20 Mart 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

Müslümanlık ve milliyetçilik

BU ülkenin “kimliğinin” belirlenmesinde önemli bir yeri olan “muhafazakârların” tercihlerini iyi anlayabilmemiz için bizim Müslümanlıkla “milliyetçilik” arasındaki ilişkileri tartışmamız, bu konudaki soruları aydınlığa kavuşturmamız gerekiyor.

Özellikle “din vurgulu” siyasi partilerin bilinçli bir şekilde birbirine karıştırdığı, birlikte sahip çıkmaya çalıştığı bu iki kavram gerçekten de “birlikte” var olabilirler mi?

Daha açık ve net sorarsak...

Müslüman biri milliyetçi olabilir mi?

Eninde sonunda biz bunu tartışmak zorunda kalacağız.

Çünkü Türkiye’nin çizdiği zikzakların en önemli nedenlerinden biri, bizim bu kavramları açıklığa kavuşturmamamız.

Siyasilerin bu “iki kavramı” hep bulanık tutması.

Bir kere, bu ülkenin kimliğini bulmasını, ne siyasilerin, ne askerlerin, ne yargıçların, ne aydınların sağlayabileceğini düşünüyorum, bu ülke, “kimliğini” burada yaşayan insanların “ortak değerleri ve ortak vicdanıyla” bulacak.

O “ortak vicdan” bizim nasıl bir toplum olduğumuzu belirleyecek.

Görünürde biz “Müslüman” bir toplumuz.

Ama gerçekte “milliyetçiliğimiz” ağır basıyor.

Ben milliyetçiliğin “vicdanla” biraraya kolayca gelemeyeceğini ama Müslümanlığın bir vicdanı olduğuna inanıyorum.

Din, dünyevi bir çıkara dayanmaz çünkü.

Milliyetçilik ise “bir grup” insanın diğer insanlardan üstün olduğuna, o “grubun” çıkarının dünyadaki bütün diğer insanların çıkarından daha önemli olduğuna inanır.

Milliyetçiliğe göre “bir grubun” çıkarını savunmak en “kutsal” değer ve haktır.

Din, bilebildiğim kadarıyla herhangi bir “grubun’ diğerinden daha üstün olduğunu kabul etmez.

Eğer bir tanrıya inanıyorsanız, yeryüzündeki bütün insanları yaratan o “kudretin” bazı insanları diğerlerinden daha üstün yarattığına inanmak, o “yaratıcının” hakkaniyetini, adaletini, şefkatini, “rahmetini” daha baştan yaralamak anlamına gelmez mi?

Bir Türk milliyetçisi için en yüce değer “Türk olmaktır”, Türklerin çıkarları ve hakları diğerlerinden üstündür ona göre, Türkleri diğer insanlardan ayırır. Türkleri diğer insanlardan ayırmıyorsa, Türkleri diğerlerinden daha farklı ve üstün görmüyorsa, zaten “Türk milliyetçisi” olmasına, “Türklerin çıkarlarını” diğerlerinden üstün tutmasına gerek yoktur.

Bütün insanlar eşitse, bütün insanlar aynı haklara sahiplerse neden kendi “ırkımızı” önde tutacağız, kendi ırkımızın çıkarlarını diğer insanların çıkarlarından daha önemli göreceğiz, neden insanları “ırklarına” göre tanımlayacağız?

“Milliyetçilik, insanları “böler”, gruplara ayırır, kendi grubunu, ırkını, soyunu yüceltir.

İnsanları birbirinden ayırdığınız, böldüğünüz, bir grubu diğerinden üstün bulduğunuzda da zaten vicdanınız yaralanır, kararlarınızdaki hakkaniyet kuşkulu hale gelir.

Din ise insanları bölmez.

Irklarına göre gruplamaz.

Hatta dinlerine göre bile ayırmaz, böyle bir ayırımı yapmak hakkı yalnızca Yaradan’ındır.

“Irk” zaten bir tercih değildir ve bizzat “Yaradan” tarafından insanlarına doğuştan bağışlanmıştır, kimse “tanrının” verdiği bir özelliği küçümseyemez, aşağılayamaz.

Böyle bir hakkı yoktur.

Bir Müslüman, bir ırkı nasıl olur da diğer bir ırktan üstün görür?

Bir grubu nasıl bir başka gruptan daha ayrıcalıklı kabul eder?

Bir ırkı ya da bir grubu diğerlerinden daha “önemli” görmeden de milliyetçi olunmaz.

Bu nedenlerle ben Müslümanlıkla milliyetçiliğin bağdaşamayacağını düşünüyorum.

Bu ülkenin “muhafazakâr” insanları hangi değeri benimseyecekler, Müslümanlığı mı milliyetçiliği mi?

Biraz daha keskin soralım.

Bir Müslüman, Türklerin, Kürtlerden ya da Ermenilerden daha önemli olduğuna inanır mı?

Ben, gerçek Müslümanlığın “vicdana, adalete, hakkaniyete” sahip olduğunu, eşitliği savunduğunu, ırkları birbirinden asla ayırmadığını, “inançların” ya da “inançsızlıkların” cezasının Allah tarafından verileceğini kabul ederek bu dünyada kendini “cezalandırıcı” konumunda göremeyeceğini, bütün bu özelliklerinden dolayı da “eşitliğe” ve özgürlüğe önem veren demokrasiyle bir sorunu olmayacağını düşünüyorum.

Buna karşılık milliyetçiliğin “eşitliği” kabul edemeyeceğine ve asla demokrat olamayacağına inanıyorum. Kabul edeyim ki bunlar benim çok da iyi bildiğim konular değil.

Din hakkında yanlış şeyler söylemiş olabilirim.

O zaman, bu işi daha iyi bilenler “Müslümanlıkla milliyetçilik” arasındaki ilişkiyi anlatsınlar.

Anlatsınlar ki Müslümanlıkla milliyetçilik birarada olur mu yoksa birileri bizi kandırıyor mu net bir şekilde öğrenip anlayalım.

Ahmet Altan Taraf, 19 Mart 2010

20.03.2010


Askerî ihaleler ve çöpe giden millî servet

(...) İki askeri ihalede yaşanan büyük fiyasko, Türk Silahlı Kuvvetleri’nde şeffaflığın ne kadar önemli olduğunu ortaya koydu.

M60 tanklarının modernizasyon için İsrail’e ihalesi, 700 milyon doların çöpe gitmesine neden oldu. Türkiye’nin 2002’den bu yana kaybettiği zaman da eklendiğinde tablo daha korkunç hale geliyor.

170 adet tankın yarıdan fazlası geri vites ve güç kaynağı sorunu yaşıyor.

Bir kısmının periskopu bile hatalı.

Sağlam görünenler de yerlerinden oynatılmaktan korkuluyor.

Dahası M60’ların başarısız olacağı görüldüğü için 2004’ten itibaren Almanya’dan 298 adet Leopard 2A4 tipi ikinci el tanklar alınıyor.

Yazık değil mi?

***

BUGÜN’ün ortaya çıkardığı ikinci savunma ihalesi skandalı da en az diğeri kadar tüyler ürpertici. Türkiye, 1993’ten bu yana denizlerinde “keşif ve gözetleme” yapamıyor.

Tam 17 yıldır ‘karakol uçakları’ndan yoksun.

Yani üç tarafı denizlerle kaplı ülkemin, sahillerine bir denizaltı sokulsa haberimiz olmuyor.

Kıyılarımıza kadar sokulup bayrak göstermese düşman gemilerinin bize doğru geldiğini bilemeyeceğiz.

Deniz Kuvvetleri 1999’da haklı gerekçelerle 9 adet CASA uçağı sipariş ediyor.

Keşif ve gözetleme amacıyla kullanılmak için alınan uçaklara 147 milyon ödeniyor.

Uçak mühendisleri ve teknik uzmanlar alıma karşı çıkıyor.

Bu özelliklerin bu uçaklara yüklenemeyeceğini, alınmaması gerektiğini ısrarla söylüyorlar.

M60 tankı ihalesine karşı çıktığı için sürülen 3 uzman gibi burada da ihaleye karşı çıkan uçak mühendisleri sürgün ediliyor.

Anlaşma imzalanıyor.

Ardından da Fransız Thales firmasına “soykırımı ambargosu” delinerek 390 milyona teçhizat ve donanım siparişi veriliyor.

Yani maliyet 540 milyon dolara çıkıyor.

Uçaklardan birisi teçhizat monte edildiği halde Fransa’da deneme uçuşu yaparken gövdesi üzerine çakılıyor.

Diğerleri de Türkiye’de delik-deşik halde monte edilecek cihazların testi geçmesini bekliyor.

***

Türkiye yine zaman kaybediyor.

Paralar maalesef yine çöpe gidiyor.

Gerçek aslında bir süre sonra fark ediliyor.

Farklı bir firmaya ATR72-500 tipi 10 adet “keşif ve gözetleme” uçağı daha 219 milyon dolara sipariş veriliyor.

Bu uçaklara donanım yükleme işi yapacak Alenia firması 50 milyon dolar daha ek bütçe istiyor. Bu projenin de tıkanma noktasına geldiğini iddia eden uzmanlar var.

Nitekim NATO da bu uçakları teslim edilme takvimine rağmen tatbikat planları içerisine almıyor.

***

Her iki projenin de başarılı olduğunu varsayalım.

Bu durumda da 17 yıldır tek bir keşif ve gözetleme uçağı olmayan Türkiye’nin, 19 adet karakol uçağı olacak!

Komedi gibi...

Madem bu kadar elzemdi şimdi niye yok?

Bu ihmalin ve halkın paralarının bu şekilde israf edilmesinin hesabı sorulmayacak mı?

Yaşanan skandallar açık bir ders veriyor.

Savunma ihaleleri de denetime açık ve şeffaf olmalı.

Maliye müfettişleri tarafından incelenmeli.

Sayıştay tarafından denetlenmeli.

Kamuoyu ve basınla da detayları paylaşılmalı.

“Fiyaskonun üstünü örtün” baskısı...

Skandal ihalelerin faturasının tek başına ilgili komutanlara kesilmesi de doğru değil.

Kararların altında imzası bulunan dönemin siyaset adamlarına da hesap sorulmalı.

Bu sebeple, Türkiye Büyük Millet Meclisi bir Soruşturma Komisyonu oluşturmalı.

Meclis Başkanı Mehmet Ali Şahin’e büyük iş düşüyor.

En azından son 20 yılın ihaleleri mercek altına alınmalı.

Milli servetimizi bu şekilde havaya saçmak, kimsenin hakkı olamaz.

Her iki ihale ile ilgili son bir uyarıya daha yer vermekte fayda var.

İhale skandalına neden olanların, teslim komitelerine baskı uyguladığı ve şartnameye uymadığı halde teslim işlemlerini tamamlayıp dosyayı kapatmaya zorladıkları ileri sürülüyor.

Savunma Bakanı Vecdi Gönül’e de sesleniyorum.

Her ne kadar ihaleler kendi dönemlerinde gerçekleşmediyse de, M60 tankı ve CASA uçaklarıyla ilgili nihai sürecin sağlıklı ve baskılardan azade işlemesi için devreye girmelerinde büyük fayda var.

Türkiye’nin daha fazla servet ve zaman kaybetme lüksü olduğunu düşünmüyorum.

Erhan Başyurt, Bugün, 19 Mart 2010

20.03.2010


El ele ‘millî cephe’ye

27 Mayıs askerî darbesinin ardından gerçekleştirilen gençlik eylemlerinin sloganlarından birisi de, ‘Ordu-Gençlik El Ele Milli Cephede’ydi. Yani yarım kaldığını düşündükleri darbenin böyle bir ittifakla tamamlanacağına inanan gençler vardı. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın İsveç Parlamentosu’nda ‘soykırım’ tezinin kabul edilmesi üzerine yaptığı açıklamayı dinleyince bu sloganı hatırladım ve bugüne adapte etmeyi denedim: “Canan Arıtman-Tayyip Erdoğan el ele milli cephede.”

Tezin gerçek sahibi, CHP’nin her gerginlikte öne çıkan ünlü milletvekili Canan Arıtman. Patent ona ait. Başbakan’ın “100 bin Ermeni’yi sınır dışı ederim haa!” dediğini duyunca, haklı olarak “Bunu daha önce biz söylemiştik” karşılığını verdi... Gerçekten, ‘şunlarısınır dışı edelim’ diyen ilk o olmuştu.

‘Ermeni Soykırımı’ tasarısı ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi’nde gündeme geldiğinden ve kabul edildiğinden beri, hükümetin kimyasında bir değişme görülüyor. Başta Başbakan olmak üzere hükümet sözcüleri bütün güçleriyle bu tasarıların geçtiği ülkeleri tehdit ediyorlar. Ellerindeki imkânları sonuna kadar kullanıyorlar. Dış siyasette, geri dönülmesi çok kolay olmayacak bir ‘gerginlik dili’ ağırlık kazanıyor.

***

Etrafa gerilim saçma yoluyla Ermeni tezlerinin reddedilmesinin sağlanabileceği düşüncesi rasyonel değil. Soykırım kararı, hali hazırda, Avrupa’nın birçok ülkesinin parlamentosunda kabul edilmiş durumda. Bundan sonra da benzer kararlar çıkmaya devam edecek. Zaten, dünyanın çok büyük bir bölümü, çok uzun bir süreden beri, 1915 Ermeni Tehciri’nin soykırım olduğu inancını taşıyor.

Örneğin ABD Başkanı Barack Hüseyin Obama, bu inancı paylaşanlardan biri. Ancak siyasi

nedenlerle ve özellikle de Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin normalleşeceği konusundaki beklentilerden ötürü ‘şimdilik’ bu kararın ABD senatosundan geçmesinden yana olmadığını ifade ediyor. Benzer şekilde düşünen ve Türkiye ile ilişkileri iyi tutmak istediği için bu konuyu gündeme getirmemeyi tercih eden birçok politikacının var olduğu biliniyor.

‘Öfke gözünü bürümüş’ tabiriyle tanımlanabilecek bir psikoloji içinde olduğu izlenimini veren Başbakan Tayyip Erdoğan’ın üslubu ve ruh hali üzerine çeşitli analizler yapılabilir. Ayrıca, Başbakan’ın kullandığı bazı verilerde de hatalar var. Örneğin Türkiye’de kaçak işçi olarak çalışan Ermeni sayısı, iddia edildiği gibi 100 bin değil. Bu konuda yapılan bir araştırmada rakamın 10 bin civarında olduğu ortaya çıktı. Fakat politikacılar önce 30-40 bin diye başladıkları rakamları açık artırma yoluyla 100 bine kadar çıkardılar. Daha çok Ermeni’yi çaresiz durumda bırakarak Ermenistan’a daha büyük zarar verecek ve acı çektirecek güçte oldukları mesajını iletmek istedikleri izlenimini veriyorlar.

İsveç Parlamentosu’nda bir karar çıkıyor, Erdoğan da faturayı ülkemizdeki gariban, çaresiz Ermenistanlı kaçak işçilere kesiyor, onları tehdit ediyor... Bu durumlarda birileri kalkıp “Bugün 100 bin kişiyi sürgün edeceğini söyleyenler, 95 yıl önce neler yapmış olamazlar...” derlerse çok haksız sayılmazlar.

***

AK Parti hükümeti Ermeni meselesindeki ‘belirsiz’, ‘bulanık’ siyasetleri nedeniyle dış siyasette tam anlamıyla şaşkın bir görüntü veriyor. Bu şaşkınlığın artmasına paralel olarak, daha önce çokça sözü edilen ‘sıfır sorun siyaseti’ yerine ‘kabadayı dış politika’ stili öne çıkıyor.

Gerginlik ve ‘çevremiz düşmanlarla dolu’ söylemi üzerinden yürütülen siyaset, geleneksel

Türk dış politikasının ana rotasıdır. “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” diyen, komşulara

karşı büyük bir güvensizlik besleyen, içe kapanmacı bir siyasettir bu. AK Parti hükümeti bunu değiştirme iddiasıyla ortaya çıkmıştı. İlk başlarda önemli adımlar da attılar, dünyada saygın bir yer kazanmaya başladılar ve etkili oldular.

Şimdi sanki tersine doğru bir gidişle yüz yüzeyiz. Hükümet, dünyayı korkutarak, oraya buraya tehditler yağdırarak 1915 Ermeni Tehciri’nin soykırım olduğu tezinin tersini kabul ettirmeyi başaramaz. Buna gücü yetmez. Ermenistan’la ilişkiler normalleştirilse, bütün bu konulardaki ön yargıların yıkılması ve dünyaya umut dolu yeni mesajların iletilmesi olasılığı doğabilirdi.

Azerbaycan’dan gelen baskılara ve muhalefetin de bastırmasına teslim olarak hareket ettiği izlenimini veren hükümet, geleneksel Türk dış politikasına dönüş yaptığı izlenimini veriyor.

***

Başbakan Tayyip Erdoğan, CHP’li Canan Arıtman’la el ele milli cephede. Bu manzara sizce ne anlam ifade ediyor?

Oral Çalışlar, Radikal, 19 Mart 2010

20.03.2010


Tehcir gibi

DÜNYA huzurunda neyle suçlanıyor Türkiye? 90 küsur yıl önce suçlu-suçsuz ayırmadan, çoluk çocuk demeden Ermenileri yerinden yurdundan koparıp tehcire tabi tutmakla...

Sürgün yolunda da onlara (Ankara’ya göre “karşılıklı kıyım”, Erivan’a göre) soykırım uygulamakla...

Ve Ankara kendini savunmaya çalışıyor:

“Mecburduk. Onlar da bize saldırdı. Her yerde tehcir uygulanmadı. Soykırım söz konusu değil. Kaldı ki biz kardeşiz; bize el kaldırmayana zulmetmeyiz.”

Sonra Başbakan çıkıp ne diyor:

“Türkiye’de 100 bin kaçak Ermeni işçi var. Şimdilik idare ediyoruz. Yarın gerekirse bunlara ‘Hadi memleketinize’ deyip sınır dışı edeceğim.”

Yani?

“Onları elimizde rehin tutuyoruz. Diaspora, Avrupa parlamentolarına baskıdan vazgeçmezse acısını onlardan çıkarırız.”

Türkiye’nin savunageldiği tezleri, “yüce gönüllülük, misafirperverlik, merhametlilik” efsanelerini, evrensel hukuk ilkelerini yerle bir eden bir yaklaşım bu...

Adeta yeni bir tehcir kararlılığı...

* * *

Ermenistan depreminin sillesini yiyip Türkiye’ye sığınmış ve Dink cinayetinden sonra hepten korkmuş insanlardan söz ediyoruz.

Hemen hepsi kadın..

Burada ev temizleyip çocuk bakıyorlar.

Ayda 100 ila 600 dolar kazanıyorlar.

Araştırmalara göre, öyle Başbakan’ın dediği gibi 100 bin filan değil, 10 bin kişi civarındalar.

Kimseye bir zararları yok. Tersine, iki komşu ülke arasında ince bir bağ da kuruyorlar.

Ve Erdoğan, bu çaresiz insanları pazarlık masasına koz olarak sürüyor.

Kendi ülkesinin ekmeğini yiyen bir avuç insanı rehinesiymiş gibi kullanıyor.

Alenen onlar üzerinden şantaj yapıyor.

* * *

Üstelik ne zaman yapıyor bunu?..

Tam da Dışişleri’nin basına brifing verip “Ermenistan’la ilişkilerde masadan çekilme yanlısı değiliz, süreci sonuna kadar zorlayacağız” dediği gün...

Ondan birkaç saat sonra...

Peki nerede söylüyor bunu?

BBC televizyonunda...

Yani bütün dünyanın duyacağı bir mecrada...

“Ayaküstü bir açıklama” mı?

Değil.

“Dil sürçmesi” mi?

Yoo!

Daha önce de birkaç kez söylemişti.

Bu sefer adeta Çankaya’nın ve Dışişleri’nin ılımlı yaklaşımını tekzip edercesine kararlı ve “geleneksel Türk konukseverliği” efsanesini yerle bir edercesine hasmane bir tonlamayla, elini sallayarak, “Hadi memleketinize” diyebildi.

Asıl acıklı olan, danışmanlarının Başbakan’ı dizginleyemeyip bu sözlerin medyada yer almaması için sarf ettiği nafile çabaydı.

Tabii sonuçsuz kaldı.

* * *

Günahsız 10 bin Ermeni işçinin rehineymiş gibi pazarlık kozu yapılması, Türkiye’ye yöneltilen asırlık suçlamalara yeni bir örnek ekleyecek kadar önemli...

Diplomatlar, Türkiye’nin Ermenilerle insancıl ve iyi ilişkiler geliştirdiğine dünyayı inandırmak istiyorlarsa, işe Başbakan’ı frenleyerek başlamalılar.

Can Dündar, Milliyet, 18 Mart 2010

20.03.2010

 
Sayfa Başı  Geri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim oktay usta yemek tarifleri Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl