Elif Eki |
|
‘BEN BİR CANIM AMMAA!’ |
İSLÂM YAŞAR “Ben bir canım ammaa, Yüz bin bedenim var. Can da nedir, beden de ne? İkisi de benim herhalde, Fakat bütün bunların içinde, Gerçekten ben olan Bir tanesini bile göremedim ben.”
Mevlâna, bu mısralarla anlatmış kendini. Aslında anlattığı kendi zatından, şahsından ziyade etrafında toplanan, sesine kulak veren, sözünü dinleyen ve bedenen de, ruhen de ona benzemeye çalışan insanların gerçek hâlleridir. O ise, birbirini tamamlayan candan ve tenden meydana gelmesine, ikisinin de kendisi olduğunu bilmesine, o şekilde görüp görünmesine rağmen canda da değildir, tende de. Bu zahiri eşkalin ve etvarın ötesinde, ‘gerçek can ve ben’ dediği bambaşka bir hâldedir. O zaman Mevlâna’yı örnek alan, onun yaptığını yapıp giydiği gibi giyinerek her hâli ile ona benzemeye çalışan insanlar, bu şiiri okuyunca elbette kendilerini ‘o gerçek ben’e benzeten hayatî dersler çıkarmışlardır. Lâkin Mevlâna’nın, ‘Bütün bunların içinde gerçekten ben olan bir tanesini bile görmedim’ hitabının muhatabı, yalnız o hayattayken etrafında toplanan aile efradı ve müridânı değil, sonraki asırlarda da kendisini onun muhibbânı olarak görüp gösteren bütün insanlardır. Mevlâna’nın vefatından bu güne kadar onu anma adına yapılan hareketlere, söylenen sözlere bakınca, ona yakın olduğunu zanneden insanların ‘o gerçek ben’den ne kadar uzak oldukları çok daha iyi anlaşılır.
*** “Öldüğüm gün tabutum götürülürken, Bende bu dünya derdi var sanma. Batmayı gördün değil mi? Doğmayı da seyret, Güneşle aya gurubdan hiç ziyan gelir mi? Yere hangi tohum ekildi de bitmedi? İnsanın tohumu bitmeyecek diye şüpheleniyor musun? Toprağa konulduğumu sanıyorsun değil mi? Benim ayağımın altında bu yedi gök vardır.”
Mevlâna Celâleddin Rûmi, 17 Aralık 1273 tarihinde, mânevî kimliğinin bazı özelliklerini ihtiva eden bu mısralarla veda etmişti dünyaya. İnsanların kendisini o cihetiyle anlamalarını çok istediği için ölümünü bile ders vesilesi yapmış ve vefat ettiği zaman mâneviyat âleminde yaşayacağı bazı hâlleri nazara vererek ölümün soğuk yüzünün gerisindeki sıcaklığı hissettirmeye çalışmıştı. ‘Cennet topluluğunun perdesi’ olarak vasıflandırdığı mezarı batmak şeklinde telâkki edenlere, orasının aynı zamanda bir doğuş yeri olduğunu hatırlatmış ve ‘doğmayı da seyretmelerini’ sağlamaya çalışmıştı. Bunun yanı sıra, toprağın kendine verilen tohumu kat kat fazlasıyla iade ettiği gerçeğini hatırlatarak kendi bedeninin de tohum gibi toprağa düştüğü anda ruhunun yedi kat göklere yükseleceğini hatırlatmıştı. Mevlâna bu gibi ifadelerle, dünyada iken kendisinin ne şekilde yaşadığını bilen ve örnek alan insanlara, öldüklerinde yaşayacakları mânevî hayat merhalelerini söyleyerek sesine kulak verenlerin kendilerini ahirete hazırlayabilmeleri için sağlam bir zemin izhar etmişti. Bu zemini ilk şekillendiren insan, oğlu Sultan Veled oldu. Babasının vefatından sonra yerini dolduracak bir kişi olmadığından, hem onun etrafında toplanan insanların dağılmaması, hem de gelecek nesillerin istifade etmesi için onun hayat tarzını sistemli bir hâle getirmek istedi. Sultan Veled’in derleyip toparladığı yaşayış şekillerini ve irşad usullerini esas alan Ulu Ârif Çelebi, onlara dedesinin efkâr-ı âmmede bıraktığı cezbe ve heyecan unsurlarını da katarak bir tarikat kurdu. Konya’yı, dedesinin, isminden daha çok iştihar eder sıfatına izafeten Mevlevîlik adını verdiği tarikatın merkezi ittihaz etti. Tarikatın şeyh kadrosunun zamanla hânedan mensuplarının dışına çıkmaması için de Çelebi unvanını verdiği post-nişînlik makamının babadan oğula geçmesini tarikatın temel esaslarından biri hâline getirdi. Bir tarikatın sadece kurallarla, kaidelerle yaşayamayacağını düşünen Ârif Çelebi, Mevlevîliğin mânevî bir cazibe merkezi hâline gelmesi için kendine has âdâb, erkân, töre, cezbe, aşk, edep, terbiye, sema gibi manevî mertebeler hâlinde birbirini takip ederek tekâmülü tamamlayan âyinler ihdas etti. Ona göre, hissin aklı aşmasının, gönlün iradeye yön vermesinin tezahürü olan cezbe sayesinde harekete geçen sevme hissi zaman içinde olgunlaşarak aşk hâlini alırdı. Başlangıçta dünyadaki fani güzellere ve mecazi güzelliklere hasredilen bu sevme hissi, zaman içinde edep, haya gibi hasletlerle terbiye edilerek hakiki aşk mertebesine ulaştırılırdı. Kâinatta tecelli eden ve Marifetullahın tezahürü olan güzelliklere bu nazarla bakarak Muhabbetullah mertebesine ulaşan ruh, mânen tatmin olarak coşkuyla harekete geçince bedeni de kontrol altına alırdı. Önceleri, duyulan herhangi bir âhenk unsuru vesilesiyle, sonraları ise ney, rebab, def, zurna, nekkâre, başarat gibi çalgılarla icra edilen fasılların tahrikiyle harekete geçer ve sema başlardı. ‘İşitmek, dinlemek’ gibi mânâların yanında, gökyüzünü ve gezegenlerin hareketlerini de tedai ettiren sema, tekâmülün zirvesini teşkil ettiğinden, durulması, çıkılmasından çok daha zor olan bir mertebe idi. Diğer mertebelerden herhangi biri eksik bırakıldığı veya lâyıkı veçhile yaşanmadığı takdirde tekâmül silsilesi bozulacağı için ruh ile beden arasındaki insicam kaybolur ve sema yapılsa bile tekâmül gerçekleşmezdi.
“Sema, âşıklarının canının rahat ettiği hâldir. Bunu ancak, canın canı kendisinde olan bilir.”
Sema hareketini bu şekilde tarif eden Mevlâna da onun zorluğuna dikkat çekmiş ve semayı ancak o işin ehli olan insanların yapmalarını tavsiye etmiş, o ahvâle âşinâ olmayanların semadan uzak durmaları gerektiğini hatırlatmıştı. Zaten, Mevlâna’dan çok daha önceleri müritleri ile birlikte sema eden Ruzbihan Baki’nin “Sema bütün ruhların madde yükünden kurtulup rahatlamasıdır. Sema insanın yeteneklerini heyecanlandıran gönül sırlarının uyandırıcısıdır. Yükselmemiş insan için sema fitnedir. Yükselmiş insan için ise ibadet... Maddesi ile canlı, gönlü ile ölü olanların sema dinlememeleri gerekir. Çünkü bu tehlikeli sonuçlar doğurur. Semada yüz bin haz vardır. Ve bu hazların her biri ile yüz bin yıllık marifet yolu aşılır ki bu hiçbir bilgi ve şeklî ibadetle nasip olmaz. Sema aşıklara uygun, sıradan insanlara haramdır”(1) sözleri ile de ifade ettiği gibi ruhen tekâmül etmemiş insanların sema yapmaları doğru değildi. Sema hareketinde tecelli eden mânevî sırlara vakıf olmayan insanlar, sema yapmaya, yaptırmaya veya dinlemeye kalktıkları takdirde kendileri de, onları dinleyip seyredenler de zarar görür. Zîra, usulüne uygun olarak yapılmayan bir sema, yapanların ruhuna rahatlık vermeyeceği gibi öyle müstesna bir hareketin, meselenin mahiyetini bilmeyen insanlar tarafından yanlış anlaşılmasına sebep olabilirdi. Mevlevîlik, tarihi fonksiyonunu icra ettiği ve semanın âdâbına uygun olarak yapıldığı zamanlarda Anadolu ve Rumeli başta olmak üzere Suriye, Arabistan, Irak, Mısır gibi pek çok ülkeye yayılan yüzden fazla mevlevîhânede faaliyet gösterdi ve ferde de, cemiyete de büyük faydalar sağladı. Mensuplarının ve müdavimlerinin ekseriyetle havassa mensup insanlardan meydana gelmesi ve bazı padişahlar tarafından himaye edilmesi, zamanla bu tarikatı ahâli nezdinde de muteber bir hâle getirdi. Genellikle toplu ibadetlerin, zikirlerin ve sema hareketlerinin yapıldığı mevlevîhânelerin yanı sıra, münhasıran Mesnevi’nin okunduğu ve üzerinde müzakerelerin yapıldığı bir o kadar da mesnevîhâne açıldı. Oralarda yapılan sema hareketleri ve mesnevi sohbetleri çeşitli musıki fasılları ve sanat faaliyetleri ile takviye edildiği için, mevlevîhâneler birer sanat mektebi fonksiyonunu da icra etti. Bu sayede, resmen faaliyet gösterdiği altı asra yakın zaman içinde musıki, hat, edebiyat, resim, raks ve benzeri sanat dallarının gelişmesine ve pek çok şairin, bestekârın, sanatkârın yetişmesine de vesile oldu. Ne var ki, o kadar geniş bir sahaya yayılan ve milyonlarca mensubu olan bir hareketi kontrol altında tutmak pek mümkün olmadığından, bu artış bazı dahilî sıkıntıları da beraberinde getirdi. Küçüklü, büyüklü bütün içtimaî hareketlerde olduğu gibi Mevlevî tarikatına da zaman içinde bazı yanlış alışkanlıklara müptela insanlar girdi. Maksatları nefsini ıslah etmek olan bu insanlar, çeşitli sebeplerle onu başaramayınca, tarikata zarar vermemek için oradan ayrılmak yerine kendilerini kamufle etme cihetine gittiler. Öyle insanların tarikat içinde temayüz etmeleri ve ehil olmadıkları hâlde sema yapmaya kalkmaları neticesinde; Mevlevîlik, Mevlâna’nın mezkûr hitabını teyit edercesine aslî değerlerinden uzaklaşmaya başladı. Mevlâna da, babası Sultanü'l-Ulema Bahâeddin Veled gibi devlet adamlarının davetlerine gitmeyip hediyelerini almamasına rağmen Mevlevîler hep devlete dayandılar. Aralarında pek çok devlet adamı olduğu için zuhur eden zaaflara zamanında müdahale edilemedi ve bu hâl asırlarca artarak devam etti. Buna rağmen Mevlevîler vatan, millet sevgisini ve devlete bağlılığı her şeyin üstünde tuttular. Osmanlı Devleti Balkan Harbi’ne ve Birinci Dünya harbine girince, bazı post-nişînler müritlerinden müteşekkil Mevlevî Alayları kurdular ve aralarına katılan Kadirî Bölüğü ile birlikte Halep cephesine gittiler. Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu’da başlayan kurtuluş hareketlerini desteklediler, çeşitli illerde düşman işgallerini tel'in mitingleri tertip ettiler. Büyük Millet Meclisi kurulunca, Niğde şubesinin dışındaki mevlevîhâneler, müritlerinden topladıkları yardımları Ankara’ya göndererek nakdi, maddî ve manevî katkıda bulundular. Cumhuriyetin ilanından sonra da devlet adamları ile yakın münasebetler kurmaya devam eden Mevlevî post-nişînler, bu ilişkileri bozmamak için dinî değerleri hedef alan inkılap hareketlerine bile destek verdiler. Mesela Büyük Millet Meclisinde halifeliğin kaldırılması kararının alınması üzerine son post-nişînlerden Abdülhalim Çelebi, Mustafa Kemal’e telgraf çekerek bu başarısından dolayı kutladı. Mevlevîliğin önde gelen isimlerinden biri olan post-nişîn Veled Çelebi de Şapka İnkılabını destekledi. Bu tavrını da herkesin huzurunda başındaki Mevlevî sikkesini çıkarıp Mustafa Kemal’in hediye ettiği şapkayı giyerek gösterdi.(2) Sadece o şahıslara münhasır kalmayan bu teşvik ve destekler, 2 Eylül 1925 tarihinde bakanlar kurulu kararı ile tekkelerin, zaviyelerin kapatılması üzerine diğer tekke, tarikat ve zaviyelerle birlikte Mevlevîlik de kaldırıldıktan sonra da devam etti. O sırada post-nişîn olan Abdülhalim Çelebi Mevlevîliğin tarihe karışmasına karşı çıkmadı, ama Mustafa Kemal’e müracaat ederek tarikata ait taşınır, taşınmaz mal varlıklarının korunmasını, post-nişînlerin mağdur edilmemelerini istedi. Bunun üzerine bizzat Mustafa Kemal’in emri ile Konya’daki Mevlevî Dergâhı müze hâline getirilerek varlığı korundu. Sadece oradaki post-nişînler değil, tarikatın taşradaki şeyhlerin çoğu da bazı devlet dairelerine memur olarak tayin edildi. Böylece asırlarca bazı insanlara manevî melce olan Mevlevilik resmen tarihe karıştı.
*** Artık sıra Mevlâna’daydı. Ortada Mesnevi ve Sema varken onu resmî bir kararla kapatamayacağını bilen resmî ideoloji, Mevlâna’yı unutturmaya çalışmak yerine isimden, resimden ve hareketten ibaret bir kültür malzemesi hâline getirmeyi tercih etti. Bu maksatla onu hümanist fikirler ileri süren bir filozof gibi göstermeye çalışırken, yüz binden fazla beyti ihtiva eden Mesnevî’yi, ‘Ne olursan ol, gel’ mısraına inhisar etti. Kâinatı ihata eden İlahî intizamın tezahürü olan sema hareketini de dinî muhtevalı folklorik bir kültür faaliyeti hâline getirdi. Hâlâ o muhteva içinde her yıl tekrarlanan anma hareketleri onu bîzar ediyor. Zîra Mevlâna, ‘gerçek can ve ben’ diye tarif ettiği hâllerin dışındaki her şeyden bîzar olduğunu söylüyor:
“Ben sağ olduğum müddetçe Kur’ân’ın kölesi, bendesiyim. Ben Muhammed Muhtar’ın (asm) yolunun tozuyum. Benim sözlerimden kim bundan başka mânâ çıkarırsa Ben onlardan da bîzarım, o sözlerden de bîzarım.”
Dipnotlar: 1- Nezih Uzel, s.101 2- Selâhaddin Yaşar, Mevlâna ve Bediüzzaman s.117 |
Güzel görmek çok iyi... Ama güzel görmenin yolu nedir? |
BİR MEKTUP Merhaba Saygıdeğer Hocam, Kitaplarınızı seri halde okuduktan sonra, ben de gerçekten kendimi buldum, yeni bir hayata yeniden başladım. Size ne kadar teşekkür etsem ve duâda bulunsam azdır. Size soracağım diğer konu da “Güzel görme” meselesi... Çevreyi, insanları, olayları güzel görme, iyi niyetle ele alma... Galiba bu benim en büyük problemim. Kâinatı, dünyayı, olayları ve insanı nasıl güzel görebilirim? Bunun yolu ve ölçüsü nedir? Tuba AKKAYA
TEKLİFLER Durgun, içine kapalı, olaylara hep karamsar yönde bakan bir öğrencim vardı. Onunla odamda bu bakış şeklinin sebebini konuşuyorduk. “Niçin,” dedim. “Hep kendini üzecek ve psikolojini bozacak şeyler arıyorsun? Dünyada her şey çirkin değil... Neden güzel yönlerini görmeye çalışmıyorsun?” “Alışık değilim” dedi. Evimizde annem babam bana hep hata yapan, olumsuz davranan ve olumsuz düşünen bir evlât gözüyle baktı. Horlandım, dövüldüm, adam yerine konmadım. Bu, benim bakışlarımı, algılamamı ve değerlendirmemi etkiledi. Olaylara iyi bakmamı gerektiren çok ciddî bir arkadaş grubum, yaşantım veya yaşadığım olay da olmadı. Bu yüzden, üzülmek, kin tutmak, eleştirmek, reddetmek ve gücenmek gibi duygular oluşturdu. Bu çok önemli bir tesbitti. Bir kişinin çevresine ve karşılaştığı olaylara bakış açısını belirleyen tabiî ki aldığı eğitimdir. Özellikle de aile ve ilköğretim okulundaki eğitimin şekli, insanın psikolojik dünyasında son derece belirleyici oluyor. Buna rağmen, bu türlü olumsuz bakış açımızı değiştirmek, daha olumlu bir şekle büründürme de bizim elimizde... Mevcudu beğenmemek bir sonuç değildir. Bir başlangıç, bir tesbittir. Mevcudu beğenmeyen insan, yalnızca beğenmemeye takılırsa, beğenmesi için bir gayreti olmaz. Halbuki beğenmediğimiz mevcudu, beğenecek hale nasıl getirebiliriz? Veya o beğenilmeyenden, beğenilen bir bakış açısı nasıl geliştirebiliriz? İşte işin püf noktası burasıdır. İnsan, çevresini gözlerken, olayları değerlendirirken, rahatsız edici bir yön gördüğünde “Acaba buna başka bir açıdan bakmak mümkün değil mi?” diye düşünmeli... Kışın soğuk odada, yüklü bir dersle başbaşasınız. Çalışa çalışa bittiniz, usandınız. “Öf be, yetti artık, dünyada her şey okuma değil ki, okumayan insanlar aç mı kalıyor?” deyip, o dersi yarım bırakmak bir yoldur. Ama nasıl bir yol, çıkmaz, üzücü, sonucu itibariyle olumsuz bir yoldur. Bu davranışı şu şekle dönüştürmek de mümkün: “Bu dersi başarmalıyım. Kendi kendime moral bozukluğu verip, pes etmemeliyim. Her başardığım ders beni çok iyi bir hayata götürecek. Eğer iyi bir hayat düşlüyorsun, sabırla bu günleri anlatmalıyım.” Böyle bir düşünceyle kendisine güzel bir program yapan bir kişi bu sıkıntıyı çok çabuk atlatacaktır. Olaylara bakış açısı insanın görüşlerini, direncini ve hedefini belirler. Her zorluğun bir kolaylığını, her çirkinin bir güzelliğini, her kötünün bir iyisini arayan insan mutlaka bulacaktır. Hayatı yaşanabilir hale getirmenin, onda haz ve lezzet almanın yolu, bakış açımıza bağlıdır. Zihinsel yaklaşımı iyi olan kişiler, her olayda başarılı oldukları gibi başkalarının başarılarına da katkıda bulunurlar. İyimserlik değerinin yüksekliği oranında başarı ve mutluluk artmaktadır. Olumsuz düşünce ve bakış açısı ise, beraberinde üzüntü ve hastalık getirecektir. Bazı insanlar başkaları tarafından söylenen her sözde, çevrelerinde cereyan eden her olayda gizli maksatlar bulmaya çalışırlar. Üzüntü verici, rahatsız edici olaylar üzerinde gereğinden fazla dururlar. Acı haberleri abartır, iyi haberlerinse neredeyse hiç üzerinde durmazlar. Her günün kaybolup gittiğini, yarının dünden kötü olacağını savunmayı alışkanlık haline getirirler. Geleceklerini karamsar tahminlerle peşinen zehirlediklerinin farkında bile olmazlar. İyimser düşünmek, gelecek hakkında ümitli olmak hayatı kolaylaştırır. Kendinden hoşnut olan insan, âlemi bütün çelişkileriyle kucaklar. Karamsar insanlar ise çevrelerinde sürekli huzursuzluk kaynağıdırlar. Geçimsiz, kötümser ve tutarsızdırlar. Esasen olumsuz düşünce, geçmişte karşılaşılan hayal kırıklıklarının ve üzücü olayların neticesidir. Olumlu düşünce, her türlü felâketi ve acıyı mutluluğa dönüştürecek bir dinamizm ve tekniktir. Bütün insanların içinde hayatı zenginleştirmek için yeterli psikolojik kaynaklar mevcuttur. İnsan bünyesindeki güçlü duygular bu kaynakları uyandırabilir. Unutmamak gerekir ki, herkes kendisi için çizdiği sınırların içinde kalmaya mahkûmdur. Büyümek ve ilerlemek isteyen kişi sınırların dışına çıkmak zorundadır. Herhangi bir dersten başarılı olacağına inanmayan bir öğrenci o dersi öğrenemez. O kendini kilitlemiş ve “başaramayacağım” düşüncesine mahkûm olmuştur. Hayata atıldıklarında başarısız olacaklarına inanan insanlar, gerçekten de başarısız olurlar. Olumlu düşüncenin insan sağlığı üzerinde büyük etkisi vardır. Günümüz dünyasında tıp bilimi, düşünce ve duyguların olumlu veya olumsuz olmasının insan sağlığı üzerinde büyük etkisi olduğunu kabul etmektedir. Düşünce ve duygular ise insanın manevî hayatıyla ilgilidir. Bu bakımdan sağlıklı ve mutlu olabilmek için modern tıp bilimiyle manevî hayat bilimlerinin beraber çalışması gerekir. İç dünyaları korku, kızgınlık, öfke, suçluluk ve aşağılık duygularıyla dolu insanların sağlıklı olmaları da mümkün değildir.
Güzel görmeyi nasıl başarabiliriz? Aynı eğitim mekânını, aynı sınıfları ve aynı koridorları paylaştığımız bir arkadaşım, her güne yeni problemler, can sıkıcı olaylar ve üzücü haberlerle gelirdi. Ona göre, dünyanın kazığı kopmuş, bütün insanlar menfaatperest, dost diye kimse kalmamış, dostluk ve arkadaşlık bitmişti. Adeta her şey kendisine düşmandı, hiçbir iyi şey kalmamıştı. Bu arkadaşımın bu tavırları yüzünden kimse onunla karşılaşıp, konuşmak istemedi. Çünkü en iyi şeyi bile, en kötü olarak gösterme çabası içindeydi. Bir diğer arkadaşım ise, çevresine olumlu elektrikler saçar, düşüncelerindeki yapıcılık, iyimser bakış açısı insanları rahatlatırdı. Bu kıymetli arkadaşımın hem iç dünyası huzurla dolu olur, hem de çevresine huzur aşılardı. Bu güzel bakış açısını öğrencilerime kazandırmak için, onların gözlemlerini ve nazarlarını farklı yönlere ve bazı ayrıntılara çekmek açısından sorardım. Acaba kendinizin, varlığınızın, çevrenizin ne kadar farkındasınız? Her gün yol boyunca gelip gittiğiniz yerlerdeki ayrıntı ne kadar ilginizi çekiyor. Her mevsimde tazelenen ağaçları ne kadar izliyorsunuz? Baharla birlikte yeniden doğuşu simgeleyen tomurcukları, taze, yeşil otları, binbir desen taşıyan kır çiçeklerini görebiliyor musunuz? Baharın en acelecisi olan badem ağacının çiçekleriyle erik, elma ya da kiraz çiçeklerinin arasındaki farkı gözlemlediniz mi? Ya şeftalininkini? Onun çiçeklerinin çok tatlı bir pembe olduğunu biliyor musunuz? Bahar yağmurlarından sonra toprak mis gibi kokar. Hiç toprak kokusunu içinize çektiniz mi? Hiç yattığınız yerden, özellikle de baharlarda şekilden şekle girerek gökyüzünde yol alan bulutları izlediniz mi? Her mevsimin kendine özgü bir ışığı olduğunun farkında mısınız? Yaz ışıkları denizin, dağların, ağaçların üstüne en parlak biçimde enerjisini gönderirken, sonbahar hüzmeleri daha bir puslu, daha bir mayhoştur sanki. İlkbaharın ışıklarındaysa bir tazelik, bir gençlik ve belki garip gelecek ama bir kararsızlık vardır. Yağmurları bile kararsızdır baharın. Aniden bastırır, çılgınlar gibi yağar, birden durur ve güneş açar. Her gün karşılaşıp, görmediğimiz insanlar da var etrafımızda. Onları etkilemiş, zihnimizdeki küçük kutuların içine yerleştirmişizdir. O “öğretmen”dir, bu “anne”dir, “baba”dır; “köşedeki bakkal”dır, “apartman kapıcısı”dır. Onların da tıpkı bizim gibi dertleri ve sevinçleri olan, kimi gün keyifsiz, kimi gün şakacı birer insan, etiketlerin dışında birer insan olduklarının farkına bile varmayız. Çünkü onlara görmeden bakarız. Belli işler için onlara başvurulur. Oysa görerek bakabilsek, ne ilginç bulgular çıkacaktır ortaya. Annenizin o gün keyifsiz olduğunu görebilir ve ilgilenip sebebini sorarsınız, belki de en yakın arkadaşıyla atıştığını (tıpkı sizin de zaman zaman başınıza geldiği gibi) anlatıp, dert yanacaktır. Bu da size, kişi kaç yaşına gelirse gelsin insan ilişkilerinde sorunların bitmediğini öğretecektir. Annenizle karşılıklı dertleşmenin getirdiği yakınlık da cabası... Kafamızı ve gönlümüzü huzur veren düşüncelerle doldurmalıyız. İyiyi, güzeli, doğruyu görmek için bakmalıyız. Bedenimizin sağlıklı olması için her sabah nasıl spor yapıyor, banyo alıyor ve dişlerimizi fırçalıyorsak, zihnimizin huzurlu olması için de gayret etmeliyiz. Bunun için huzurlu ve özellikle yeşil bir alanda kendimizi dinleyip, zihnimizi huzur verici düşüncelerle doldurmalıyız. Meselâ çağlayan ve etrafında yeşil ağaçlar olan bir dereyi gözümüzün önüne getirelim. Bu canlandırmadan hemen sonra zihnimizde olumlu düşünceler oluşmaya başlar. Kâinatta güzellikler ve çirkinlikler iç içedir. Yaratıcı kullarını imtihan için bu düzeni böyle kurmuştur. Kötülükleri ve çirkinlikleri ne saymaya, ne de düşünmeye zamanımız yeter. Hem kötülük ve çirkinlik gibi görünen şeyler de, güzelliklerin ve iyiliklerin birer vesilesidir. Gül ağacının hemen dibindeki burun sızlatan gübre kokusu olmasaydı, kokusu ruhlara huzur ve sükûn veren güzel gül olur muydu acaba? Haşin fırtınalar, dondurucu soğuklar ve yağmurlar olmasaydı, o güzelim meyveler ve çiçekler varlık sahasına çıkabilirler miydi? Kâinatı yaratan, içini binlerce hikmetler ve akılları durduran bir düzen ve disiplinle bezeyen yüce Allah, insandan yaradılış sebebini bulmasını, binlerce nimetlerin, ikramların farkına varmasını ve sonunda ise teşekkür etmesini bekliyor. Bakış açısını bu ayrıntılara çeviremeyen insan, kalbi baksa da göremez. Göremeyince de hep elem ve keder içinde kalır.
HALİT ERTUĞRUL - [email protected] |
Savaş ve şehitlik |
Risâle–i Nur'dan
Sırp bir neferin Avusturya Veliahtına attığı bir tek gülle, eski (Birinci) Harb–i Umumîyi patlattırdı, otuz milyon nüfusun mahvına sebep oldu. Mektubat, Sayfa 457 *** (Birinci Harb–i Umumî'den) mükâfat–ı hâzıramız ise: Fâsık, günahkâr bir milletten, humsu olan dört milyonu velâyet derecesine çıkardı; gazilik, şehadetlik verdi. Müşterek hatâdan neşet eden müşterek musibet, mâzi günahını sildi. Sünûhat, Sayfa 63 *** (İkinci Harb–i Umumî'deki) o musibet–i semaviyeden ve beşerin zalim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felâketten vefat eden ve perişan olanlar, eğer on beş yaşına kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsun şehit hükmündedir... On beşinden yukarı olanlar, eğer masum ve mazlûm ise, mükâfâtı büyüktür, belki onu Cehennemden kurtarır. Kastamonu Lâhikası, Sayfa 63
Milyonlarca mâsum, zalimlerin bombaları altında can verdi
Risâle–i Nur'dan yaptığımız yukarıdaki iktibaslardan da anlaşıldığı gibi, Bediüzzaman Said Nursî, hem Birinci, hem de İkinci Dünya Harbinden söz etmiş ve bu savaşlar hakkında bazı değerlendirmelerde bulunmuştur. Ne var ki, onun bu iki savaş hakkında farklı yorum ve değerlendirmeleri, bazı kimseler tarafından kasdî şekilde birbirine karıştırılmaya çalışılmaktadır. Bu gibilerin maksadı, zihinleri bulandırarak Said Nursî'yi zan ve töhmet altında bulundurmak ve onun hakkında müsbet kanaatleri, fitnekâr propagandalarla bambaşka mecralara doğru yönlendirmek. Oysa, Üstad Bediüzzaman'ın söz konusu iki dünya harbi hakkındaki söz ve yazıları birbirinden farklı olduğu gibi, kendisinin durumu ve konumu dahi farklıdır. Bütün bu farklılıkları, iki ana madde halinde kısaca belirtmeye çalışalım...
Birincisi: 1914–18 yılları arasında yaşanan ve yaklaşık 30 milyon insanın hayatına mal olan Birinci Dünya Harbi esnasında, Said Nursî, 1916 yılı Mart'ına kadar Kafkas Cephesinde bilfiil harbin içindedir. Talebelerinden müteşekkil 90 kişilik has kuvveti ile sayıları 4500 olarak tahmin edilen milis kuvvetinin başındadır. Bir yandan saldırgan Ruslar ve Ermeni komitacılarıyla harbederken, bir yandan İşarâtül–İ'câz isimli tefsiri yazmaktadır. En son, Bitlis savunması esnasında yaralı halde Ruslar'a esir düştü. Bir buçuk yıllık zaman zarfında, talebelerinin çoğu şehit olmuştu. Mektubat isimli eserinin hemen başında, Ubeyd ismindeki yeğeni ve talebesinin Bitlis'te şehit düştüğünü ifade ediyor. Kezâ, Lem'alar isimli eserinde (26. Lem'â, 13. Ricâ) talebelerinden, dost ve ahbaplarından binlerce kişinin savaşta şehit olduğundan ve evlerinin Ermeniler tarafından yakılıp yıkılarak, özellikle Van şehrinin baştan başa harabezâra çevrildiğinden, derin bir üzüntü ve teessür ile söz ediyor. Van Kalesinin başında oturup bu manzarayı seyrederken de, çok ağladığını ve hiçbir hadisenin kendisini bu derece yandırmadığını ifade ediyor. Acaba, bunları eserlerinde anlatan ve talebelerinin çoğunun şehit olduğunu açıkça ifade eden bir harp gazisi, nasıl olur da aynı zaman zarfında Çanakkale Boğazına yüklenen düşman kuvvetlerine rahmet okur, ya da onların ölüleri hakkında "şehit" tâbirini kullanır? Hiç mümkün mü? Mümkün değil elbette. Ancak, fitnekârların da sınır tanımadığını ve münafıklığa bir sınırlama getirilemediğini de unutmamak lâzım.
İkincisi: Said Nursî, 1939–45 yılları arasında yaşanan İkinci Dünya Harbi esnasında ise, Kastamonu'da sürgün ve Denizli'de hapis hayatı yaşamaktadır. Aynı zamanda—kendi ifadesiyle—bu dönemde dünya ile alâkasını kesmiş durumdadır. Radyo dinlememekte ve gazeteleri takip etmemektedir. Kaldı ki, belki yüz milyon insanın hayatına mal olan bu savaşın içinde, Müslümanlar bulunmamaktadır. Savaşın şiddeti, Avrupa merkezli ve gayr–ı müslimlerin yaşadığı coğrafyada cereyan etmektedir. Acaba, içinde Müslümanların olmadığı ve saldırıların hedefinde İslâm ülkelerinin bulunmadığı bir savaş hakkında, Said Nursî, nasıl olur da "Vatanımıza saldıran ve insanlarımızı katleden gayr–ı müslimlerin ölülerine şehit" der? Hangi akılla, hangi mantıkla buna ihtimal verilebilir? Acaba, hiç olmamış, hiç vuku bulmamış bir hadise hakkında, bir insan çıkıp ne diyebilir ki? Hayalî senaryoların, münafıkane yönlendirmelerin, kasdî çarpıtmaların prim yaptığı ve safi zihinlerde menfî tesirler uyandırdığı bir ülkede, hakikati söylemenin, doğruları ifade etmenin ne derece zor olduğunu bilerek, biz de inandığımız yolda hiç tereddüt eseri dahi göstermeksizin yürümeye devam ediyoruz. Bunları ifade ettikten sonra, şimdi de gelelim Üstad Bediüzzaman'ın Birinci Harpte Müslümanların ödediği "bedel" ile İkinci Dünya Harbi esnasında, ölüm kusan, ortalığı bir anda harabeye çeviren dehşetli bombalar altında vefat eden "mazlûm İsevîler" hakkında söylediklerine bakalım.
Günahlara kefaret oldu Gerek Sünûhat ve gerekse Lemeat isimli eserlerinin sonunda, Müslümanların başına gelen harp felâketinin sebep ve sonuçlarını değerlendiren Üstad Bediüzzaman, Müslümanların biriken günahları ve ibadetteki ihmallerinin "kadere fetvâ" verdirdiği yorumunu yaptıktan sonra, ayrıca şu hatırlatmada bulunuyor: "Ceza, cins–i ameldir." Yani, burada namazın, zekâtın, orucun, haccın terki ya da ihmali sebebiyle, Cenâb–ı Hakk'ın bu milleti dört yıl müddetle cepheden cepheye koşturarak talim ettirdiği, açlık ve fakirlik çektirdiği ve bir kısmını da sömürge haline getirdiği hususları nazara veriliyor. Bu ağır bedeller ödendikten sonra gelen teselli ve mükâfat ise, aynen şu veciz ifadelerle dile getiriliyor: "Hadîs teselli verdi: "Bu millet–i günahkâr, kanıyla abdest aldı; fiilî bir tevbe etti. "Mükâfât–ı âcili: "Şu milletin humsu (beşte biri) dört milyonu çıkardı: Derece–i velâyet, mertebe–i şehâdet ile gàzilik verdi; günahı sildi." (Sözler, s. 656)
Savaşın ortasında kalan mâsumlar İkinci Dünya Harbinde, savaşmadığı halde kendini harp belâsının ortasında bulan, çaresizlik için can ve mal kaybına uğrayan mazlûm Hıristiyanlar ve özellikle "fetret gibi karanlıkta kalan İsevîler" hakkında ise, Bediüzzaman, Kastamonu Lâhikası isimli eserindeki bir mektupta, aynen şu ifadeleri kullanıyor: "Üç–dört aydır ki, dünyanın vaziyetinden ve harbinden hiçbir haberim yokken, Avrupa’da, Rusya’daki çoluk çocuğa acıyarak tahattur ettim. O mânevî ihtarın beyan ettiği taksimat, bu elîm şefkate bir merhem oldu. Şöyle ki: O musibet–i semaviyeden ve beşerin zalim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felâketten vefat eden ve perişan olanlar, eğer on beş yaşına kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsun şehit hükmündedir. Müslümanlar gibi büyük mükâfât–ı mânevîyeleri, o musibeti hiçe indirir. On beşinden yukarı olanlar, eğer masum ve mazlum ise, mükâfâtı büyüktür, belki onu Cehennemden kurtarır. "Çünkü âhirzamanda madem fetret derecesinde din ve din–i Muhammedîye (a.s.m.) bir lâkaytlık perdesi gelmiş. Ve madem ahirzamanda Hazret–i İsâ’nın (a.s.) din–i hakikîsi hükmedecek, İslâmiyetle omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret–i İsa’ya (a.s.) mensup Hıristiyanların mazlumları, çektikleri felâketler onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zayıflar, müstebit büyük zalimlerin cebir ve şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet onlar hakkında ...günahlara keffaret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır diye hakikatten haber aldım, Cenâb–ı Erhamürrâhîmine hadsiz şükrettim." (Age, s. 79) Demek ki neymiş? 1) Bu ifadeler, bizimle harbeden Hıristiyanlar için kullanılmamış. 2) Bu sözler, bütün Hıristiyanlar için de sarf edilmemiş. 3) Mektupta, özellikle on beş yaşından küçük çocuklarla Hz. İsa'ya mensup ihtiyarlar, musibetzedeler, fakir ve zayıflar, yani külliyen savaşta dahli bulunmayan mâsum ve mazlûm durumdaki sivil kesimden insanlar kast edilmiş. 4) Burada "savaşarak şehit olmak"tan falan değil; belki, savaş ortamında helâkete, felâkete, ağır musibete uğrayan mazlûm ve mâsum kişilerin "bir nevi şahâdet" mertebesinden, yahut mükâfatından söz edilmiş. Ayrıca, yaşanan zamanın özel şartları nazara verilmiş ve bilhassa âhirzamanın bu özel durumuyla alâkalı sahîh bir rivâyetin mânasıyla paralellik arz eden yorumlarda bulunulmuş. Şimdi bütün bunlar ortadayken, bir Müslüman tutup bu sözlerden niçin rahatsız olsun? Hâşâ, Cennette yer sıkıntısı mı çekilir? Dahası, bir kimse ortaya çıkıp âşikâr bir meseleyi neden rayından saptırma ihtiyacı duysun? Kime yaranmak ve hangi akla hizmet etmek için? Umulur ki, aklı başında olanlar, yaptıkları yanlıştan döner ve haksız yere başkasını karalama alışkanlığından vazgeçer. |
<< OKUDUKÇA >> |
SELİM GÜNDÜZALP - [email protected] ALİ ULVİ KURUCU’DAN HATIRALAR
Mühürcü Fehmi Efendi diye bir zât vardı. Mühürcü Fehmi Efendi, Konya’nın Karapınar ilçesinden Medine’ye hicret etmiş bir baba adamdı. Sabah namazı vaktinin yakın olduğunu “Allah” diyerek yürürken bastonunun çıkardığı seslerden anlardım. Elli sene zarfında bir vakit dahi cemaatten geri kaldığı olmamıştı. Ondan bir Asr-ı Saadet hatırası: Mescide koşarak gelen bir genci fark eden Peygamber Efendimiz (asm), sakin ve ağırbaşlı olarak gelmesini söyler. “Ya Resulullah, namaz başlayacak” deyince Efendimiz’in cevabı şu şekilde olur: “Madem sen evinden namaz için çıktın; sen yoldayken de namazdasın demektir.”
Bir Ömürden Sayfalar, s. 169-170, Sare Kurucu
ANA DUASI Anamın duâları üzerimde olmasa, Yıkılır sırtımı verdiğim duvar. Kopar, elime gelir tutunduğum dal Kapımı çalmaz bahar
Yavuz Bülent Bâkiler, “Anamın Namazları” şiirinden
MUHAMMED İKBAL’İN PEYGAMBERİMİZE HEDİYESİ
Muhammed İkbal, I. Dünya savaşı günlerinde Lahor’da, on binlerce kişinin katıldığı bir mitingte okuduğu şiirde, öldükten sonra Peygamberimizin (asm) huzuruna çıktığını, Hz. Peygamber’in, “Söyle bana ne armağan getirdin?” buyurduğunu, bunun üzerine şöyle dediğini dile getiriyordu: “Efendim, dünyada huzur ve rahat kalmadı. Gönlün arzu ettiği hayat ele geçmiyor. Varlık bahçelerinde binlerce gül, binlerce lâle var ama vefasızdır onlar; terk eder bizi renkleri ve kokuları. Bunların yerine bir şey getirdim size, cennette bile benzeri olmayan bir şey; bir şişe kan. Bu senin ümmetinin namusudur, şerefidir, vicdanıdır. Bu Trablusgarp’ta, Çanakkale’de şehit olan askerlerin kanıdır!” Bu hitap üzerine kalabalık dalgalandı. Kadınlar küpelerini, bileziklerini, erkekler neleri varsa, küçücük servetlerini Türkiye’ye bağışladılar. Zira İkbal’in diliyle, “Kendine hükmedemeyenlere başkaları hükmederdi.”
SARHOŞUN BEKLENMEYEN CEVABI
Feridüddin Attar’ın ünü cihana yayılan eseri, Mantıku’t-Tayr’da (Kuş Dili) tekkeye gelen bir sarhoşun hikâyesi vardır. Sarhoş ağlayıp sızlayıp ortalığı karıştırmış, sonunda yığılıp kalmıştır yere. Tekkenin şeyhi yanına gelmiş ve “Neden ağlıyorsun? Elini bana ver, kalk!” demiştir ona. Sarhoşun cevabı müthiştir: “Ey Şeyh! Allah sana yardım etsin; elden tutmak senin harcın değil! Sen başını alıp git! Baş aşağı yıkılmak benim payıma düştü! Eğer herkes düşkünlerin elini tutabilseydi, karınca yiğitlik meclisinin baş köşesine kurulurdu. El tutmak senin işin değil, yürü! Ben sayıya geleceklerden değilim, çekil! Ey kendisinden başka bir var olmayan, ey herkesin feryadına ancak kendisi yetişen, benim imdadıma Sen yetiş! Düştüm, benim elimi Sen tut!”
HZ. PEYGAMBER’İN BİR ZİKRİ
Abdullah ibni Ömer (r.a.) anlatıyor: Resûl-i Ekremin (asm), oturduğu bir mecliste yüz defa şöyle dediğini sayardık: “Allah’ım beni bağışla ve tövbemi kabul eyle. Çünkü sen tövbeleri kabul eden, koruyup gözetensin.” Ebu Davud, Vitir, 26
BULMAK ZEVKİ
Bir bedevinin devesi kaybolmuştu. İlân etti: “Her kim bana devemi getirirse, kendisine iki deve yükü vereceğim.” Adamdan sordular: “Bu ne biçim kâr? Bir yük devesi, iki deve yükünden daha mı değerlidir?” Bedevi şu cevabı verdi: “Bulmak zevkini tatmadığınız için siz bunu asla anlayamazsınız.”
TANIŞAN RUHLAR
Hâris bin Umeyre anlatıyor: Medaim’e, Selman’ın (ra) yanına geldim. Kendi eliyle tabakladığı bir post üstünde otururken buldum. Kendisine selâm verdiğim zaman: “Kapıdan ayrılma, geliyorum” dedi. Ben, “Vallahi beni tanıdığını sanmıyorum” dedim. Selman, “Tanıyorsun, tanıyorsun. Şu anda tanışmadan önce ruhlarımız tanışmıştı. Çünkü ruhlar, gruplara ayrılmış, bölükler hâlindedir. Allah yolunda tanışan ruhlar kaynaşırlar. Allah yolunun dışında tanışan ruhlar ise anlaşamazlar“ dedi. Kaynak: Ebu Nuayn, Hilye 1/198.
SAĞLIĞIMIZI KORUMANIN YOLLARI
İmam Gazalî yemek adabında der ki: “Tıbbî bakımdan daha doğru olan, meyveyi evvel yemektir. Meyveyi yemekten evvel yemek, hazmı kolaylaştırır, Kur’ân’da da bu tertibe riâyet vardır. ‘Beğendikleri meyveler, canlarının çektiği kuş etleri…’ (Vakıa Sûresi, 20-21. âyetler)”
ZERRE VE KÂİNAT Kâinatı halkedemeyen, bir zerreyi halkedemez. Bir zerreyi tam yerinde halkedip muntazam vazifeleriyle çalıştıran, yalnız kâinatı halkeden zât olabilir. Bediüzzaman Said Nursî
NE DÜŞÜNDÜĞÜMÜZE DİKKAT! Gül düşünürsen gülistan olursun, diken düşünürsen dikenlik olursun. Mevlânâ
TÖVBE VAKTİ Kement atamayacak hâle geldikten sonra, hırsızlığa tövbe etmenin faydası yok. Sadî Şirazî
HASTA ZİYARETİ
Hastalandığım zaman hep gözüm pencerede oluyor. Sevdiğim biri gelse de iyi olsam. Abdülaziz Bekkine
NEYDEN KORKMALI? Ey nefsim! Sen ölmekten değil, hayatı Allah için yaşayamamaktan kork! Selim Gündüzalp
RUHDAKİ KAPİTÜLASYONLAR Kalktığını iddiâ ettiğimiz kapitülasyonlar, ruh dünyamızda yaşıyor. Cemil Meriç
HERŞEY AYNA Âyinedir bu âlem, her şey Hakk ile kâim; Mir’at-ı Muhammed’den (asm) Allah görünür dâim… Aziz Mahmut Hüdaî
ÇAYA METHİYE Çay bir değil, ikidir. Üç kardeşidir. Dört cana faidesidir. Geçtin mi beşe, vur on beşe Çay nedir? Say nedir
İHLÂSLA YAPILAN AZ AMEL Yarım ekmeği olan bir yoksulun, bunun tamamını evindeki misafirlere ikram etmesi; Cihan Şahının kendi hazinesinden yarısını bağışlamasından daha üstün bir harekettir. Molla Cami, Baharistan
İNSANI OKUMAK İlâcın sendedir fakat bilemezsin Hastalığın da sendedir, görmezsin Kendini küçük bir cisim sanıyorsun Hâlbuki kâinat senin içindedir… Hz. Ali (ra) |
Kırılan dalın hikâyesi |
ZUHAL KILIÇ Pamuk tarlası gibi yerlerini almıştı bulutlar birer birer. Hafif gün batımına karışmış masmavi gökyüzü. Bir ucunda ay bekliyordu karanlığın bastırmasını, sabah bulutlara devrettiği görevi üstlenecekti geceleyin. Gökyüzünün en güzel süsüydü çünkü. Ve biraz yıldızlarla âhenkleşecekti bütün sema. Sabah olmak üzereydi, ben hâlâ penceremin önünde semayı hayranlıkla seyrediyordum. Gecesi ayrı, gündüzü ayrı güzeldi. Bu güzel seyirden sonra artık işe gitme vakti gelmişti tabiî. Ne zamandır şu ağacın önünden geçmiyordum, yahut iş güç telâşından farkında değildim. Meğer ne kadar da büyümüş, dalları uzanmış da uzanmış. Meyveleri her dala ayrı ayrı budanmıştı. Tabiî eskiden. Bu ağacı ne zaman görsem, içimde bir yer sızlar durur. Geçenlerde birkaç kişi meyve koparayım derken nasıl da dalını kırmıştı ağacın. Kimse ciddiye almıyor tabiî ağaçtır ne olacak ki dalı kırılsa. Oysa ki onun da canının olduğu unutuluyor. Olmasa bizlere nasıl renk renk meyveler verebilir ki? Bizler yiyelim diye meyveler sunarken, teşekkürümüzü böyle mi yapacağız? Dalını kırarak mı? Peki, dalı kırılınca küsmez mi? Bir kolu gidince canı yanmaz mı? Kim bilir o daldan daha kaç meyve açacak, kaç kişi nasiplenecekti? Sahipsiz bir ağaçtı, garip, yalnız, bir kanadı zaten kırıktı bu yüzden diğer kanadını da kırmak doğru mu ki? O ağaç zaten herkes yararlansın diye vardı. Dalını kırmak, sunduğu nimetlere karşı yapılan bir hakaret değil mi? Yetim bir çocuk düşünelim, bir de dalsız bir ağaç. Nasıl meyve verebilir ki kolları olmadan? Peki, bir insan kolsuz nasıl tutunabilir hayata? Dallar ağacın kollarıdır, bizlere meyve verebilmek için o ağırlığı kaldırabilmek için bir koldur. O gün bugündür aklımdan çıkmıyor işte. Öyle yaşlanmış meyve veremez hâle gelmiş ki o günden sonra. Artık buradan geçmemeye karar vermiştim dayanamazdım çünkü. Aradan zaman geçti, merak ediyordum ama bir türlü cesaret edemiyordum. Karar verdim bugün gidip görecektim. Cesaretimi topladım ve koyuldum yola. Geçmeye geçmeye neredeyse yolu unutmuşum, neyse. Bir ağaç takıldı hemen gözüme, öyle güzel dallanıp budaklanmış ki meyveleri her dala ayrılmıştı. Etraftan birkaç kişiye sordum bu güzel ağacın nasıl böyle güzel büyüdüğünü. Anlatılanlar öyle hayrete düşürmüştü ki beni inanamamıştım. Meğer bu ağaç benim ziyaretine gelmek istediğim ağaçmış, meğer geçen zaman içerisinde çürüyüp gitmiştir diye düşünürken nasıl bu hâle gelebilmişti ki? Öğrenmek için sorup soruşturduktan sonra anlamış ve hak vermiştim artık. Meğer gizli gizli biri gelip ağacı suluyor onunla ilgileniyormuş. Meğer ağaç ilgisizlikten dalının da kırıklığıyla yaşadığı küskünlükten bu hâle gelmiş. Meğer ilgilenilmeye, bakıma ihtiyacı varmış. Çürüyüp gidecek diye onu tek başına bırakmak yaptığım en büyük hataydı, bunu bugün çok iyi anlamıştım. Nasıl ki bir insan hastayken bu iyileşmez deyip terk edilirse hayata küser, bütün umutlarını yitirir ağaç da öyledir. En muhtaç olduğun zamanda en iyi ilâç, birinin yanında olduğunu hissetmek değil midir? |
Kitap ve sevgi |
ZEYNEP MENTEŞE - [email protected] Çok sözler söyleniyor. Duymak istemediğimiz cümleler ağızdan teker teker çıkıyor aslında. Yapmak istemediklerimizi çoktan yapıyoruz. Belki sabır göstersek başka boyutlarda olacak. Tek bir dal gördüğümüzde sarılmak istiyoruz. Sözler bir bakıyoruz tutulmuyor. İnsanın imanı ne kadar zayıfmış diyoruz. Her işin içinde bir hayır, her hayrın içinde bir bekleyiş vardır. Hayat zorlu bir yol. Zorlu mücadeleler çıkıyor karşımıza. Zor olan aslında hayat değil, biz zorlaştırıyoruz hayatı. Biz anlamak istemiyoruz. Sabır göstermeden yapıyoruz işlerimizi, belki sabır göstersek başka boyutlarda olacak. Mevlânâ ne güzel söylemiş; hayatın anlamını arıyorsan, bunun için iki yol vardır; biri, kitapları okumaktan geçer, diğeri sevgiden. Bir düşünelim, kaç saat kitap okuyoruz ve hangi kitabı okuduğumuzda hayatımıza önemli bir anlam katıyor? Hz. Ömer (ra) âyetleri ezberlerken hayatına geçirerek ezberlermiş. Ne kadar anlamlı bir yaklaşım. Kitaplar hayatın içindedir, aslında çok şeyler katar bizlere. Sevgi sabırdır, bekleyiştir, umuttur, bazen de bir gülüştür sevgi... Hayata ne kadar anlam taşıyoruz ve ne kadar anlam katıyoruz? Bir düşünelim. Allah’a emanet olun. |
Her şeyimsin Risâle-i Nur |
Mehmet Sevili / Ermenek Her şeyimsin sen ey Risâle-i Nur, En muallâ varlıksın bu cihanda. Ruh ve kalbim seninle buldu onur, Şehit ecri var tahkikî îmanda, Eğer edersen sünnete ittibâ. Yoluna devam et ey Nur yolcusu, İnan ki bu yolun yoktur korkusu. Mübarek olsun gazân bu yolda, Sultâna tâbi ol, medet yok kulda. İnâyet eder Rab, olursa ihlâs, Nurlar ile bulursun ancak halâs.
Risâle-i Nur’dur bu asra imam, İman-ı kâmil verir, eyler tamam. Secde-i kübrâ et Rabbine karşı, Artık bulunmaz böyle nurlu çarşı. Lebbeykzenim, benim nurlu önderim, Ebedî artık yolundan giderim, İmanım var, medet Allah’ım derim.
Nurunla doldurdun âlemi ey Nur, Ufkuma doğ, kalbimi nurla doldur, Ruhuma kûtsun ey Risâle-i Nur. |
Büyümek için korkmak |
Ersin Acar Korkular büyütür Küçük bir çocuğu Önce Annesi korkar Düşmesin diye sonra babası, Daha sonra Yürüyemem diye kendisi. Ama korkuları götürür onu yolun sonuna hep ve hep başarması gerektiğini bildiğinde, Korkular set çeker önüne ama Yırtar atarsa o setleri, Sevgi şelâlelerinden düşüp, süzülüp hasret ırmaklarından okyanuslara kavuşursa, O küçücük çocuk Ummanlara katılır, Büyük olur Kocaman olur Rabbinin ellerinde İman nurdur Korku yoktur onun gözlerinde İman nurdur Sahibini büyütür Rabbisinin ellerinde Korku tedirginlik tükenmeye yaklaşır Müstakbelinde... |
Kral çıplak |
Arafat Deniz - [email protected] Saltanat ki ne saltanat Ölümle sürer pay-i taht Tabutun saltanatı omuzlarda Toprak altında tahttır tabut İhtişamlıdır dört tarafı toprakla Karanlıktır ışığı, darlıktır refahı İnsaniyeti ölmüş ölmüş insanın. |
18.12.2009 |