06 Mart 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Elif Eki

Çocuk eğitimi dua ile başlar

*Esan Gül kimdir?

1972 Malatya doğumluyum. İnönü Üniversitesi Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık bölümünden mezun oldum. Çeşitli gazete ve dergilerde yazılarım yayınlanıyor. Genelde çocuk ve aile eğitimi üzerine çalışıyorum. Evli ve 3 çocuk babasıyım. Yayınlanmış 6 kitabım var. Çıra Yayınlarında yayınlanan kitaplarımdan bazıları şunlar: Çocuğun Dinî Eğitimi Nasıl Olmalı? *Peygamberler Çocuklarını Nasıl Eğitti? *Çocuk Eğitiminde Kırk Hadis.

Genelde çocuk eğitimi ile ilgileniyorsunuz, biz

biliyoruz ki çocuk yetiştirmek en zor san'attır. Peki, Peygamberimizin (a.s.m) çocuklara davranışı nasıldı?

Çocuk eğitimi dua ile başlar. Peygamberimizin bütün hayatı incelendiği zaman çocuk ve duanın bir bütün olduğunu, kendisine bir çocuk getirdiği zaman dua ettiğini, dua öğrettiğini ve duanın güzelliğinde bir hayatı öğrettiğini görüyoruz. Bu aileler için de bir örnektir. Aileler ne yazık ki eğitim deyince sadece belirli metotlar ve yöntemler ile kendilerince yapmaları gerekenleri anlıyorlar. Oysa bunlar dua ile birlikte bir değer kazanır. Hayatı çocuk masumiyetinde anladığınız gibi dua tadında da anlamak zorundasınız. Bunun için Batı menşeili eserlerden mülhem olarak yazılan eserlerin duadan ve ruhtan yoksun, olayın sadece davranış boyutuna dikkat eden, Allah’ı hesaba katmayan bir özellikte olduğunu söylememiz mümkün. Bunlara karşı daha dikkatli olmak ve kendi kaynaklarımızdan beslenmek zorundayız. Unutmayın din ve hayat bölünmez bir bütündür, ayrılamaz, bir bölümü akim bırakılamaz.

Peki, bizler anne-baba olarak neler yapabiliriz, çocuklarımızı daha iyi nasıl yetiştirebiliriz?

Anne babaların en büyük yanılgısı çocuk eğitimi denilince sadece çocukla ilgili bir düşüncenin oluşması, kendilerini hesaba katmamalarıdır. Oysa çocuk eğitimi ile anne babanın eğitiminin birlikte düşünülmesi gerekir. Meselâ çocuğunuzun yalan konuşmasını istemiyorsanız öncelikli olarak sizin örnek olmanız ve yalan konuşmamanız gerekir. Çocuğunuzun kitap okumasını istiyorsanız öncelikli olarak çocuk anne ve babasının elinde kitap görmelidir. Ayrıca siz yapmadığınız ya da yapamayacağınız şeyleri çocuktan isteyemezsiniz. Çünkü yapmadığınız şeyleri çocuktan istemeniz bir güvensizlik vesilesi olacağı gibi Allah (cc) katında da büyük bir vebaldir. İlâhî hitap bu konu da Müslümanları yapmayacakları şeyleri söylemelerinden dolayı sorumlu tutar. “Çocukları daha iyi nasıl yetiştirebiliriz?” sorusuna gelince öncelik yine anne babalardadır. Bence bu soru anne babalar kendilerini daha iyi nasıl yetiştirebilir sorusu ile aynı içeriğe sahiptir ve birbirini tamamlar. Hayat çocuk ile ebeveyn arasında interaktif ilişkilerin toplamıdır diyebiliriz. Siz yaşarsınız çocuğunuz etkilenir çocuğunuz yaşar siz etkilenirsiniz. Ne yazık ki anne babalar çocuklarından çok uzaklar ve onları anlamıyorlar hatta tanımıyorlar.

O zaman asıl problem çocukları anlamamaktır

diyebilir miyiz? Ve nasıl anlarız?

Evet ne yazık ki aileler çocuklarını tanımıyor ve anlamıyorlar. Her çocuğun bir anlam dünyası ve anlam dili vardır. Bununla şunu söylemek istiyorum. Meselâ her çocuğun sevgi dili farklıdır. Biz çocuklarımızı kendimizce severiz, ama çocuk bunu sevgi olarak anlamayabilir. Ben çocuklarıma “Ne yapmış olursam sizi sevmiş olurum?” diye sordum. Büyük oğlum “Benimle zaman geçirirsen beni sevmiş olursun” demişti. Küçük oğlum ise “Beni öpersen beni sevmiş olursun” diye cevap vermişti. Dikkat edin ikisi de benim çocuklarım ve her ikisinin de sevgi anlayışı farklı, oysa biz çocuklarımızı kendi sevgi dilimizle seviyoruz ve bu bazı çocuklar tarafından sevgi olarak anlaşılmayabilir. İkinci olarak da anne babaların konu ile ilgili kitap okumaları ya da seminerlere katılmalarını önemsiyorum. Herkes çocuk eğitimini bildiğini zanneder, ama madem biliyorsunuz bu kadar problem, bu kadar sıkıntı, bu kadar huzursuzluk neden? Bence bu sorunun cevabını aileler düşünmek zorunda.

Anne-babanın geçimsizliğinin çocuk üzerindeki etkileri nelerdir?

Ailedeki her olay anne babayı etkilediği gibi çocuğu da etkiler. Onlar aile içerisinde olan çoğu şeyi bilirler. Aileler bilmediklerini düşünür, ama öyle değil. Siz eğer kavga etmişseniz ya da küsmüşseniz çocuk bundan haberdardır ve bunun karşısında nasıl bir tutum ve davranış sergilediğinizi gözlemler. Eğer problemleri konuşarak çözüyorsanız, çocuk da bunu bir yöntem olarak öğrenir ve uygulamaya çalışır yok eğer en ufak bir şeyde sinirleniyor ve kavga çıkarıyorsanız, çocuk bunu da bir yöntem olarak öğrenir ve uygular; ya kardeşine ya da okulda arkadaşına uygular.

Ailelerin en çok şikâyet ettikleri konulardan biri de babaların çocuklarıyla kaliteli zaman geçirmemeleridir. Anneler bu konu da oldukça muzdariptir. Bununla ilgili olarak neler söylersiniz?

Çocuk eğitimi denilince ne yazık ki akla ilk önce anne geliyor. Oysa İslâma göre öncelik babadadır. Çünkü baba aile bireylerinin hepsinden sorumludur. Burada baba hem kendinden, hem eşinden hem de çocuklarından sorumludur. Oysa babalar bunu ne yazık ki annelere terk etmişlerdir. Çocuk eğitimi bir kişinin üstesinden gelebileceği bir konu değildir. Birlikte ve uzun soluklu bir süreçtir. Baba da bu işin lokomotifliğini oluşturur. Elinizin altındakilerden sorumlusunuz hakikatinin takipçisi olan babaların bu konu da geri durmamaları, ailedeki her bireyden dolayı Allah katında hesaba çekileceklerini bilmeleri gerekir. Belki babalar çocuk eğitimi ile çocuk bakımını birbirine karıştırarak böyle bir kanaate sahip olabilirler. Bu İslâmı bilmemek ya da okumamaktır. Eğer bir konu da sorumluluk sahibiyseniz o alanla ilgili ilim tahsil etmek zorundasınız. Bu hem erkek hem de kadın üzerine bir vebaldir.

Çocuklara hem dini hem kültürel eğitimi vermede hikâyelerin önemi, yeri nedir?

Bizler büyüklerle iletişim kurduğumuz gibi, büyüklerle eğitim yaptığımız gibi çocuklarla iletişim kuramaz onlarla eğitim yapamayız. Her dönemin kendine ait özellikleri, iletişim teknikleri ve yöntemleri vardır. Çocukların öğrenmelerinde en etkili yöntemlerden biri oyun diğeri ise hikâyelerdir. Çocuklarınıza sadece öğüt ve nasihat vererek bir şey öğretemezsiniz. Onlara oyunları kullanarak da bir şeyler öğretebilir, hikâyeler okuyarak da öğüt almalarını sağlayabilirsiz. Kur’ân’ın genel özelliğine baktığımız zaman kıssaların ayrı bir yeri vardır. Kıssalar hayatın dilidir aslında. Siz bu örneklemeden yola çıkarak çocuklara ulaşabilir, onları sıkmadan ibret almalarını sağlayabilirsiniz. Özellikle okul öncesi dönemde oyun ve hikâyelerin çocuk eğitiminde etkin bir şekilde kullanılması gerekir.

Televizyon ve internetin çocuklar üzerindeki

et-kisi için neler söyleyebilirsiniz?

Hayatımız artık televizyon ve internet oldu. Hayatımızın merkezine koyduk onları. Onlarsız bir dünya düşünemez olduk. Çocuklarımız da televizyon ve internetsiz bir hayat düşünmüyorlar artık. Biz ne kadar ayrıyız ki televizyon ve internetten çocuklarımız da o kadar ayrı olsun. Ne yazık ki çocuklarımızı televizyonlar eğitiyor, çizgi filmler eğitiyor. Düşünün bir kere biz çocuğumuzla beş dakika konuşmazken, televizyon beş saat konuşuyor. Her şey cazibeli, albenili… Onlar kızmıyor, onlar dövmüyor… İstedikleri gibi konuşuyorlar ve çocuklarımızın zihnini ilmek ilmek işliyorlar. Ailelerin özellikle çocukların izledikleri çizgi filmlere, internette oynadıkları oyunlara dikkat etmeleri gerekir. Bilgisayar kesinlikle çocukların odasında olmamalıdır. Salonda ya da herkesin görebileceği yerde olmalıdır. Çünkü ne zaman, hangi sitelere gireceği belli olmaz ve kontrol de sağlanamaz. Siz uyurken o internette sörf yapabilir ya da online oyunlar oynayabilir.

Okuduğum ve beğendiğim bir soruyu size de

yöneltmek isterim. “Kendi özgüven problemlerimizi tamir edelim derken, ertelemeyi ve beklemeyi sevmeyen, her istediği anında olsun isteyen nesiller mi yetiştirdik acaba?”

Ne yazık ki aileler özellikle de anneler kendileri yapamadıkları ya da ulaşamadıkları şeyleri çocukları üzerinden gerçekleştirmeye, bu şekilde kendilerini tatmin etmeye çalışıyorlar. Çocukların ne düşündükleri, neler yapmak istedikleri onlar için önemli değil, sadece kendi istekleri gerçekleşsin istiyorlar. Bu bizimle ilgili bir problem aslında… Beklemeyi bilmeyen çocuklar yetiştirdik derken de aslında farklı bir durumun söz konusu olduğunu düşünüyorum. Biz istiyoruz ki çocuklarımızın her istediği olsun, biz sıkıntı çektik onlar çekmesin, biz yemedik yediriyoruz mantığı yani… Bu çocuklarımızı ne yazık ki doyumsuz yaptı. Her istediklerine çok rahat bir şekilde sahip oldular ve önlerinde buldular. Aynı sihirli filmlerdeki gibi ol dedi oldu. Bunun için herhangi bir çaba harcamalarına ve sabretmelerine gerek yok. Artık çocuk yemek yemiyor annesi yediriyor, artık çocuk elbise ya da ayakkabı giymiyor annesi giydiriyor, artık çocuk ders yapmıyor annesi yerine yapıyor. Sonra da çocuğun dersleri zayıf, özgüven eksikliği var gibi şikâyet ediyoruz. Buna hakkımız olmadığını düşünüyorum.

Bazı anne-babalar çocukları için eğitim peşindeler. Ve bu zaman zarfında çocukları erteliyorlar, aslında bu eğitim çocuk doğmadan alınmalı değil mi?

Eğitim ömür boyu devam etmesi gereken bir süreçtir. Çocuk eğitiminde de bu böyledir. Efendim Batılıların söylediği gibi 18 yaşına geldikten sonra benim sorumluluğum biter mantığı İslâmda yoktur. Siz ölüm döşeğindeyken bile bu sorumluluk devam eder. Ne demiştik, duayla başlayan ve ölüm döşeğindeyken bile devam eden bir süreçtir. Bunu da Yakup Aleyhisselâmın ölüm döşeğindeyken çocuklarını yanına çağırıp, “Benden sonra kime kulluk edeceksiniz?” diye sormasından anlıyoruz. Dikkat edin, bir baba çocuklarının kendisi öldükten sonra bile ne yapacaklarını merak ediyor ve onlara bu soruyu soruyor.

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı ve bu konu önemli olduğundan bir röportaj daha sözü almak isteriz. Biliyorum ki sorulacak çok soru var.

Öncelikle hassasiyetinizden dolayı teşekkür ederim. Gerçektende ailelerin bildiklerini zannettikleri, ama ne yazık ki en az bildikleri konulardan bir tanesi aile ve çocuk eğitimi… Kardeşlerimden özellikle ricam, atalarından öğrendikleriyle yetinmesinler. Onların doğru olanlarını alsınlar, ama yanlışlarını da biz babamızdan-annemizden böyle gördüğüne sığınarak yanlışlarını sürdürmesinler. Unutmayalım hayat yanlışlar üzerine bina edilemez.

ARZU KONAN

--------------------------------------------------------------------------------------------------

Daldan dala Hikmet Bayur

Günün Tarihi 4-5 Mart 1934 5-6 Mart 1980

Bediüzzaman diyor ki:

Bütün mekteplerde ve dairelerde ve halkta, o ölmüş dehşetli adamın muhabbeti telkin ediliyor. Bu hal ise, âlem–i İslâma ve istikbale pek elîm ve acı bir tesiri olacaktı. Şimdi ihtiyarımızın haricinde, onun mahiyeti ne olduğunu, en başta ve en ziyade alâkadar ve en son ondan vazgeçecek adamların ellerine katî hüccetler gösteren ve ispat eden Risale–i Nur geçmesi, kemâl–i merak ve dikkatle okunması öyle bir hadisedir ki, bizler gibi binler adam hapse girse, hattâ idam olsalar, din–i İslâm cihetiyle yine ucuzdur. (Şuâlar, s. 299)

* * *

(Parantez içindeki ibareler taramızdan konulmuş. MLS)

İslâm devletinin başına geçecek olan (I. Mustafa: El–Ebter) ..., gayet muktedir ve dâhi ve faal ve gösterişi istemeyen ve şahsî olan şan ve şerefe ehemmiyet vermeyen bir sadrâzam (II. Mustafa) ve gayet cesur ve iktidarlı ve metin ve cevval ve şöhretperestliğe tenezzül etmeyen bir serasker (III. Mustafa, Müşir) bulur, onları teshir eder. Onların fevkalâde ve dâhiyâne icraatlarını, riyasızlıklarından istifade ile kendi şahsına isnat ve o vasıtayla koca ordunun ve hükûmetin teceddüt ve inkılâp ve harb–i umumî inkılâbından gelen şiddet–i ihtiyacın sevkiyle işledikleri terakkiyatı şahsına isnad ettirerek, şahsında pek acip ve harika bir iktidar bulunduğunu meddahlar tarafından işâa ettirir. (Şuâlar, s. 513)

* * *

(GİRİŞ NOTU: Üstteki paragrafın sonunda işaret edilen meddahlardan birinin ilk İnkılâp Tarihi dersini veren ve aynı sahanın kürsü başkanlığını deruhte eden Millet Partisinin ilk Genel Başkanı Prof. Yusuf Hikmet Bayur olduğu, şüphe götürmez derecede açık bir vukuât–ı tarihiyedir. Adam, her çevreye hulûl–nüfûz etme becerisini gösterebilmiş bir yetenek sahibi: CHP'den MP'ye, oradan DP'ye, darbeden sonra da kaşarlanmış Kemalizme doğru zigzaglı bir yol takip etmiş...)

Dindar Milletçilerin ipi başkasının elinde

Bugünkü nesil, 1881–1980 tarihleri arasında yaşamış olan Prof. Yusuf Hikmet Bayur'u pek tanımaz, bilmez. Oysa, hemen başta ifade edelim ki, yakın siyasî ve ideolojik tarihimiz itibariyle son derece renkli ve önemli bir şahsiyettir Hikmet Bayur.

Önemi, son derece etkili ve de yetkili makamlarda bulunmasına rağmen, yine de birbirinden farklı siyasî kimliklere bürünebilme becerisinde yatıyor.

İşte, Sadrâzam Kâmil Paşanın torunu olan Hikmet Bayur'un, hayatı boyunca bulunduğu mevkiler ve yapmış olduğu görevler:

1) Tahsilini tamamladıktan sonra, Meşrûtiyet döneminde tarih öğretmenliği yaptı.

2) İstiklâl Harbinde, Kuvâ–yı Milliye safında yer aldı.

3) 1920'de Ankara hükümetinin Hariciye işlerinde çalışmaya başladı ve 1923'te Lozan görüşmelerinde danışmanlık yaptı.

4) Aynı yıl, Londra ve ardından Belgrad Türk elçiliğinde görev yaptı.

5) 1927'de Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri, ertesi yıl da Kâbil Büyükelçisi oldu.

6) 1933'de Manisa milletvekili seçildi ve Ekim 1933–Temmuz 1934 arasında Millî E. Bakanlığı yaptı.

7) Bakanlık döneminde, "Üniversite Reformu" adı altında, bütün üniversite ve yüksekokullara mecburi olarak Türk İnkılâp Tarihi dersini koydurdu.

Bakan iken, İstanbul'a gelerek, üniversitede 4 Mart 1934'te ilk Türk İnkılâp Tarihi dersini bizzat kendisi verdi. Bu dersin, bundan sonra bütün okullarda kesintisiz şekilde devam edeceğini söyledi.

8) 1946'da Cumhuriyet Halk Partisinden ayrılarak, Demokrat Partiye geçti.

9) Temmuz 1948'de bir grup arkadaşıyla birlikte DP'den ayrılarak ve partiyi ortadan ikiye bölerek, bu kez Millet Partisinin (MP) kurucu üyesi oldu.

10) Aynı dönemde Meclis'te grup kuran MP'nin ilk resmî Genel Başkanı oldu. İki yıl müddetle bu makamda kaldı. Hatta, MP'nin yayın organı olan "Kudret" gazetesinin de başyazarlığını yaptı.

11) 1952'de MP'den ayrıldı. Bu kez, DP'lilere meyletti, ancak partiye üye olmadı. Bağımsız olarak 1954 ve 1957 seçimlerinde Demokrat Parti listesinden Manisa milletvekili seçildi.

12) Bu sebeple, 27 Mayıs 1960'tan sonra o da Yassıada'da yargılanıp cezalandırıldı. Ancak, 1963 affıyla—siyasete bir daha bulaşmamak şartıyla—serbest bırakıldı.

13) Bundan sonraki hayatını Türk İnkılâp Tarihini anlatmak ve M. Kemal meddahlığını yapmakla geçirdi. Nitekim, "Atatürk, Hayatı ve Eseri" isimli kitabını 1963, "XX. Yüz Yılda Türklüğün Tarihi ve Acun Siyasası Üzerine Etkileri" isimli kitabını ise 1974'te yayımlattı.

* * *

Ord. Prof. Dr. Yusuf Hikmet Bayur'dan özellikle bugünlerde söz etmemizin zamanlama itibariyle sebebi şudur:

Prof. Bayur, 76 senedir bütün okullarda okutturulan İnkılâp Tarihi dersinin baş mimarlarından biridir. İnkılâpçı şahısların muhabbetinin mekteplerde yayılmasına öncülük etmiş bir "milliyetçi/muhafazakâr" siyasetçi olarak bilinir.

Öyle ki, 1948'de kurulan "Dindar Milletçiler"in, yani bütün dindar medyanın desteklemiş olduğu Millet Partisinin kurucu Genel Başkanlığını yapmış bir önemli kişiliktir. (Fevzi Çakmak, MP'nin Fahrî Başkanıydı. Büyük Doğu ve Sebilürreşad çevresi, parti kadrosunun en aktif üyleriydi. "Dindar ve milliyetçi Kemalizm", dindar ve milliyetçi şöhretlerin teşkil etmiş olduğu bu partinin ruhunu teşkil ediyordu.)

İşte bu şahıs (Bayur), üniversitede 4–5 Mart (1934) günlerinde bilfiil ders vererek İnkılâp Tarihini diriltmeye çalışmış olup, yıllar sonra yine aynı günlerde (4–5 Mart) ölüm döşeğine yatmış ve 6 Mart 1980'de de ölmüştür.

O tarihlerde Üniversiteler dahil, bütün okullar MEB'e bağlıydı. İşte, Bayur'un MEB olduğu 1934 yılındaki söz konusu icraatine dair bir gazete haberi. Sahibinin M. Kemal olduğu ve sonradan ismi ULUS şeklinde değiştirilen "Hakimiyet–i Milliye" isimli gazetenin 5 Mart 1934 tarihli sayısında "İnkılâp Enstitüsü'nde ilk ders verildi" başlıklı haberin metninde şu ifadeler yer alıyor:

"İstanbul Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü'ndeki dersler, 4 Mart 1934 Pazartesi günü saat 17.30'da Maarif Vekili Yusuf Hikmet Bayur'un dersiyle başladı. Bu ilk dersinde okutacağı Türk İnkılâbı Tarihi dersinin çerçevesini çizen ve ana hatlarıyla İnkılâbın gelişimini açıklayan Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı'nın 1934'e kadar olan gelişmesini şu üç evreye ayırmıştır:

(1) Askerî ve siyasî kısım: İşgalci devletlere ve Osmanlı hükümetine karşı bağımsızlık mücadelesi;

(2) Çağdaşlaşma kısmı: Hükümetin Ortaçağ biçiminden modern devlete geçmesi;

(3) İktisadî kısım: Esnaflıktan ve ilkel sanayiden modern sanayiye geçilmesi.

"Bundan sonra, derslerin bu taksime uygun şekilde verileceğini açıklayan Hikmet Bayur'a göre, büyük ve kapsamlı bir değişimi ifade eden İnkılâbı, bir kişinin anlatması imkânsız; dersleri, aktif şekilde İnkılâbın içinde bulunmuş olanlar anlatmalıdır."

* * *

Eski Hilal dergisinin sahibi ve 1980'lerdeki Faysal Finans'ın (bugünkü Türkiye Finans) kurucusu olan Urfalı Seyyid Salih Özcan, 1950'li yılların başında birkaç kez Emirdağ'ına giderek Üstad Bediüzzaman'ı ziyaret eder.

Hemen her ziyaretinde siyasetle alâkalı mevzular açıp sorular sorduğu için, Üstad'ın bir defasında kendisine şunu söylediğini nakleder: "Sen benim yanıma geldiğin zaman, bütün siyasî damarlarımı oynatıyorsun. Benim param olsa, seni her sene Hacca gönderirim. Sen Kutb–u Âzamın elini öpüp, ona Risâle–i Nur'dan bahsedeceksin."

Aynı sohbet esnasında DP'lileri beğenmediğini ve hatta Menderes'i münafıklıkla itham ettiğini de itiraf eden Salih Özcan, Üstad Bediüzzaman'ın bu sebeple kendisini azarladığını ve bu yanlış kanaatinden vazgeçirmeye çalışarak sözü Millet Partisine getirdiği ve şöyle dediğini aktarıyor: "O partide çok münâfık var. Kuvvet dindarların elinde değil." (Bkz: Son Şahitler–III/241)

Atatürkçülüğü "dindarlık ve milliyetçilik" ekseninde benimseyen Hikmet Bayur, içinde bulunduğu bütün siyasî teşekküllerde aynı fikriyatın takipçisi oldu.

Özellikle Millet Partisini "Dindar Kemalizm"in arenası haline getirmede büyük başarı sağladı. Buradan ümidini kesince kapağı DP'ye attı. Fakat, parti üyesi olarak değil; ancak "bağımsız aday" şeklinde DP'nin listesine girmeyi başardı. Sızabildiği ölçüde, bu partiyi de iğfal etmekten geri durmadı.

Asıl Demokratlar, Yassıada'da en ağır cezalara çarptırılırken, Bayur, kısa sürede affa uğrayarak paçayı kurtardı. Kurtulduktan sonra da, ölümüne kadar yine Kemalizm yolunda yürümeye devam etti.

--------------------------------------------------------------------------------------------------

OKUDUKÇA

ŞURDA NE KALDI?

Üzme kendini, kalbim,

Katlan kaderine;

Kışın senden aldığını

Bahar verir yine.

Güzel daha bu dünya,

Şurda ne kaldı?

Durma sev kalbim,

Her hoşlandığını

(Henrich Heine)

DUA VE BEDDUA

Dua, iyilik için yapılandır. Bedduâ ise kötülük mânâsına gelendir. Bu mânâda Müslüman, kırılıp darıldığı bir başka Müslüman’a bedduâ edebilir mi? Âlimlerimiz bedduayı çok tehlikeli ve tesirli bir silâh olarak görmekteler. Hatta muhatap, bedduaya müstehak olacak fiil ve işler yapsa da beddua etmemelidir. Zira böyle kimselere yapılacak şey beddua değil, duadır. Tâ ki o kötülükten uzaklaşsınlar, güzel duaya lâyık hâle gelsinler. Resul-i Ekrem Efendimiz (asm), yetmiş kadar ashabını şehit eden necislilere ısrarlı şekilde kırk gün beddua etmiştir. Bunun üzerine gelen Âl-i İmran Sûresi’nin 128. âyetinde: “Onlar zâlimlerdir, sen onların hâllerine bakıp da bedduaya zorlanma” mealindeki teselli ile bedduaya gitmemesi tavsiye olunmuştur. Müslim’de geçen ve Hz. Câbir’den rivayet olunan bir hadisinde Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyurmaktadır: “Kendi aleyhinizde, evlâtlarınız ve mallarınız aleyhinde bedduâ etmeyiniz; belki duaların kabul olacağı bir saate rastlarsınız da bedduanız kabul olur.”

Günlük Hayatımızda Dualarımız, Ahmed Şahin, s. 46-47

DERS ALMAK

Dertler, musîbetler, elden kaçan nimetlerin kadrini kıymetini öğretmekle kalmaz, insana ümit ve şevk kaynağı da olabilir. Meselâ öğrenci bir gün çalışmaz, zayıf alır. Eğer ben niye zayıf aldım diye moralini bozup kendini tembelliğe atıp çalışmazsa sınıfta kalır. Ama bu benim tembelliğimin cezasıdır. “Bir dahaki sefere çalışıp zayıfımı kurtaracağım” der, azmeder, gayret gösterirse dersini kurtarır.

İYİLİKLER VE KÖTÜLÜKLER

Evet, Kur’ân’ın dediği gibi, insan, seyyiâtından tamamen mesûldür. Çünkü, seyyiâtı isteyen odur. Seyyiât, tahribât nevinden olduğu için, insan bir seyyie ile çok tahribât yapabilir. Müthiş bir cezaya kesb-i istihkak eder—bir kibrit ile bir evi yakmak gibi. Fakat, hasenâtta iftihara hakkı yoktur; onda, onun hakkı pek azdır. Çünkü, hasenâtı isteyen, iktizâ eden rahmet-i İlâhiye ve icad eden kudret-i Rabbâniyedir. Suâl ve cevap, dâî ve sebep, ikisi de Hak’tandır. İnsan, yalnız duâ ile, imân ile, şuur ile, rızâ ile, onlara sahip olur. Fakat seyyiâtı isteyen, nefs-i insaniyedir—ya istidad ile, ya ihtiyâr ile.

Bediüzzaman Said Nursî, Kader Risâlesi

NASIL YAŞARSANIZ

Günlerinizi nasıl yaşarsanız ömrünüzü öyle tamamlarsınız.

S. Gündüzalp

AMELLERİN ÜSTÜNÜ

Amellerin en üstünü, nefsini onun için zorladığındır.

Hz. Ali

OL MAHİLER Kİ

Cihan-ârâ, cihan içindedir ârâyı bilmezler

Ol mâhiler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler

Hayalî

EFSANE OL

Mademki âşıklar yarda fani oldular…

Sen de efsane ol, efsane…

Mevlânâ

ANNE HAKKI

Annelerin hakkı onların sözü dinlenerek ödenir.

Rikkat Kunt

ÖMÜR

Sana hiçbir faydası yokken, falanın ömrü neyle geçmiştir diye ne sorarsın? Başkalarının ömürlerinin sayısını soruyorsun, ama düşünmüyorsun ki, onlarla beraber senin ömrün de geçmektedir.

ÇOCUKLAR

Bir seminerde biri bana, “Çocuklar, öğrenmemiz gereken dersleri öğreten yetişkinlerden çok daha gelişmiş olarak bize gelirler,” demişti.

Robin Sharma, Sen Ölünce Kim Ağlar,

GÜZELLİĞİ GÖRMEK

Gözlerinizi okşayarak sizi uyandıran sabah güneşinin güzelliğine inanıyor musunuz? Hayata bir kere daha yeniden doğdunuz demektir.

Cenap Şehabettin

SILA-İ RAHİM

A’meş anlatıyor: Abdullah ibni Mesud, sabah namazından sonra bir halkada oturu-yordu. Birden, “Allah aşkına, içinizde sıla-i rahmi kesen varsa aramızdan ayrılsın. Çünkü Allah’a duâ etmek istiyoruz, oysa semanın kapıları sıla-i rahmi kesenlere kapalıdır.” dedi.

Buharî, Edeb, s.12.

RİYA VE GÖSTERİŞ

Hz. Peygamber (asm) hacca giderken

Hz. Enes anlatıyor: Allah’ın Resulü (asm), semeri eski olan bir hayvan üzerinde hacca gitti. Üstünde de fiyatı dört dirhem dahi olmayan kadife bir kumaş vardı. “Allah’ım, bu hâlimi riya ve gösterişten uzak kıl” diye dua etti.

Tirmizî

--------------------------------------------------------------------------------------------------

Allah’a giden yolda kalp

Şu fani dünya yolculuğunda yolunu bulmaya çalışan garip insan ne çok şeyler yaşadı, ne çok şeyler gördü. Uzun ve yorucu bu yolda ne çok yıprandı ve yoruldu. Dünya lezzetlerinin peşinde koşan insan bir türlü huzur bulamadı ve bu çetrefilli yolculuğun sonunda bitap düştü. Nereye başvurduysa, nereye elini uzattıysa, eli boş döndü. Beka damgasını taşımayan her şeyde gafilâne beka aradı. Ve sonunda yenik düştü.

Heyhat! Ey cesetperver, tenperver insan, sen hayvaniyetten çıkıp, cismaniyeti bırakıp, kalp ve ruhun derecei hayatına yükselmediğin sürece bu huzursuzluğun ilelebet devam edecek. Bütün bu hırçınlığı, dünya için deli divane çırpınışı, hayata son noktayı koyan ölümün soğuk yüzünden dehşetengiz korkusu hep bu yüzdendir. Oysa ebedî huzuru bulmak için uzak diyarlara gitmeye gerek yok. Hakikati arayan, o derinden derine inleyen sese kulak verirse insan, kavuşacaktır yani başında bekleyen ebedî huzura. Manevî yönüyle bir hak ve hakikat pusulası olan kalbini dinlemelidir insan. O sadece bir et parçası değil, o “mazhari hissiyatı vicdan ve makesi efkârı dimağ olan latife-i Rabbaniyeye” kulak vermelidir insan.

Zira kalp, iki yönü olan öyle nuranî bir cevherdir ki, bir yönüyle devamlı ruhlar âlemine, diğer yönüyle de cisimler âlemine bakar. Cisim, seri ölçülerin birleştiriciliğinde ruhun emrine girmişse, kalp, ruhlar âlemi yoluyla aldığı feyizleri bedene ve cisme taşır; orada da huzur ve itminan esintileri meydana getirir. Demek huzuru uzakta değil, en yakınımızda, ta içimizde, Allah’ın bize bahşetmiş olduğu en büyük lütufta aramak gerekir. Doya doya huzura kanmak için kalbin sesini dinlemek ve İlâhî Yaradanı arayan o nağmeli sese kulak vermek ebedî mutluluğu bulmak demektir. Ve cüz'i ihtiyarilerini ifsat edip, kalbin sesine kulak vermeyip, imana gelmeyenler daim bir azap içindedir. Kalbini malayani, süfli şeylerle dolduran insan mütemadiyen derin bir buhran içindedir, o bunun üstünü örtüp kamufle etmeye çalışsa da, kalbin sesini bastıramaz. Çünkü kalp “imanın mahalli olduğu gibi, en evvel Sanii arayan ve isteyen ve Saniin vücudunu delailiyle ilân eder.” Bu yüzden huzuru başka vadilerde arayanlar, eli boş döner. Döner döner durur ve sonunda yine aynı yere gelirler.

Kalp hem uzviyet, hem de maneviyat cihetiyle, insan varlığının mesabesi suretindedir. O derecededir ki, bir tefekkür merkezi olan beyin bile, ondan sadır olan hissiyatın tesiri altında fikir üretir. Bu demektir ki kalp, sahip olduğu tahassüs kabiliyetiyle, dimağ da dâhil olmak üzere bütün uzviyete hâkim olan aslî bir rol oynar.

İnsanoğlunun hayatta en mühim vazifesi ve en ciddî meşgalesi, mutlak ve sonsuz bir istikbal olan “ölüm ötesine” hazırlanmaktır. Oysa bu ancak kalbin hakikati bulması ile olur. Çünkü o ancak Allah’ı anmakla tatmin olur. Buna ulaşmak için nefse gem vurmak, onu hat altına almak gerekir ki, insanın hayattaki yegâne gayesi de budur. Bunun için, Mevlânâ Hazretleri insanın aslî gayesinden sapmaması için, nefsanî arzularını dizginlemesi gerektiğini şöyle ifade eder: “Teni aşırı besleyip geliştirmeye bakma! Çünkü o, sonunda toprağa verilecek bir kurbandır. Sen, asıl gönlünü beslemeye bak! Yücelere gidecek ve şereflenecek olan odur.”

Kalp fıtraten temizdir. Ancak “bozulmuş olan kalbin gayrı mütenahi bir cinayete istidadı vardır.” Çünkü insan yaratılış maksadının aksine bu fıtrî yörüngeden uzaklaştırıldığı zaman, sahibini abad etmek yerine berbat eder. Titizlikle korumamız gereken, bedenin ve ruhun merkezi, en değerli sermayemiz olan kalp “sekteye uğradığı zaman, cesette sukuta uğrar“. Aslında en acısı da budur. Çünkü kâinatın özü olan, değerler üstü değer biçilen insanın mahiyeti hareketsiz bir ölüden farksızdır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “ey meyyiti gayri müteharrik”! İman nuruyla canlan, ışıklan ve hayat bul. Zira bunun dışındaki yol şüphesiz hüsrandır. Kalplerin O’na yönelmesi ümidiyle… Vesselâm.

TUĞBA AKTAŞ

--------------------------------------------------------------------------------------------------

Risâle-i Nur’un nurlu hikmetleri

Asrımızın derdine deva, manevî hastalıklarına reçete olan Risâle-i Nurlar, sadakatle yapışan her insan için bir şifa kaynağıdır. Ahiret azığıdır.

Risâle-i Nurlar, bu nurlu mektuplar sadece ahiret saadetimiz için değil, dünyevî saadetlerimiz, sıkıntılarımız için de bizlere nurlu kapılar açıyor.

Bir mü’min için en ehemmiyetli şey imanla kabre girmektir. Risâle-i Nurlar hakaiki İslâmiye ile tahkiki imanı sağlıyor ve bütün inatçı düşmanlar karşısında dahi taviz vermeden mukabele edip, imanla kabre girmeyi sağlarken uhrevî saadetimizi kazanmamıza vesile oluyor.

Risâle-i Nurlar, birden ihtar ediyor ve nefs-i emmareden kurtulmamızı sağlıyor. “Her şey kabir kapısına kadardır” diyerek, kabrimizi aydınlatacak, o karanlık ve dipsiz çukurdan kurtarıp nurlandıracak olan, ebedî saadetimizi emniyet altına alan amellerimiz, hasenatlarımız, ibadetlerimiz olduğunu vurguluyor. Zeval ve firak silsilesi altındaki feryatlarımızdan kurtarıp, geçici zevklere karşı manevî bir zırh giydiriyor. Ve ahirzamanda her cihetten gelen günahlara karşı zırhımız, kalemiz, sığınağımız oluyor.

Peki ya dünyevî saadetimiz! Her insan hem ahireti kazanmayı, hem de dünyada mutlu olmayı istemektedir. Yine karşımıza Nurlar çıkıyor ve dünyamızı cennet olarak gösteriyor. Her şeye hüsn-ü zanla bakılmasını hatırlatıyor. “Güzel gören güzel düşünür güzel düşünen hayatından lezzet alır” diyerek hayatımıza lezzet katıyor. Her işte Rabbinin bin bir hayrının olduğunu hatırlatarak, belâya ve musîbete sabır ve tevekkül ile Rabbine sığınmamızı sağlıyor.

Hayat-ı içtimaiyede de nurlar giriyor hayatımıza. Kur’ân ahlâkıyla bizleri terbiye ediyor. Kanunu, nizamı, intizamı düstur ediniyor ve hayatımızı bir düzene dahil ediyor. Gençlik hevesatına karşı cehennem ile korkutuyor ve bizleri ateşten koruyor.

Rızka bolluk, bereket ihsan ediyor. Asrımızın yaraları olan strese, endişeye, derd-i maişete karşı yine baştabibimiz Üstadımız ve Nurlarımız çıkıyor. Kalbe rahatlık ve sürur veriyor. Aklımızın, hislerimizin nasıl kullanılması gerektiğini, duygularımızdaki ölçüleri ve cihetleri tek tek anlatıyor. İşlerimizde muvaffakiyet ihsan ediyor. Maddî sıkıntılarımızdan kurtarıp derd-i maişeti kolaylaştırıyor. Daha nice hikmetleri var ki saymakla bitmiyor.

Kısaca “Doğrudan Kur’ân’dan alıp ilhamı asrın idrakine göre anlatmalıyız İslâmı” düsturuyla hem dünyevî, hem uhrevî saadetimizi sağlıyor.

Bizler Üstadımızın duasını tekrar tekrar kalbimize işliyoruz. Ya Rabbi! Bizleri kıyamete kadar Risâle-i Nur kisvesinde hakaiki imaniye ve esrar-ı Kur’âniye ile kemal-i ferah ve sevinçle meşgul eyle. Bizleri Nurlarımızdan ayırma. Nurumuzu arttır. Bütün kardeşlerimizin kalplerini Risâle-i Nurlara ısındır. Amin…

AYSEL ÜNLÜ

--------------------------------------------------------------------------------------------------

Risâle arkadaşlıkları

Risâle-i Nur Talebelerinin arkadaşlıkları. Her zaman sımsıkı duran yürekler. Aileleri yerine konmuş kişiler. Her zaman birbirinin iyiliğini isteyen büyük şahsiyetler…

Birbirlerine tamamen zıt kişilikler, nur ile nurlanınca nasıl kardeş gibi oluyorlar. Biz; talebelerin hayatlarında bunları gördük. Kendilerini değil; ilk önce arkadaşlarını koruyan, açlığa, zulme, her türlü kötülüğe birlikte dayanan nur askerleri…

Üstadın arkadaşlığını da gördük. Zaman gelir onlarla şakalaşır, zaman gelir onlardan fikir alırdı. Zaten kendini hiç üstün tutmayıp talebeleriyle bir olduğu için de Nur dâvâsına adanan yürekler her zaman çoğalırdı…

Arkadaşlık onlar için kardeşlikti. Arada kan bağı olmadan bir kardeşin sevdiği gibi, birbirlerini sevip; bir kardeş gibi koruyup kollarlardı. O kadar ki Zübeyir Gündüzalp, ileride gelen Nur Talebelerini yani bizleri düşünüp şöyle demişti: “Din kardeşlerimizin ve beşerin saadeti bizim saadetimizi sağlar ve saadetimize saadet katar. Bu hakikati Nur Risâlelerinden anlayınca bu dağdağalı yeryüzünde yaşamak daha tatlılaşacak ve ışıklanacaktır.”

“İyi dost kara günde belli olur” atasözü, ilköğretim zamanında iyice anlatılmaktadır. Çünkü bu gün dostluklar eskisi gibi değildir. Ama Nur Talebeleri, her zaman çok iyi bir dost olmuşlardır. Karşılık beklemeden yapılan samimî dostluklar…

Bu günlerde de çevremizdeki sahte arkadaşlıklar; zor olan hayatımızı daha da zorlaştırıyor. Fakat Risâle-i Nur Talebeleri olan arkadaşlarımız, bu ağırlığı hafifletiyor. Birbirimizi tanımıyoruz, ayrı şehirlerden geliyoruz, ama yine de aynı yolun yolcusu olduğumuz ve amacımız sadece Risâle-i Nur olduğu için az bir zamanda kardeş gibi oluyoruz…

Bizim saadetimizi isteyen bütün Nur Talebesi ağabeylere ve şu günümüzdeki bütün talebeleri Rabbim yolundan ayırmasın. Her iki dünyada da bu güzel ve samimî dostluklar ebedî olsun inşaallah.

MERVE İRİYARI

--------------------------------------------------------------------------------------------------

06.03.2010

 
Sayfa Başı  Geri


Önceki Elif Eki

  (27.02.2010) - Hürriyetçi bir hatip: Hüseyin Avni Ulaş

  (20.02.2010) - Aşiret mektepleri ve Said Nursî

  (14.02.2010) - İstanbul’un fethine panoramik bir bakış

  (06.02.2010) - ‘Onu müellifi sipariş verdi’

  (30.01.2010) - Sultan II. Abdulhamid'i doğru anlamak

  (24.01.2010) - Kur’ân’ın dört esası: Hayat yolculuğunda yol haritamız

  (18.12.2009) - ‘BEN BİR CANIM AMMAA!’

  (11.12.2009) - ÇIĞIR AÇAN BİR ANSİKLOPEDİNİNHİKÂYESİ

  (04.12.2009) - Kimin cenazesini taşıyacağımı Urfa'da öğrendim

  (20.11.2009) - ‘Yetimler babası kahraman Kâzım Karabekir’

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim oktay usta yemek tarifleri Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl