Elif Eki |
|
Hürriyetçi bir hatip: Hüseyin Avni Ulaş |
Eski Erzurum mebûsu Hüseyin Avni Ulaş, 22 Şubat 1948 yılında İstanbul’da Hakk’ın rahmetine kavuştu.
Hürriyetçi demokrat kişiliğiyle tanınan Hüseyin Avni Bey, 1887 Erzurum (Kümbet) doğumlu.
İlk ve orta tahsilinden sonra, İstanbul’da hukuk tahsilini yaptı. Avukat oldu. Yedeksubay olarak Birinci Dünya Savaşı ile Kurtuluş Savaşına katıldı.
1918’de Kars’ta kurulan Millî İslâm Şurâ’sının hukuk müşavirliğini yaptı. Hemen ardından, Vilâyât–ı Şarkiye Müdafaa–i Hukuk Cemiyetinin kurucuları arasında yerini aldı.
1919’da yapılan Erzurum ve Sivas Kongrelerine iştirak etti. 1919 yılı sonlarında yapılan seçimlerde Erzurum mebusu olarak Osmanlı Meclisine girdi. Bu meclisin işgalci güçler tarafından kapatılması üzerine ise, diğer mebuslarla birlikte Ankara’ya gitti.
Burada da yeni teşkil olunan Birinci Meclis’te aktif görev aldı. Meclis’teki “ikinci grub”un (hürriyetçi) desteğiyle Meclis Reis Vekili seçildi. Ne var ki, Meclis Reisiyle yıldızı bir türlü barışmadı. Şiddetli münakaşaları oldu.
Halk Partisine muhalif olan Hürriyetçi Terakkiperver Fırkasına dahil olduğundan, 1923’teki seçimlerde Meclis dışında kaldı.
Ardından da 1940’lara kadar büsbütün siyaset dışında kalmaya adeta mahkûm edildi. Bunun temel sebebi, hürriyetçi demokrat bir kişilik olarak CHP’ye muhalif olması ve bilhassa Ali Şükrü Beyin 1923’te katledilmesi üzerine Meclis’te ateşli konuşmalar yaparak cesurane bir tavır takınması idi.
İşte o âteşin konuşmadan kısacık bir bölüm:
“Efendiler! Bu şerefli kürsü, bugün elim bir vazifeye sahne oluyor. Bu şerefli milletin mebusları, bugün kalpleri kan bağlamış zavallı biçareler gibi birbirlerine bakıyorlar.
Efendiler! Ali Şükrü Bey, iki günden beri kayıptır. Memleketin sahibi, azametli bir tarihin sahibi, nâmusuna hakim bir milletin nâmusu kayboluyor, hükümet ise bulamıyor.
Allah’tan çok isterim ki, memleketin şu elim zamanlarındaki bu hal, âdi bir suç olarak zuhûr etsin.
Peki, ya mesele siyasî ise efendiler? O takdirde demek olur ki: ‘Bu memlekette herhangi bir fikrin serdarı ölecektir, öldürülecektir.’
Ey kâbe–i millet! Sana da mı taarruz? Ey milletin mümessilleri! Sana da mı taarruz? Ey milletin mukaddesatı! Sana da mı taarruz?
Arkadaşlar, efendiler! Asırlardan beridir, bu milletin kurtuluşu için bayrağı çektik, mücadele verdik. Milletin kurtuluşu onun hakimiyetidir.
Hakimiyet demek, onun oyunu memleket içinde serbest kullanması demektir. Bir millet, sinesinden bir mebus çıkarır. O mebusun ağzı, kalemi o milletin nâmusudur. Bu nâmusa tecavüz eden eller kırılsın! Tecavüz sadece arkadaşlarımıza değil, milletin nâmusunadır. Böyle nâmussuzlar yaşamamalı.”
Cumhuriyet’in ilk demokratıydı
“Cumhuriyet’in ‘demokratik’ hale getirilmesi için “hukukun üstünlüğünü” savunan ve Birinci Meclis’te “İkinci Grup’un” önderlerinden olan Cumhuriyet’in ilk demokratı sayılabilecek Erzurum Milletvekili Hüseyin Avni Ulaş’ı 23 Şubat 1948’de kaybetmiştik. Hüseyin Avni Ulaş sivil ve hukukçu olduğu için “muhalif” konuma düşmüştü. Kanun egemenliğini kurmak. Hukukun üstünlüğünü savunmak.. Ankara’nın 80 yıldır istemediği ve tehlikeli bulduğu bir öneri. Genç kuşaklara, Hüseyin Avni Ulaş, İkinci Grup filan öğretilmiyor. Ömrünü Türkiye için heba eden Hüseyin Avni Ulaş’ın, memleketi Erzurum’da bir tek büstü bile yok.”
(Mehmet Altan, 23.02.2002, Sabah gazetesi)
İkinci TBMM’ye giremedi
“...Hepsi de benden bigünah ve namuslu arkadaşları astınız. Bende ne gibi bir namussuzluk gördünüz ki bu şerefli ölümden esirgediniz?’ diye, İzmir suikastına karıştığı iddiasıyla İstiklâl Mahkemesinde yargılanırken Kel Ali’ye çıkışını aklınıza getirdiğinizde ‘Yargı bağımsızlığı’ konusunda şimdilerde sürmekte olan tartışmanın köklerinin ta o zamanlara kadar gittiğini ve ‘Evet ben muhalifim, ama neye muhalifim? Haksızlığa, Adaletsizliğe muhalifim’ dediğini düşündüğünüzde 2008’ler Türkiye’sini kanser gibi sarmış hukuksuzluk ve adaletsizliğin devlet geçmişimizde ne kadar güçlü bir damara sahip olduğunu düşünmez misiniz? ‘TBMM’nin gerçek şurevi fonksiyonu bulunmazsa, siyasî saltanatın şekli değişmekle birlikte bu kez şahıs, zümre ve parti diktatörlükleri ile özde devam eder. Cumhuriyet ancak hürriyetle olur. Hürriyet’e, millete istinad etmeyen cumhuriyet iğfalkârdır’ tesbitine katılmıyorum diyebilir misiniz?
12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat, 141’ler, 142’ler, 159, 163, 301 ve diğerleri ile sürdürülmek istenen cumhuriyet iklimi Hüseyin Avni Ulaş’ı haklı çıkarmıyor mu? Hüseyin Avni Ulaş 1948’de, düşündüğü cumhuriyeti görememenin üzüntüsüyle öldü. ‘Soy’, ‘sop’, ‘ırk’ çığırtkanlığı yapmadı. Zinde güçler onun için ‘Tanırız, iyi hukukçudur’ demedi. Düşünceleri, yani hem meclis başkanlığının hem başvekilliğin hem de başkumandanlığın tek bir adamda toplanmasına yürüttüğü muhalefet nedeniyle tüm arkadaşlarıyla birlikte tasfiye edildiğinden ‘İkinci’ TBMM’ye giremedi.”
(Şinasi Haznedar,
http://bianet.org/bianet/biamag)
LATİF SALİHOĞLU
E-Posta: [email protected]
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------- |
Said Nursî’nin Hamidiye Alayları’na bakışı |
Sultan Abdulhamid’in adına izafeten kurulan “Hamidiye Süvari Alayları” zamanında çok tartışıldı. Faydaları ve zararları üzerinde çok şeyler yazıldı. Bediüzzaman ise Hamidiye Alayları’na farklı açılardan baktı. Görüşlerini İstanbul’da bulunduğu yıllarda gazetelerde yazdığı çeşitli makalelerde dile getirdi. Bediüzzaman, doğuda bedevî aşiretlerinin Hamidiye Alayları ile en yüksek bir askerî ve medenî dereceye sevk edildiğini kabul eder.1 Önce süvari alaylarının çıkış amacını ve tarihi seyrini kısaca tanımaya çalışalım.
Sultan Abdulhamîd, saltanatı boyunca bütün gücüyle Doğu Anadolu’yu kurtarmaya, orada kurulacak bir Ermenistan devletini engellemeye, Rum ve İngiliz emperyalizminin hareket kabiliyetini azaltmaya çalıştı. Ayrıca devletin askerî ve mülkî otoritesini Doğu Anadolu’da tesis etmek, Anadolu halkının menfaatini koruyan reformlar yapmak, resmî kuvvet ve otoritenin yetersiz kaldığı yerlerde mahallî kuvvet ve otoritelerden faydalanmak, büyük devletlerin reform isteklerini geciktirmek ve uygulamamak, Avrupalı misyonerlerin faaliyetlerini engellemek veya kontrol altında bulundurmak ve aşiretlerden askerî birlikler teşkil etmek amacındaydı.
Sultan Abdulhamîd, özellikle doğuda kurulacak askerî birliklerin çeşitli faydaları olacağını ümit etmekteydi. Bu suretle Doğu Anadolu’da asayişin bozulmasına sebep olan aşiretler disiplin altına alınabilecekti. Doğuda Ermeniler tarafından çıkarılması muhtemel ayaklanmalara karşı mahallî bir direnme meydana getirecek bir teşkilât kurulacaktı. Rusya ile girişilecek bir savaşta bu cesur halktan yararlanılacağı ve yabancı devletlerin, aşiretler arasında yapmakta oldukları kışkırtmalar da bu şekilde önlenebilecekti. Ayrıca Rus ordularına karşı kullanılabilecekti. En önemlisi ise, yabancı devletlerin aşîretler üzerindeki tahrik ve propagandası önlenmiş olacaktı.
Bu sırada Doğu Anadolu’da aşîretler 1877-78 Osmanlı-Rus savaşının (93 harbi) ortaya çıkardığı otorite boşluğu sebebiyle birbirleriyle mücâdeleye girişmişlerdi. Ayrıca merkezî otoritenin temsilcileri olan mahallî yöneticileri de dinlemez hâle gelmişlerdi. Bölgede tampon bir Ermeni devletinin kurulmasını isteyen İngiltere de aşîretlerin bu tutumunu teşvik ederek onları tahrike başladı ve her türlü desteği vâdetti. Bu tahrik ve destekler sonucunda bazı aşîret reisleri Osmanlı Devleti aleyhine faaliyetlere başladılar.
Hamîdiye Süvari Alayları kuruluyor
Göçebe olarak çadırlarda yaşayan doğudaki aşiretler halkından, memleket savunması bakımından yeteri kadar yararlanılmamakta idi. Bunların yerleri yurtları belli olmadığından ve bir yerde yerleşerek sürekli olarak orada kalmamaları yüzünden, askerlik hizmetleri bir düzene konamamıştı.
Tehlikeyi sezen Sultan Abdulhamîd, hiçbir devlet nizâmı tanımayan aşîretleri medenîleştirmek, disiplin altına alarak eğitmek ve aralarındaki kavgalara son vererek bu yöndeki aksiyonu devlet menfaatine kullanmak üzere “Hamîdiye Süvari Alayları” adı altında bir düzene konulmasına karar vermiş ve bu maksatla 20 Ekim1890 tarihinde 233 sayılı bir kanun çıkarılmıştı.
Dördüncü ordu kumandanı Müşir Zeki Paşanın da desteklediği bu projeye, paşaların büyük bir kısmı karşı çıktı. Sultan Abdulhamîd, Zeki Paşayı bu işle görevlendirdi. Kendisine Erzincan’ı merkez seçen Zeki Paşa 1891 ilkbaharında faaliyete geçti. İlk iş olarak Mirlivâ Mahmûd Paşayı Van, Malazgirt, Hınıs taraflarına gönderip aşîretlerden Hamîdiye Alaylarının teşkilini başlattı. Bu faaliyet beş yıl sürdü.
Alaylar, aşiretlerin nüfus sayısına göre teşkil edilmişti. Her aşiretten nüfusuna göre bir veya iki süvari alayı teşkil olunmuştu. Her aşiretin süvari alayı kendi içinde sıra ile numara almıştı. Birinci, İkinci Süvari Alayı gibi.
1896’da Erzincan, Dersim, Erzurum, Diyarbakır, Van, Malazgirt, Urfa ve doğuda daha birçok yerde Hamîdiye Süvâri Alayı teşkil edildi. Bu dönemde yalnızca Erzurum vilâyeti dâhilinde 8 alay kuruldu.
Hamîdiye Süvari Alayları’nın yapısı
1891’de ilk olarak çıkarılan elli üç maddelik nizamnâmede Hamîdiye Süvârî Alaylarının nasıl kurulacağı ve özelliklerinin nasıl olacağı açıklanmıştır. Buna göre; bu alayların isimleri “Hamîdiye Süvârî Alayları”dır. Bu alaylar, dört bölükten az, altı bölükten fazla olmayacaktır. Her bölük; dört takımdan, her takım da 32 erden az, 48 erden fazla olmayacaktır. Her alay en az 512, en fazla 1152 kişiden meydana gelecektir. Her dört alay bir liva sayılacaktır. Büyük aşîretlere bir veya birden fazla alay, küçük aşîretlere ise bir kaç bölük kurma hakkı verilecektir. Ancak alay kurulması ve eğitim maksadıyla aşîretlerin birleştirilmesi önlenecek, merkezî otoritenin veya ordu komutanlarının emri ile yalnızca savaş zamanında birleştirilecekti. Her alaydan iki çavuş ordu-yu hümâyûn merkezine gönderilip eğitime tâbi tutulacaktı. Ayrıca her alaydan bir çocuk seçilerek İstanbul’a gönderilecek, orada süvârî mektebinde tahsil gördükten sonra mülâzımlık (teğmen) rütbesiyle memleketine ve alayına dönecekti.
Hamidiye Süvari Alayları erlerinin askerlik süresi 23 yıl olarak kabul edilmişti. Bütün aşiretlerdeki erkeklerden 17 yaşından 40 yaşına kadar olanlar asker sayılmakta idi. Bu erat üç kısma ayrılmıştı. 17-20 yaşında olanlara “Efrad-ı İptidai”, 21-23 yaşında olanlara “Efrad-ı Nizamiye” ve 40 yaşında olanlara da “Redif Efradı” adı verilmişti.
Hamidiye süvari alayları çeşitli kabilelerden kurulduğundan kıyafetleri de değişikti. Birliklerin onbaşı ve çavuşları günümüzde olduğu gibi kendi erleri arasından seçilirdi. Hamidiye süvari alaylarının ilk teşkilinde bu alayların başına aşiret reisleri komutan olarak atanmış ve kendilerine rütbe, nişan verilip maaş bağlanmıştı. Aşiretin diğer ağaları da subay olarak görevlendirilmişlerdi. Kaymakam, binbaşı, kolağası ve mülazım rütbelerindeki görevlilerin aşiretlerin ileri gelenlerinden tayin edilmesi uygun görülmüştü. Aşiret çocuklarından Harp Okulunu bitirenleri ile üç yıllık süvari okulunu tamamlayanlar teğmen olurlardı.
Hamidiye süvari alaylarına atanan subaylar, 14 yıl hizmete mecburdular. Meşrû bir mazeretleri olmadıkça istifa edemezlerdi. Erler ve subaylar, toplantılara katılmak zorunda idiler. Aşiretlerin veya kabilelerin âdetleri cezayı hafifletmezdi.
Belirtilen esaslarda kurulan Hamîdiye Alaylarına katılmak için her aşîret severek mürâcâat ettiğinden, hepsini alma imkânı olmuyordu. Hamîdiye Alaylarının sayısı ilk zamanlar 50 civârında iken, zamanla 100’e yaklaştı. Alaylara katılmak için güneydeki Arap kabîleleri de mürâcaat ediyorlardı.
1891 yılında pek çok aşîret reisi İstanbul’a gelerek Sultan Abdulhamîd’i ziyaret ettiler ve bağlılıklarını arz ettiler. Sultan Abdulhamîd de onların her birine hediyeler ve nişanlar vererek taltif etti. Böylece merkezî otorite ile aşîretler arasında önceden olmayan diyalog kurulmuş oldu. Fakat her şeye rağmen Hamîdiye Alaylarıyla dirlik, düzenlik sağlamak kolay olmuyordu. Aşîret hayâtına alışmış insanlardan düzenli askerî birlikler meydana getirmek zordu. Bu durumları bilen Sultan Abdulhamîd, aşîretlere karşı devamlı hoşgörü ve sabırla muâmele edilmesini tavsiye etti. Hatta irâdelerinin birinde; “Normal askerî birlikler gibi hareket etmeleri imkânsız ise de, hiç olmazsa bu sâyede disiplin altına alınmış ve netîcede günün îcâblarına göre, az da olsa, eğitilmiş olurlar.” dedi.
Askerî yönden stratejik öneme sahip yerlerde kurulan Hamîdiye Alaylarının her birine, bir tarafında Kurân-ı Kerîm’den bir âyet, diğer tarafında ise pâdişâh armasıyla işlenmiş kırmızı atlastan sancaklarla, beyaz ipek kumaşa yaldızla yazılmış fermanlar verildi. Zaman zaman Erzincan’a gelerek Zeki Paşaya bağlılıklarını bildiren aşîret reisleri, 1893’te kalabalık bir grup hâlinde İstanbul’a giderek pâdişâh tarafından kabul edildiler.
Hamîdiye Alaylarıyla ilgili ilk nizâmnâmenin dört yıllık uygulamasından sonra elde edilen tecrübeler ışığında, 1896 yılı başlarında yeni nizâmnâme hazırlanarak yürürlüğe konuldu. Birinciye göre daha ayrıntılı olan nizâmnâmede yeni hükümler de yer aldı. Ayrıca alay ve bölük kadrolarının yetiştirilmesiyle ilgili yeni hükümler ve uygulamalar getirildi. Bütün askerî okulların kapısı aşîret çocuklarına açıldı. Aşîretleri devlete yakınlaştırmak ve devletle kaynaştırmak için aşîret mektebi açıldı ve pek çok aşîret çocuğu yetiştirildi. İyi niyetle kurulan aşiret mektebi 15 yıl dayanabilmiş ve 1907 yılında kapatılmıştır. Bu okuldan mezun olan bazı öğrenciler Harbiye ve Mülkiye mekteplerini bitirip bölgelerine askerî ve mülkî makamlara tayin edilmişlerdir.
İttihad Terakki ve Hamîdiye Alayları
Hamîdiye Alaylarının kurulmasıyla Sultan Abdulhamîd’in aşîret reisleri ve din adamlarıyla olan sıkı ilişkileri sonucunda, merkezî otorite kuvvetlenerek çarlık Rusya’sının Türkiye üzerindeki emelleri, İngilizler ve Fransızların, Ermenileri kışkırtma yoluyla çıkarmak istedikleri olayların yanında, kan dâvâsı ve aşîret kavgalarının önüne geçildi. İstanbul ile Diyarbakır arasında ve bölgede telgraf hatlarıyla diğer iletişim araçları Hamîdiye Alayları sâyesinde gelişti.
O günkü şartlarda Doğu Anadolu’nun ve diğer bölgelerin sosyal ve iktisâdî meselelerinin hâllinde çok büyük rolü olan Hamîdiye Süvari Alayları, siyâsî bakımdan sömürgeci devletlerin ve azınlıkların hedefi hâline geldi. Çünkü bu güçler ve azınlıklar amaçlarına ulaşabilmek yolunda Sultan Abdulhamîd’i ve Hamîdiye Alaylarını en büyük engel görüyorlardı. Sultan Abdulhamîd’in tahttan indirilmesinden sonra, iktidara yerleşen İttihad ve Terakkî, Hamîdiye Süvari Alaylarının teşkilâtını lağvetti. Aşîret hafif süvâri alayları adıyla yeniden düzenlendi ve sayıları da azaltılarak 24’e indirildi. Doğuda meydana gelen Ermeni isyânlarında önemli faydası görülen bu alaylar, Balkan Savaşında yerinden oynatılmadı.
1913 yılında, alaylar yeni bir teşkilâtlanma içerisine sokularak ihtiyat süvârî alayları adı altında, iki fırka hâlinde, merkezi Erzurum olan dokuzuncu kolorduya bağlandılar. I. Dünya Savaşında doğuda dinç ve zinde olarak Ruslara karşı kahramanca çarpışan bu alaylar, pek çok kahramanlık gösterdiler ve Rus birliklerini geri dönmeye zorladılar. İran, Rus, İngiliz, Fransız ve Ermeni saldırılarına karşı devletin yanında mücâdele veren bu alayların pek çok askeri, çarpışmalar sırasında şehid düştü.
Hamîdiye Alayları ve koruculuk
Gerçekte Hamidiye Süvari Alayları düzenli bir askerî teşkilât olmaktan çok uzaktılar. Reisleri, ağaları ve erleri, gerçek bir askerî eğitim görmemişlerdi. En iyi bildikleri şey ata binmek, cirit oynamaktan ibaretti. Aslında askerliğin gereklerini öğrenmeye de niyetleri yoktu. Bu yüzden herhangi bir harekâtta bunlardan asker olarak yararlanmak da zordu. Fakat ellerine büyük bir yetki geçmişti. Silâhları vardı. Bir emir altında birleşmiş ve toplanmışlardı. Şehirler ve kasabalar bunlardan zarar görüyorlardı. Halkın şikâyetleri başlamıştı.
Günümüzde doğuda “Koruculuk” olarak devam eden sistemin bir anlamda Hamidiye Alaylarının taklidi olduğunu söyleyebiliriz.
Bediüzzaman, Hamîdiye Alayları için ne dedi?
Yukarıda gördüğümüz gibi Hamidiye alaylarının işleyişi birkaç değişikliğe uğramış, lağvedilmesi gündeme gelmiştir. Bediüzzaman, “asakir-i milliye-i Kürdî” (Kürt askerleri) kabul ettiği Hamidiye alaylarının lağvını değil, intizamını istemektedir. Çünkü intizam zararı def ve büyük menfaatini sağlayacaktır. Ölüm ve mahvın kardeşi olan ve zararı zararla def etmek olan lağv usûl kurallarına aykırıdır. Hayatı boyunca gaye kabul ettiği ittihadın temelinin ve bağının Hamidiye Alayları olduğuna işaret eder.
Alayların mevcut durumuna bakılırsa Kürtler, askerlikten önceki hallerine ve Hamidiye olmayanlara oranla medenileşmesi hızla gerçekleşmektedir. Askerlik konusunda diğer kavimlerden daha yeteneklidir. Medeniyetin cennet kapısı, askerlik yönüyle eğitim bahçesine açılmıştır. Daha önce aşiret mekteplerinin kapatılması Kürt çocuklarının sevincini söndürmüş ve ümitsizliğe düşürmüştür. Bunun sonucu olarak sadık bir unsurun sadakatlarının esasını sarsmıştır. Pencere hükmünde olan aşiret mekteplerinin kapatılması böyle zarar verirse, kapı hükmünde Hamidiye alaylarının kapatılmasının ne kadar zarar verdiğini siz kıyas ediniz.2
Bediüzzaman bir başka makalesinde3 “Kürdistan’ın istikbalini temin edecek” esası ve medresesi aşiret alayları kabul edilen din ilimleri ile beraber medeniyet fenlerini genelleştirmek olarak ifade eder. Aşiretlerde asker olmayanları da onlar gibi millî asker yapılmasının önemine dikkat çeken Said Nursî, elektrik ışığı gibi olan askerlik, birbirlerine komşu olan aşiretler arasında reaksiyon peyda ederek onların cevherlerini ortaya çıkaracağını söyler.
Başlangıçta Hamidiye alayları, zayıf hükümetin sınırlarını korumak ve vatan düşmanlarının tepesinde bir tehdit sopası idi. Hâlbuki istibdat millet hâkimiyetini sağlayan kamuoyunun amansız düşmanıdır. Böylece kamuoyunu sonuç veren ittihadı, dürbünü, keskin kılıcı ve kılavuzu olan maarifi kurmaya muvaffak olsunlar.
Bediüzzaman, Hamidiye alaylarının ıslâhı konusunda öne sürdüğü çare şudur: “Aşiret, alaylılık ve askerlik bab-ı âlisi ile mekatib ve maarif içlerine idhal ve maden-i saadetleri olan medaris-i münderiseyi ihya ile ulûm-i diniye ile beraber fünun-i lâzıme-i medeniyeyi Kürt uleması tedris etmektir.”
Yani aşiretleri alaylara çevirip askerlik düzenine koyup, içine okulları ve eğitimi sokup izleri silinmiş medreseleri ihya ile din ilimleri ile birlikte medeniyet fenlerini Kürt âlimleri arasında ders vermektir. Her milletin, özellikle Kürtlerin kopmaz bağı olan ittihad bir köşk olsa aşiret alayları ve her unvana galip gelen askerlik esaslı ve uzun bir temel ve sağlam bir tavan olacaktır. Bu sonuca ulaşmak için eğitime öncelik verilmelidir.
Bediüzzaman Said Nursî gençlik yıllarında, Hamidiye paşalarından Miran aşiret reisi Mustafa Paşayı, yöre halkına yaptığı baskı ve zorbalıktan vazgeçirmek için Cizre’ye gitti; aralarında sert münakaşalar yaşandı. Mustafa Paşa Said Nursî’yi, ilmine güvendiği âlimleriyle münâzaraya dâvet etti. Said Nursî, her meselede onlara üstün geldi.4
Bediüzzaman, Erek Dağı’nın başında iman ve Kur’ân hakikatlerinin anlaşılması ve yaşanması için gayret içindeyken, Ankara’da yeni bir rejim şekillenmeye başlamıştı. Rejimdeki değişiklikleri hazmedemeyen çevrelerde ise Ankara’ya karşı tepkiler oluşuyordu. Böyle gergin bir ortamda hükümete karşı ayaklanmayı plânlayan Şeyh Said, Bediüzzaman’a mektup yazarak kendisine destek vermesini istedi. Ancak Said Nursî, bunun “menfi bir hareket” ve “kardeşkanı dökmek” olduğunu anlatarak, onu isyandan vazgeçirmeye çalıştı. Milletin irşat ve tenvirine önem verdiğini her vesileyle ifade etti. Ayrıca, Şeyh Said ayaklanmasına aşiretiyle destek olmak isteyen doğunun ünlü ve güçlü Hamidiye Paşalarından Kör Hüseyin Paşa, Bediüzzaman’ı Erek Dağı’nda ziyaret etmiş ve fikrini sormuştu. Bediüzzaman da ona, “Kan dökme, kan dökme, kan dökme!” diye cevap vermiş; Paşa da ayaklanmaya katılmamıştı.5
Eksikleri, yanlışları olmakla birlikte iyi niyetle kurulmuş Hamidiye alayları doğuda asayişi sağlamaya çalışmıştır. Kapatıldıktan sonra izleri uzun zaman devam etmiştir. Günümüzdeki koruculuk sistemini Hamidiye Alayları ile tekrar karşılaştırıp bölgenin özelliklerini de göz önünde bulundurarak ıslâh etmek belki daha doğru olacaktır.
Dipnotlar:
1- Bediüzzaman Said Nursî, Eski Said Dönemi Eserleri, s. 308.
2- Bediüzzaman Said Nursî, aynı eser, s. 18-19.
3- Bediüzzaman Said Nursî, aynı eser, s. 26.
4- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 67-70.
5- Bediüzzaman Said Nursî, aynı eser, s. 237-238.
AHMET ÖZDEMİR [email protected]
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------- -------------------------------- |
HABER ORUCUNA GİRİN |
Olumsuz haberler hemen dikkat çeker ve gitgide olumsuz haberler okumaya ve seyretmeye insanlar kolaylıkla bağımlı hale gelirler. Sabahları günlerine moral bozan gazete haberiyle başlayan ve gece geç saatlerde günün suç olaylarını, kazalarını ve skandallarını seyrederek günlerini sona erdiren pek çok insan tanıyorum.
Sakın gazetelere ve televizyonlara karşı olduğumu sanmayın. Aslında birçok gazeteden, birçok bilgi edinirim ve senelerdir seyrettiğim televizyon programlarından muhteşem şeyler öğrenirim. Söylemek istediğim, şu gazetelerinizi okurken ve televizyon seyrederken daha düşünceli davranın. Gazetenizi okumaya başlarken bir amacınız olsun. Gazeteyi zaman geçirmek için kullanmayın. Daha bilgili olmanız için size bilgi aktaran bir araç olarak görün. Birçoğumuzun tutsağı olduğu haberler bağımlılığından kendinizi korumanın en iyi yollarından biri yedi günlük bir haber orucuna girmektir. Önümüzdeki hafta boyunca gazetede bir tek olumsuz haber bile okumamaya, televizyon programlarındaki olumsuz olayları seyretmemeye söz verin. İki şey dikkatinizi çekecek: Öncelikle pek de fazla haber kaçırmadığınızı fark edeceksiniz İkinci olarak da kendinizi çok daha huzurlu ve sakin hissedeceksiniz. Daha da önemlisi, başka faaliyetlere zamanınız olacak.
Robin Sharma, Sen Ölünce Kim Ağlar, s.
108-109
SIHHAT VE HASET
Vücudun sıhhati hasedin azlığındandır.
Hz. Ali
İYİ İŞ ÇIKARMAK
İyi yapılmış bir işin ödülü, onu yapmış olmaktır.
Ralph Waldo Emerson
NEFES
Bir mendil çıkardım kutlu eşikte;
Yaktım nefesimle tutuşturarak…
Ses, dedi: mendilden ne istiyorsun;
Şayet yakacaksan, benliğini yak!”
Arif Nihat Asya
GİZLİ YETENEKLER
Aramızdaki en zayıf insanın bile bir yeteneği vardır. Ancak önemsiz görüntüsünün altında o bunu anlamaz. Oysaki bu yeteneği hakkıyla kullandığında bütün nesline yetebilecektir.
John Ruskin
TÜRKİYE TÜRKÇESİNDEN ATASÖZLERİ
Aç tokun yüzüne bakmakla karnı doymaz.
Doludan ıslanan yağmurdan korkmaz.
Kurcalama sivilceyi, çıban edersin.
Tarlanın iyisi suya yakın, daha iyisi eve yakın.
Yontulmuş taş her yere yakışır.
Yürek açılmadan el açılmaz.
DUA
Allah’ım ayaklarımızı sabit kıl, kalbimizi şaşırtma. Dilimize senin razı olduğun sözleri söylet ve ruhumuzu saflaştır, arındır.
GÜLMEDEN GÜLMEYE...
Nar alıyorsan, gülen, “çatlak” narı al ki, onun gülmesi sana, tanesi olduğunu haber versin. O ne mübarek bir gülmedir ki, can kutusundaki inci gibi ağızdan gönlü gösterir. Mübarek olmayan gülme, lânetin gülmesidir. Ağzını açınca, kalbinin karanlığını gösterir.
Mevlânâ
GELECEĞE CÖMERTLİK
Geleceğe ait gerçek bir cömertlik, elinizdeki bütün imkânları yaşadığınız ana hasretmektir.
Albert Camus
GÜNLER
Günler, uzaklardan sanki bir arkadaş tarafından dâvet edilmiş gibi sessiz sedasız gelir, ama hiçbir şey söylemezler. Ve eğer getirdiği armağanları kullanmazsak, onları sessizce alır götürürler.
MUHASEBE
İnsanoğlunun bütün mutsuzluğu, tek başına sessizce bir odada oturamamaktan kaynaklanır.
Louis Pascal
CAHİLLİK VE SUSMAK
Cahil insanın susması gerekir; zaten sussaydı cahil olmazdı.
Sadî
MUTLULUK
Mutluluk haklı ve haksızı birbirinden ayırt etmekle mümkün olur.
İbn-i Sîna
UTANMAK
Utanıyorum, o halde varım!
Erol Akyavaş
KİTAPLAR
Bir zamanlar dünya kitaplar üzerinde rol oynuyordu, şimdi kitaplar dünya üzerinde rol oynuyor.
Joubert
EN PAHALI HARCAMA
Zaman öldürmek en pahalı bir harcamadır.
Balzac
KÖTÜMSERLİK
Hiçbir kötümser kişi, yıldızların sırrını keşfedememiş, ıssız topraklara yolculuk yapamamış, insan ruhuna yeni bir dünyanın yollarını açamamıştır.
Helen Keller
BORÇ ÖDEMEK
Kimse minnettarlıkla borcunu ödeyemez. Borç ancak başka bir hayata katılan şefkatle ödenebilir.
Anne Morrow Lindbergh
HAYAT YOLU
Hayat yolunda ilerlerken gülleri koklamalısınız. Çünkü sadece bir tur oynama hakkınız vardır.
Golfçü Ben Hogan
DÜŞÜNMEYİ UNUTMAK
Benvolio: “Sen beni dinle, onu düşünme, unutuver!”
Romeo: “Düşünmeyi unutmak: Bunun yolunu göster!
Shakespeare
RUH VE GÖZ
Ruh, gözün penceresinden dünyanın güzelliğini görür. Tabiatta küçük bir manzaranın bütün Kâinatın gürültüsünü içerdiğine kim inanabilir?
Leonardo da Vinci
BAĞIŞLAMAK VE MENEKŞE
Bağışlamak, menekşelerin onu ezen topuklarda bıraktığı hoş kokudur.
Mark Twain
SELİM GÜNDÜZALP
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------- |
ŞÜKÜR |
Allâh’ım! Farkında olmadığımız nice güzelliklerle, nice ni’metlerle etrâfımızı kuşatmışsın! Neden, memnûn olmak için hep ulaşılması güç hayâllerin gerçekleşmesini bekleriz?
Ocak ayında bahardan kalma bir güneş, gri-mâvi gökyüzü, pencereden görünen yeşil çamlar ne güzel! Ilık odada, minderin üstünde kıvrılmış yatan tekir kedinin dost, mûnis görünüşü ne güzel! Kelimeleri yarım yarım telâffuz ederek, köşede kendi kendine oynayan küçük çocuğun şefkat celbeden hâli ne güzel! Radyodan hafifçe yayılan, bir minik kuşun sıçraya sıçraya dolaşmasını yâhut bir fıskiyeden havuza dökülen damlacıkları andıran, ecdâdımızın mûsıkî zevkinin muhassalı sayılabilecek kanûn taksîmi ne güzel! Kendine has tâze kokusuyla genzi gıcıklayan, tertemiz bardaktaki yâkûtî rengiyle gözü okşayan, buruk tadıyla dili tatmîn eden, sıcaklığıyla içi ısıtan içtiğimiz meşrû ve helâl çay ne güzel! Kulaklarımızın alışık olduğu sesiyle, samîmî ve tanıdık tavırlarıyla karşımızda konuşan; güler yüzlü, yanında rahatlık duyulan dost, kardeş, eş, evlât, akrabâ.. hülâsa insan ne güzel! Hepsinden öte, uyku esnâsında şuurda âniden hâsıl oluveren berraklık ve uyanıklığa benzer bir şekilde, bütün bunların belki ufak ufak ama devamlı, parça parça ama her zaman içinde bulunduğumuz ni’metlerden olduğunun idrâkine erivermek ne güzel! O lâhza, cennet-misâl bir saâdeti tadıvermek; tepeden tırnağa, âdetâ bütün zerreleriyle yaşadığını, hayâtın lezzetini, Cenâb-ı Hakk’ın sayılmaz ni’metlerini fark edivermek ne güzel!..
Cisim îtibâriyle, varlık îtibâriyle dünyâya, maddî âleme bağlılığımız devâm ederken; biz, mânâ âleminde rûhumuzla, aklımızla, kalbimizle, hayâlimizle yaşıyoruz. Bilinen ve anlaşılan odur ki, saâdetimiz bu ikinci âleme olan bağımızın kuvveti nispetinde artıyor. Dünyâda tanınan bütün mes’ud insanların maddeyi bir tarafa ittikleri, varlığa kıymet vermedikleri görülüyor. Ve aksine bütün maddî imkânlarıyla mutluluk arayanların ise hep bedbaht, dâimâ dertli olduklarına şâhit oluyoruz.
Ey, içimdeki saâdet arayan duygu! Aslında, âit olduğun lâhûtî âlemlerdeki saâdeti bu kararsız, geçici dünyâda bulabileceğini mi sanıyorsun? Yoksa, fıtraten o âlemlere uygun yaratıldığının ispâtı olan şu hâlinle, bu hizmet ve imtihan meydanında gerçek saâdetin olmadığını bilmezlikten mi geliyorsun?
Ey, maddî bedenimden cennetlere uzanan el! Cennet ni’metlerinin dünyâda ancak hayâli olduğunu hâlâ anlamayacak mısın? Nasıl ki, oradaki ni’metler dünyâdakilere yalnız ismen benzer ve alışılmış olduğundan o şekliyle bulunurlar... Onlar öyle saâdetlerdir ki, senden en uzak mesâfelere gidebilen hayâlin dahî onlara aslâ ulaşamaz! Tadınca anlarsın, tadınca anlarsın...
Ey açgözlü, ey doymak bilmez! İmtihan sona erinceye kadar, daha iyileriyle taltîf edilene kadar bunlarla iktifâ et! Bu kırıntıları, bu ufak lokmaları tat; iştihan açılsın! O büyük ikrâma, o emsâlsiz ihsâna kavuşmak için çalış, çabala!
Sabah, gözünü açıp da yaşadığını anladığın an, şükret! Rahatça nefes alabildiğin, düşünebildiğin için şükret! Rahatsızsan, sağlıklı zamanların için; açsan, tok olduğun anlar için şükret! Neye mâliksen hâtırla şükret! Neyin yoksa, bunların sende olanlara nispetle ne derece ehemmiyetsiz, kıymetsiz, lüzumsuz olduklarını düşün, şükret! Şükredebilecek îmâna sâhip olduğun için şükret!
Bilmediğin pek çok âlemleri, sırrını çözemediğin pek çok varlıkları âdetâ senin için yaratan; seni bilen, duyan, gören, ihtiyaçlarını karşılayan.. yüce Allâh’ın, varlığını sana duyurmuş, bildirmiş olması sebebiyle şükret! Kâinâtın var oluş sebebi, sultanların sultanı, incilerin incisi, canların canı olan Habîbullâh’a (asm) tâbî olduğun için şükret!..
EKREM KILIÇ [email protected] -------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------- |
Buhran |
Ancak O’nun kudretiyle, iradesiyle her müşkül hallolur ve kapalı kapılar açılır ve O’nun zikriyle kalpler mutmain olurlar”
(Bediüzzaman,Mesnevîi Nuriye, s. 51)
Rabbim…
Bugün yine hüzün kapladı içimi. Beynimden geçirdiğim bin bir türlü şeylerden duyduğum rûhî sıkıntıdan kurtulmak için geldim Sana. Beni gafletten kurtar. Dostum ol benim. Sırdaşım ol. Sıkıntılarıma çare ol Zât-ı Kadîr-i Alîm.
Kendimi bir boşlukta hissediyorum yine. Doldurmaya başladığım zaman hayatımı, onu tekrar boşaltıyorum. Yine hicranlarda boğuluyorum. Yine yalnızlık hissi duyuyor, kendimi soyutluyorum hayat için uğraştan. Ahiret yurdu, dünya misafirhanesi… Kendim bağlıyorum elimi, kolumu. Sonra bir mu'cize bekliyorum tâ ki beni kurtarsın.
Geçmişiyle yaşayan oldum. İyisiyle, mutlu günleriyle, hatalarıyla, hüzünlü günleriyle. Geleceğimin kaygısını yapsam da ona sarf edecek enerjim olmayarak…
Oysa ki biliyorum yaşanılan zamanın o an olduğunu. Geçmişin geride kaldığını, geleceğin henüz gelmediğini. Peki, bildiğim halde niye hayatıma yansıtamıyorum. Yoksa ‘ileri görüşlü olmak, tarihten ders çıkarmak’ bunlar mı beni bu hâle sokan.
Ahh! Dünya hayatı! İçinde çok şeyleri barındırıyorsun. Rabbimin indirdiği Kur’ân olmasa! Seni nasıl okurdum? Peygamberim (asm) olmasa seni nasıl yaşardım?
Ahh! Nefsim ve şeytan! Siz değil misiniz ki beni benden alan, özümden uzaklaştıran…..
Ya hazâin-i rahmet sahibi; Hâlık-ı Rahmanirrahîm! Öyle bir acz ile itimat ediyorum ki Sana, bana nokta-i istinat, cihet-i istimdat ol.
Velhasıl-ı kelâm; çirkin ve keder vereni bırak, güzel ve huzur verene bak.
İBRAHİM KURT [email protected] |
Akıp giden zaman |
Zaman, bir ırmak gibi akar ve gider. Giderken içerisinde güzel ve kötü her şeyi içine alıp, çok uzaklara götürür. Hayatımız da bu şekildedir aslında; yaptığımız her hareket güzel veya güzel olmasın arkasını döner ve çok uzaklara gider. Tâ ki bir gün karşımıza çıkana dek… Akarsular getirdiği toprak parçalarıyla küçük kara parçaları oluşturur. Hayatımızda da yaptığımız güzel ve kötü fiiller birleşip; kendi kara parçamızı oluşturur. Aslında hepimizin bir kara parçası vardır. Bu ahiretteki yerimizi de belirler. Büyük olan toprağımız bizim ebedî hayat yerimiz olur…
Su, hayatımız için her zaman temel bir ihtiyaçtır. Bir insan susuz çok fazla yaşayamaz. Ama içilen su da çok önemlidir. Meselâ kimse pis ve kokulu bir suyu içmez. Daha çok ondan kaçar. Kendisine yeni kaynaklar arar.
Zaman da böyledir. Her an kısalan bir zamanda iyi işler yapmaya çalışıp, kötü işlerden uzak durmaya gayret ederiz. Kendimizi sürekli geliştirmek ve faydalı olabilmek için yeni kaynaklar ararız…
Suyu sadece içmek için değil, birçok işimizde kullanırız. Zira, su temizliktir, saflıktır. Temel ihtiyacımızı bir değil, birçok şekilde ondan karşılarız. Kısacası susuz bir hayat olmaz.
Zaman da bu şekildedir. Yemek, uyumak, günlük ibadetlerimizi bir kenara ayırırsak elimizde boş uzun bir zaman kalıyor. Bu zamanı değerlendirmek bize kalmış. Çoğu kişi, bu boş zamanı televizyon karşısında öldürüyor. Geriye dönüp bakıldığında ise, boş bir hareket olarak kalıyor.
Kısa ömrümüzün hızlı geçen zamanını iyi değerlendirmek Sözler’de şu şekilde bahsedilmiştir: “Kayyum-u Baki olan Zat-ı Zülcelâl verilen ve O’nun yolunda sarf edilen şu ömr-ü zail, bakiye inkılâb eder. Baki meyveler verir. O vakit, ömür dakikaları, adeta tohumlar, çekirdekler hükmünde, zahiren fena bulur, çürür. Fakat âlem-i bekada saadet çiçekleri açarlar ve sünbüllenirler. Ve âlem-i berzahta ziyadar, munis birer manzara olurlar.”
Yaratılan her şeyin özellikleri aslında bizde gizli kalmış bir biçimde durmaktadır. Önemli olan bu özelliklerimizi keşfetmektir. Faydalı olabilmek her zaman en güzel iştir…
Bu aralar hep boş duranlar sürekli “canım çok sıkılıyor” diyorlar. Düşünseler ki giden zamanı bir kere daha bulamayabilirler. O zaman niye o sıkıcı zamanı iyi işlere harcamaya çalışmıyorlar? Aslında hep “sıkıldım” diyerek kendilerini bir girdabın içine alıyorlar. Çünkü kendimizi bir şeye odaklarsak o olur. Aslında “sıkılmıyor” diyerek kendimizi inandırıp, giden zamanı iyi değerlendirmekte yine bizim elimizdedir. Çok güzel bir söz vardır: “Çaresizseniz çare sizsiniz!”
Suyu plastik bir şişeye koyup belirli bir zaman beklettiğimizde plastiğin kokusu suya siner ve içilmez bir hale gelir. Tüketildiği zaman faydadan çok zarara sebep olur. Ama cam bir şişe içerisine koyarsak bozulmaz. Yani önemli olan onun kabıdır. Biz de zamanımızı manevî bir cam şişe içerisinde geçirmeliyiz…
Allah (cc), bizim için bir günde yirmi dört saat gibi çok uzun bir zaman vermiş. Sadece bir saatini ibadetlerimiz için sarf edersek yirmi üç saat gibi çok uzun bir zamanımız kalıyor. Bu zamanın belirli bir kısmını yemek, uyumak ile geçiriyoruz, ama elimizde yine de uzun bir zamanımız oluyor. Bu zamanı boş geçirmemek duasıyla.
İhtişamlı ve büyük olan toprak parçamız iyi işlerle dolu olsun…
MERVE İRİYARI |
Nerdesin |
Manevî şehid olan Mehmet Karadal
Ağabeyin aziz ruhuna
Bizi bıraktın burada
Yoksa biz mi daha gelmedik seninle.
Oysa daha düne kadar beraberdik
Niçin demeyeceğim.
Ölümdü hayat için
Mevt de mahlûktu her mahlûk için,
Sen ise İnşallah bizden
Daha hayırlılarla bir mekânda
Beraber okumuştuk.
Bugün sensiz bu dünyada
Saadet yerinde
Ey ağabeyim!
Ey arkadaşım!
Ey dünya ve ahret kardeşim!
Sevgili Mehmet Ağabeyim
Allahaısmarladık
Selâm söyle kutlu dostlara.
ARAFAT DENİZ |
27.02.2010 |