler cumhuriyetin başlangıcından bu yana süren büyük bir siyasi mücadelenin son safhasıdır. Kıran kırana bir rejim kavgasıdır. O yüzden de sonuç hukuk alanında değil, siyaset alanında alınacaktır. Evet; zaman darbecilerin, komplocuların aleyhine çalışıyor. Dünyanın, Türkiye’nin şartları, askeri cumhuriyeti sürdürmek isteyenlerin gidecek çok az yolları kaldığını gösteriyor. Bütün bunlar doğru... Ama bizim de biraz kıpırdanmamız; tarihin akışını hızlandırmak için; çekilen acıları azaltmak için bir şeyler yapmamız gerekmiyor mu?
Gülay Göktürk Bugün, 4.11.2009 |
05.11.2009 |
‘Kemalist Türkiye’yi tanıyalım
ÜLKEMİZİN en son bir “ıslak imza” ile yeniden karşımıza dikilen kadim sorununu herkes biliyor: Başta TSK olmak üzere “Kemalist” kurumların ve çevrelerin yıldızı, demokrasiyle bir türlü barışmıyor. Peki acaba neden? Bu soruya ışık tutan önemli bir panel, üç hafta önce, ARI Grubu tarafından Bilgi Üniversitesi’nde düzenlenmişti, yazmaya ancak fırsat bulabiliyorum. “Türkiye’de Sekülarizasyon ve Modernizasyon” başlıklı toplantının ana konuşmacısı, Hollandalı tarihçi Prof. Dr. Eric Jan Zürcher idi. Türkiye’nin yakın geçmişi konusunda dünyaca ünlü bir uzman olan Zürcher, “Kemalist modernleşme”nin nasıl bir şey olduğuna dair epey ezber bozucu bir sunum yaptı. Sunumun merkezinde ise “yorum” değil, somut veriler vardı. Zürcher, Kemalist rejimin 1934-41 yılları arasında, kendi hedef ve ideallerini Batılılara anlatmak için yayınladığı “La Turquie Kemaliste” adlı propanda dergisinin “içerik analizi”ni yaptı. Fransızca yayınlanan, çok az sayıda Almanca ve İngilizce makale de içeren, ve nedense bugün Türkiye’de hemen hiç bilmediğimiz bu dergi, çok enteresandı: - Derginin kapakları, kaslı kollarıyla çalışan, dev sanayi tesislerini evirip-çeviren, hep aynı mutlu ve kararlı yüz ifadesiyle “hedefe koşan” insan figürleri ile süslüydü. Zürcher, fotoğrafları gören herkesin hemen fark ettiği gerçeğin altını çizdi: Tüm bunlar, aynı yıllarda Sovyetler Birliği’nde hüküm süren “sosyalist realizm”e şaşırtıcı derecede benziyordu. - La Turquie Kemaliste’in sayfalarında, Ankara’da yeni inşa edilen anıtların, heykellerin ve meydanların boş, insansız ve soğuk fotoğrafları da vardı. Zürcher, bu trendin de o dönemde Mussolini İtalyası’nda kullanılan “ faşist sanat”ın bir kopyası olduğunu belirtti. - Dergide dine dair tek bir atıf dahi olmadığı gibi, Türkiye halkının çoğunluğunun Müslüman olduğunu çağrıştıracak hiçbir unsur (örneğin bir cami fotoğrafı) yoktu. Dergideki tek Arapça kökenli kelime olan “ Kemalist” ise, bir dönem “Kamalist”e çevrilmişti. Çünkü, bilindiği gibi, “Mustafa” isminden zaten hoşlanmayan Atatürk, Arapça “Kemal” kelimesinin yerine de bir süre “Kamal” diye “öz Türkçe” bir alternatif kullanmıştı. - Dergide kullanılan çok sayıda fotoğrafın tek birinde bile doğal bir “toplum manzarası” yoktu. Az sayıdaki insan fotoğrafının istisnasız hepsinde, kameraya özel poz vermiş mankenler vardı. Elinde tırmığı ile gülümseyerek gökyüzüne bakan bir köylü, kask ve uçuş gözlüğü ile poz veren bir kadın pilot, veya İngiliz asilzadelerine benzer kıyafetler içinde neşeyle tenis maçı izleyen “ çağdaş” Türkler gibi... Kısacası “Kemalist Türkiye”de “toplum” yoktu. Sadece devletin ideallerine göre poz verdirilmiş “konu mankenleri” vardı. Tüm bunların belirli bir siyasi zihniyeti yansıttığını söyleyen Zürcher, Kemalizmin “idealist ama otoriter, modernleşmeci ama tektipçi” olduğunu vurguladı. 1930’lar dünyasında “anlaşılabilir” olan bu ideolojinin 2000’ler Türkiyesi’ne yol gösteremeyeceğini de ekledi. İşte, demokrasiye bir türlü ısınamayan “uyanık bekçi”lerimizin temel sorunu, 1930’lar dünyasında kalmış olması gereken bu ideolojiyi, bir “revizyon” ihtiyacı bile duymadan, bugün hala “resmi ideoloji” olarak hepimize dayatmaları. Bu işi “ilericilik” adına yaptıklarına inanmaları ise, işin en traji-komik yanı...
Mustafa Akyol / Star, 4.11.2009 |
05.11.2009 |