Lahika |
Âyet-i Kerime Meâli
Öyle bir günün azabından korkun ki, o gün hiç kimse kimsenin cezasını hiçbir şekilde kaldıramaz, kimseden fidye kabul edilmez, Allah'ın izni olmadıkça kimseye şefaat fayda vermez; onlar hiç kimseden yardım da görmezler.
Bakara Sûresi: 123 |
18.12.2009 |
Risâle-i Nur, yedi Mesnevî kadar bâkî bir rehber olacak Risâle-i Nur şems-i Kur’âniyenin ziyâsındaki elvân-ı seb’ayı ve o güneşteki renk renk, çeşit çeşit yedi nûru birden aynasında temessül ettirdiğinden—inşâallah—yedi cihetle şerîf ve kudsî ve yedi Mesnevî kadar ehl-i hakikata bâkî bir rehber ve bir mürşid olacak. Kardeşlerim,
Kalbime ihtâr edildi ki; nasıl ki, Mesnevi-î Şerif, şems-i Kur’ân’dan tezâhür eden yedi hakikattan bir hakikatın aynası olmuş, kudsî bir şerâfet almış; Mevlevîlerden başka daha çok ehl-i kalbin lâyemut bir mürşidi olmuş. Öyle de, Risâle-i Nur şems-i Kur’âniyenin ziyâsındaki elvân-ı seb’ayı ve o güneşteki renk renk, çeşit çeşit yedi nûru birden aynasında temessül ettirdiğinden—inşâallah—yedi cihetle şerîf ve kudsî ve yedi Mesnevî kadar ehl-i hakikata bâkî bir rehber ve bir mürşid olacak. Lem’alar, 28. Lem’a, 14. Nükte, s. 353 *** Mevlâna Celâleddin (r.a.) ve İmam-ı Rabbânî (r.a.) ve İmam-ı Gazâlî (r.a.) gibi, akıl ve kalb ittifakıyla gittiği için, herşeyden evvel kalb ve ruhun yaralarını tedavi ve nefsin evhamdan kurtulmasını temine çalışıp, lillâhilhamd, Eski Said Yeni Said’e inkılâp etmiş. Aslı Farisî, sonra Türkçe olan Mesnevî-i Şerif gibi o da Arapça bir nev'î Mesnevî hükmünde Katre, Hubab, Habbe, Zühre, Zerre, Şemme, Şu’le, Lem’alar, Reşhalar, Lâsiyyemalar ve sair dersleri ve Türkçede o vakit Nokta ve Lemeatı gayet kısa bir surette yazmış; fırsat buldukça da tab etmiş. Yarım asra yakın o mesleği Risâle-i Nur suretinde, fakat dahilî nefs ve şeytanla mücadeleye bedel, hariçte muhtaç mütehayyirlere ve dalâlete giden ehl-i felsefeye karşı, Risâle-i Nur, geniş ve küllî Mesnevîler hükmüne geçti. Mesnevî-i Nuriye, s. 10 *** Evvelce şifahen dahi arz ettiğim vecihle; Selef-i Sâlihin’in bıraktığı kudsî tefsirler iki kısımdır: Bir kısmı, ahkâma dair tefsirlerdir. Diğer bir kısmı da, âyât-ı Kur’âniyenin hikmetlerini ve iman hakikatlarını tefsir ve izah ederler. Selef-i Salihinin bu türlü tefsirleri çoktur. Hususan Gavs-ı Azam Şâh-ı Geylâni, İmam-ı Gazali, Muhyiddin-i Arabi, İmam-ı Rabbani gibi zevât-ı kiramın eserleri, bu kısım tefsirlerdir. Bilhassa Mevlânâ Celâleddin-i Rumî Hazretlerinin Mesnevî-i Şerifi de bu tarz bir nev'î manevî tefsirdir. İşte Risâle-i Nur, bu tarz tefsirlerin en yükseği, en mümtazı ve en müstesnasıdır. (Mehmed Kayalar)
İşârâtü’l-İ’câz, s. 275
LÜGATÇE:
Mesnevî-i Şerif: Mevlânâ’nın her beyti kendi aralarında kafiyeli olan, içinde dinî ve ahlâkî nasihatlar bulunan Farsça eseri. şems-i Kur’ân: Kur’ân güneşi. tezâhür: Ortaya çıkma. şerâfet: Şereflilik. lâyemut: Ölümsüz. ziyâ: Işık. elvân-ı seb’a: Yedi renk. temessül: Yansıtma. |
Bediuzzaman Said Nursi 18.12.2009 |
‘Risâle-i Nur, Kur’ân’ın çok kuvvetli, hakikî bir tefsiridir’
18 Aralık 2009 Pazar günü Habertürk Televizyonunda “Teke Tek” programına misafir olan, Cübbeli Ahmet Hoca olarak da bilinen Ahmet Ünlü Hoca, Fatih Altaylı’nın “Risâle-i Nur nedir?” sorusuna verdiği cevapta, birkaç sayfası dışında Risâle-i Nur’u okumadığını ifade etmekle birlikte üç konuda Risâle-i Nur’a yönelik iddiâlarda bulunmuştur. Cübbeli Ahmet Hoca’nın iddiaları şu şekilde özetlenebilir: 1) Risâle-i Nur’un dili ağır ve anlaşılmazdır. 2) Risâle-i Nur tefsir değildir. 3) Said Nursî gayr-i Müslimlerin de—meselâ Anzaklar—“şehid” olabileceğini ileri sürmüştür. Öncelikle şunu ifade etmek isteriz ki, bütün ömrünü “Kur’ân’ı ve İslâmî ilimleri en detayına varıncaya kadar öğrenmek ve öğretmek” için vakfettiğini beyan eden Hoca’nın Risâle-i Nur’u okumamış olması onun noksanıdır. Zira Risâle-i Nur, çağımız İslâm dünyasında—Hoca’nın da ilgi alanına giren konuları kapsayacak şekilde—telif edilmiş en kapsamlı ve tesirli metinlerden oluşan bir tefsir külliyatıdır. Ne demek istediğimizi şu örnekle açıklayabiliriz: Şayet Hoca, 26. Söz olan Kader Risâlesi’ni okumuş ve anlamış olsaydı, söz konusu programda Fatih Altaylı’nın kader konusundaki soruları karşısında bocalamayabilirdi. Cübbeli Ahmet Hoca’nın iddiâlarına karşı cevaplarımız şu şekildedir:
“Risâle-i Nur’un dili ağır ve anlaşılmazdır.”
Cevap 1: Risâle-i Nur, 20. yüzyılın ilk yarısında Osmanlıca’nın hâkim dil olduğu bir dönemde kaleme alınmıştır. Dolayısıyla o günlerden bugüne dilimizdeki fukaralaşma Risâle-i Nur’la ilk defa karşılaşanlarda iddiâ edildiği gibi bir izlenim bırakabilmektedir. Ancak bu yargının doğru olmadığı dönemin diğer dinî ve seküler metinleriyle yapılan kıyaslamada hemen anlaşılacaktır. Risâle-i Nur’da Osmanlıca bir tabir ya da terkibin hemen ardından, o zamana göre fazlasıyla sadeleştirilmiş bir “tercümesi”nin kullanılması, müellifinin eserlerindeki dili, özel bir seçimle kullandığını gösterir. Bediüzzaman Said Nursî isteseydi, meselâ, “levh-i mahv isbat” yerine “yazar-bozar tahta”, “irae eder” yerine “gösterir”, “beyder” yerine “harman” kelimelerini kullanabilirdi. Aynı cümlenin içinde bu kelimeleri ardarda sıralayabilen1 biri olarak, “eski” dil ile “yeni” dili birarada kullanmak istemiştir, yeni dilden habersiz olduğu için eski dile mecbur kalmış değildir. Bu tercih, dile zenginlik kattığı kadar, okuma ve anlamaya da akıcılık ve kolaylık katmaktadır. Risâle-i Nur’un dilinin bir başka özelliği ise Kur’ân’daki kelimelerin konuşma diline aktarılması, Nebevî kavramları Türkçe konuşanlar başta olmak üzere her insanın zihnine yerleştirmesi gibi bir misyonu yerine getirmesidir. Gerçekten de, Risâle-i Nur’u okuyanlar özel bir Arapça eğitimi almadıkları halde, pek çok Kur’ânî kavramı, Kur’ân kelimelerini dağarcıklarına almış ve konuşma diline aktarmışlardır. Şu halde, Risâle-i Nur diğer dilleri konuşan milletler için, Kur’ân kelimelerinin ve Nebevî terminolojinin konuşma diline aktarılması konusunda, bir prototip, bir çalışma örneği olarak değerlendirilmeli. Cübbeli Ahmet Hoca’nın kendisinden beklenen, seküler saldırılarla iğdiş edilen zihnimizi/dilimizi Asr-ı Saadet’le, Kur’ân ve Peygamber lisanıyla aşina kılan Risâle-i Nur’u okuması ve anlamaya gayret etmesidir.
“Risâle-i Nur tefsir değildir.”
Cevap 2: Bu da yeni bir iddiâ değildir. Risâle-i Nur’un bilinen klâsik tefsirler şeklinde-–Cübbeli Ahmet Hocanın ifadesiyle—Fatihayla başlayıp Nâs’la biten sıra içinde kelime ve cümlelere mânâ verip yorumlayan bir kitap olmadığını gören bir kısım hocalar ve bazı muhalif insanlar “Risâle-i Nur bir tefsir değildir” demişlerdir. Bu iddialar karşısında “Risâle-i Nur Kur’ân’ın çok kuvvetli, hakikî bir tefsiridir” diyen Bediüzzaman Said Nursî, bu itiraza açıklık getirmek için iki kısım tefsir bulunduğunu ifade eder. Özetle şöyle der: “Birisi malûm tefsirlerdir ki, Kur’ân’ın ibaresini ve kelime ve cümlelerinin mânâlarını beyan ve izah ve isbat ederler. İkinci kısım tefsir ise, Kur’ân’ın imanî olan hakikatlerini kuvvetli hüccetlerle beyan ve izah ve isbat etmektir. Bu kısmın pek çok ehemmiyeti vardır. Zahir malûm tefsirler bu kısmı bazen mücmel bir tarzda dercediyorlar. Fakat Risâle-i Nur, doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsalsiz bir tarzda muannid feylesofları susturan bir manevî tefsirdir.”2 Kur’ân’ın kelimelerini ayrı ayrı inceleyerek lûgat ve ıstılâhî mânâlarını araştıran ve bu şekilde Kur’ân cümlelerine mânâ vermeye çalışan pek çok klâsik tefsir vardır. Ancak çağın asıl problemi olan iman zaafına Kur’ân’dan reçeteler sunan tefsirlere şiddetle ihtiyaç vardır. İşte Risâle-i Nur, Kur’ân-ı Kerim’in asrımızın ihtiyaçlarına cevap veren âyetlerini tefsir etmiş ve bu konuda orijinal yorumlar ortaya koymuştur.
“Said Nursî gayr-i Müslimlerin de-–meselâ Anzaklar—’şehid’ olabileceğini ileri sürmüştür.”
Cevap 3: Risâle-i Nur’un hiçbir yerinde Anzaklar’ın şehid sayılabileceğinden bahsedilmez. Evet, Bediüzzaman Said Nursî bir mektubunda “kâfir” de olsalar bazı kişilerin ölümlerini “bir nev'î şehadet mertebesi” olarak nitelendirmiştir. Ancak bu kişiler Çanakkale’ye savaşmak için gelen Anzak askerler değildir. Bediüzzaman’ın şefkat ve merhamet hissi ve “adalet-i mahza [tam adalet]” anlayışıyla bahsettiği şartlar/kişiler şu şekilde tasnif edilebilir: 1. Felâket, helâket, sefalet ve açlık gibi semâvî musîbetlere maruz kalanlar: a. On beş yaşından küçük iseler hangi dine mensup olursa olsun zaten masumdurlar, bir nev'î şehid sayılırlar. b. On beş yaşından büyüklerin hepsi aynı kategoride değerlendirilmemiştir. Burada, “masum ve mazlûm” Hıristiyanlardan bahsedilmiştir. Masum ve mazlûm olan Hıristiyanlardan kastedilen de Hz. İsa’nın (as) din-i hakikisine sarılan Hıristiyanlardır. Zaten Âhirzamanda Hz. İsa’nın (as) din-i hakikisinin İslâmiyetle omuz omuza geleceği, tevhid inancında birleşeceği dikkate alınırsa, Hz. İsa’nın (as) din-i hakikisine mensup Hıristiyanların cehennemden kurtulması ya da ölümlerinin “bir nev'î şehadet” olarak değerlendirilmesi daha doğru anlaşılabilir. 2. Mazlûmların yardımına koşanlar, insanlığın rahatı, huzuru, güveni ve sağlığı için mücadele edenler, dini ve mukaddes değerleri korumak için çalışanlar ve insan hakları mücadelesini sürdürenlerin bu fedakârlıkların ahiretteki neticeleri o kadar büyüktür ki, başlarına gelen musîbetler onlar için dünyevî ve uhrevî şeref vesilesidir. Söz konusu programda Cübbeli Ahmet Hoca’nın verdiği örnekte de olduğu gibi, bir gemide dokuz cani bir masum olsa, o bir masumun hakkı için o gemi batırılamaz hükmünü koyan Allah, hiçbir suçu, günahı, sorumluluğu olmadığı halde zalimlerin zulmüne maruz kalan veya umumun günahlarına binâen başına gelen felâketlerden zarar gören masumların hukukunu da koruyacaktır. Bediüzzaman Said Nursî’nin bahse konu mektubunda3 ifade ettiği hususlar da bundan ibarettir. Dipnotlar 1- Risâle-i Nur, metnin akışı içinde gizli bir lûgatçe ile Kur’ân kelimelerinin sade karşılıklarını da verir. Aşağıda, Sözler’den seçilmiş ‘iç lûgatçe’ örnekleri sunulmaktadır. “.... o Sultana muhâtab ve halîl ve dost ol!” (halîl = dost) “O rahmetin kuvvetidir ki, zîşuurun nazarlarını celbeder, kendine çeker.” (celbetmek = kendine çekmek.) “Nihayet ihtilât içinde ve karışmış oldukları halde, nihayet derecede imtiyaz ve farkla birbirinden ayrılıyor.” (ihtilât = karışıklık, imtiyaz = fark = ayrı durmak) “Hakikî istib’ad, hakikî muhaliyet ve akıldan uzaklık...” (istib’ad = muhaliyet = akıldan uzaklık) “Merdâne kabre bak, dinle ne taleb eder. Erkekçesine ölümün yüzüne gül, bak ne ister.” (merdâne = erkekçesine, ne taleb eder = ne ister) “Onu bütün hakaikına temel taşı ve üssü’l esas yapıyor.” (üssü’l esas = temel taşı) “... levh-i mahv ve isbat namında yazar-bozar tahtası hükmündedir.” (levh-i mahv ve isbat = yazar-bozar tahta) “Mahşer ise bir beyderdir, harmandır.” (beyder = harman) 2- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2007, s. 917. 3- İlgili mektup için bakınız: Kastamonu Lâhikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2007, s. 146-148.
e-mail:[email protected] www.risaleinurenstitusu.org |
18.12.2009 |